İtiraf ediyoruz: Roma'yı da biz yaktık, Kennedy'yi de biz vurduk!

Hasan Karakaya

"Kurt-kuzu hikâyesi"ni bilirsiniz...
Zaman zaman anlattığım bu hikâyeyi yeniden anlatmak istiyorum.
 Kurdun biri, dereden su içmekte olan kuzuya, "Ben seni yiyeceğim" der!..
 Kuzu ya, saf saf "gerekçe"sini sorar...
Kurt, gerekçesini açıklar:
"Sen benim suyumu bulandırıyorsun!"
"İyi ama" der, kuzu;
"Derenin üst başında duran sensin!..
Ben ise aşağıdayım!.. Senin suyunu nasıl bulandırabilirim ki?"
Kurt, biraz daha küstahlaşır:
"Geçen sene benim suyumu bulandıran sen değil miydin?"
Kuzu, yine saf saf cevap verir:
"Ben, geçen sene henüz doğmamıştım ki!"
Kurt, daha da öfkelenir;
"Öyleyse, suyumu bulandıran senin babandı!"
Ve malûm son!..
Saldırır ve parçalar kuzuyu!..
Hikâye böyle... Peki, bu hikâyeden çıkarılacak "ders" nedir?..
 Ders şudur:
 Kurt, eğer kuzuyu yemeyi kafasına koymuşsa, mutlaka bir "bahane"sini bulur...
O bahane tutmazsa, bir yenisini bulur!..
 Tıpkı;
"Bu sene suyumu bulandırmadıysan, geçen sene bulandırmışsındır" gibi!..
 Kuzu, istediği kadar; "Ben, geçen sene henüz doğmamıştım" desin!..
Kurt, illâ kuzuyu yiyecek ya; "O zaman baban bulandırmıştı" der!..
 Demek oluyor ki; ne kadar "akıllı" olursan ol, bu dünyada "kuzu" olmak zor...
 
O ZAMAN AKİT VAR MIYDI?
 
Akit de öyle... İstediği kadar; "Biz gazetecilik yapıyoruz" desin...
Akit'i "itibarsız" hâle getirecekler, "yargısız infaz"a tabi tutup, "linç" edecekler ya, "bahane"leri hazır;
 "Hedef gösteriyorsunuz?"
 Soruyoruz;
 "Kimi hedef göstermişiz?"
 Diyorlar ki;
 "Ahmet Taner Kışlalı, sizin yayınınızdan sonra öldürüldü... Danıştay cinayeti, sizin manşetinizden sonra işlendi!.."
 Eee, daha başka?..
 Daha başka yok!..
 İyi de, sorarlar adama;
 Bu ülkede Muammer Aksoy da öldürüldü, Bahriye Üçok da... Bu ülkede Uğur Mumcu da öldürüldü, Tarık Dursun da!..
 Peki, onlar öldürüldüğünde Akit var mıydı?.. Elbette yoktu...
Çünkü onlar öldürüldüğünde, Akit veya Vakit, henüz doğmamıştı!.. Ama, katiller, "hedef"lerini çoktan belirlemişti...
 Muammer Aksoy, 31 Ocak 1990'da,
 Bahriye Üçok, 6 Ekim 1990'da,
 Uğur Mumcu da, 24 Ocak 1993'te,
 Bir suikast sonucu öldürüldüler...
 Vakit veya Akit ise, yayın hayatına 12 Eylül 1993 tarihinde başladı...
Yani Aksoy ve Üçok cinayetlerinden 3 yıl, Mumcu cinayetinden 8 ay sonra!..
 Demek oluyor ki;
 "Birilerini öldürmeyi" kafalarına koyan derin güçlerin, "hedef gösterilmesine" ihtiyaçları yok...
Onlar, "hedef"lerini zaten belirlemişler.
 Ne yani;
 Ortadan kaldıracakları adamların fotoğraflarını "gazetelerin yayınlarından" mı tesbit ediyor bu katiller?.. O kadar mı "aciz"ler?..
 Akit'i "kişileri hedef göstermekle" itham eden "embesil"lere şunu sormak lazım; Muammer Aksoy'u, Bahriye Üçok'u ve Uğur Mumcu'yu acaba kim hedef gösterdi?..
 O zamanlar "Akit veya Vakit" olmadığına göre, kim hedef gösterdi?..
O zamanlar biz yoktuk, onlar vardı!!!..
 
HEP SÖYLEDİK, YİNE SÖYLEYELİM!
 
Bu "hedef gösterme" lâfının "iyice ucuzladığını, bayatladığını ve ayağa düştüğünü" her plâtformda söylüyoruz ama, "kendilerini 74 milyonun izlediğini" söyleyen televizyonlar, "defalarca söylememize" rağmen, yine de soruyorlar;
 "Hedef gösterdiğinizi düşünüyor musunuz?"
 İyice kabak tadı vermiş olsa da yine söyleyelim: "Biz çiğ yemedik ki, karnımız ağrısın!..
 Biz, gazetecilik yapıyoruz..."
 Dünün "tetikçi"lerinin, bugün başımıza "etikçi" kesilmesine de fena halde bozuluyoruz.
 Dün "tetikçi", bugün "etikçi" kesilen zevat, bize öyle geliyor ki; Akit'i "hedef göstermekle" itham ederken, aslında "kiralık katilleri" ve onları azmettiren "derin baronları" gizlemeye çalışıyor.
 İstiyorlar ki;
 Dikkatler Akit'in üzerinde toplansın da, "baron"ların rahatı kaçmasın!..
 Ama, mızrak çuvala sığmıyor.
 "Bir gün mutlaka ortaya çıkmak" gibi "huy"ları olan "gerçek"ler, işte birer birer ortaya çıkıyor ve "cinayet"ler, tek tek aydınlanıyor.
 
ÜÇOK'TA ÖLÜM ÜÇGENİ!
 
Önce Bahriye Üçok cinayeti...
 Önceki günkü Türkiye gazetesinde Melih Duvaklı imzalı bir haber vardı...
 "Bahriye Üçok cinayetinde ölüm üçgeni: MİT-PKK-TİKKO" başlığını taşıyan haber, özetle şöyleydi:
 "Bahriye Üçok sık sık aykırı fikirleri ile gündeme gelen bir isimdi. 1983-87 yılları arasında milletvekilliği yapan Üçok, 1986'dan sonra SHP üyesi ve Eylül 1990'da SHP parti meclisi üyesi oldu. 6 Ekim 1990 tarihinde Ankara'da oturduğu eve, gönderici kısmında İlmi Araştırmalar Vakfı yazan bir kargo paketi getirildi. Üçok, Ekspres Kargo aracılığıyla gönderilen paketi açınca içine yerleştirilmiş olan bomba düzeneği patladı ve Üçok hayatını kaybetti.
Olaydan sonra başlatılan soruşturmada bombalı paketi teslim alıp Bahriye Üçok'a götüren Ekspres Kargo çalışanı Gülay Calap, ifadesi alındıktan sonra serbest bırakıldı. Kayıplara karışan Calap 1994 yılında İzmir'de düzenlenen bir operasyonda ortaya çıktı. PKK'ya bağlı Devrimci Halk Partisi İzmir sorumlusu olarak yargılanan Calap, 22 yıl ceza aldı. Tahliye olduktan sonra DTP'ye katıldı. Parti kapatılınca da yerine kurulan BDP'ye girdi. Parti meclisi üyeliği ve genel başkan yardımcılığı gibi etkin görevlerde yer aldı.
Bombalı paketi kargoya teslim ettiği iddia edilen şahsın dönemin MİT İstanbul Bölge Başkanı Ertan Ömerbeyoğlu'nun Makam şoförü MİT elemanı K.T., Üçok suikastından yalnızca 4 gün sonra uğradığı silahlı saldırı sonucu öldü. Suikastı yasadışı sol örgüt TİKKO üstlendi. Olayın perde arkasını bilen tek tanık da böylece ortadan kaldırıldı.
Olayın ardından mütedeyyin kesim hedef gösterildi. Cinayet laiklik tartışmalarına konu edildi. İnançlı insanlara mal edilme iddiasının şekli de oldukça ilginçti. Olaydan bir gün sonraki Cumhuriyet Gazetesi'nin haberinde İslami Hareket Örgütü adına konuştuğunu iddia eden bir kişinin gazete santralını arayarak, "Üçok'u tesettür konusundaki düşünceleri yüzünden cezalandırdık" ifadelerini kullandığı iddia ediliyordu.
Olaydan önce bu örgütün adını duyan yoktu.
Üstlenme de muhtemelen kurguydu.
Bahriye Üçok'a ölümünden önce Milli İstihbarat Teşkilatı tarafından bombalı paket konusunda eğitim verilmişti. Bu bilgi bizzat dönemin MİT Müsteşarı emekli orgeneral Teoman Koman tarafından basın mensuplarına açıklandı. Koman, "biz görevimizi yapık" diyordu ancak bu durum daha çok Üçok'a yapılmış bir "uyarı" olarak algılandı.
Haberden de anlaşılacağı gibi;
 Bu "karanlık cinayet"in içinde o dönemki MİT vardı, PKK vardı, TİKKO vardı... Hepsi "görev dağılımı" yapmış ve Bahriye Üçok'u ortadan kaldırmışlardı...
 Ama, bir "suçlu" lâzımdı ve bulundu;
 "Dindarlar!!!"
 Hep aynı taktik!..
 
MUMCU CİNAYETİ
 
Ve Uğur Mumcu cinayeti...
 Olayı biliyorsunuz...
 Malûm, Uğur Mumcu da, 24 Ocak 1993'te, "arabasına konulan bomba" ile öldürüldü... Olay, yine "İslâmî kesim"in üzerine yıkıldı...
"Suikast"tan sonra, "operasyon" başlatıldı ve Yusuf Karakuş, Selam Gazetesi'nin sahibi Hasan Kılıç, Yazıişleri Müdürü Mehmet Ali Tekin, Ankara Temsilcisi Talip Özçelik, Dağıtım Müdürü Abdulhamit Çelik ve Mehmet Şahin'in bulunduğu 8 kişi gözaltına alındı ve tutuklandı.
 Ne var ki;
 "Gerçek"ler, üzerleri ne kadar örtülürse örtülsün, bir gün ortaya çıkıyorlar ve "tezgâhı" deşifre ediyorlar.
 Nitekim;
 Olayın üzerinden 19 yıl geçtikten sonra, 11 Aralık 2012 tarihli Akit'in manşetinde yayınlanan bir haber "Umut'taki derin tezgâhı" da gözler önüne serdi.
 Akit muhabiri Kenan Kıran, Mumcu'nun katili diye tutuklanan Yusuf Karakuş'un, "DGM Savcısı'na verdiği ifadeye" ulaştı ve "cinayetin, Müslümanların üzerine nasıl yıkıldığını" belgeleriyle ortaya koydu...
 Kenan Kıran'ın haberi özetle şöyleydi:
 "Uğur Mumcu'ya suikast düzenleyenleri yakalamak üzere başlatılan soruşturmada 6 Mayıs 2000'de gözaltına alınan Yusuf Karakuş'un, Umut operasyonu başlamadan 34 gün önce yani 3 Nisan 2000'de dağa kaldırıldığı, yaklaşık bir ay gayri resmi olarak gözaltında tutulup ağır işkencelere maruz bırakıldığı ve ölümle tehdit edilerek Mumcu cinayetini üstlenmesi için hazırlanan senaryoyu kabul etmeye zorlandığı ortaya çıktı.
 Karakuş, 16 Haziran 2000'de soruşturmayı yürüten DGM Savcısı Hamza Keleş'e verdiği ifadesinde, "Beni sözde cinayetten önce kaldığım bir otele üç kere götürüp ezberlettiler. Buluşma yeri olarak bir cami belirleyip yerini öğrettiler. Sonra da Mumcu'nun öldürüldüğü sokağa götürüp sokağın konumunu, bomba konulan otonun bulunduğu yerleri ve yanıltma için yapılacak işleri anlattılar" diyor...
 Bu "bilgi" ve "belge"lere, küçük bir ilâve yapalım ve o günlerde "Sol Güçbirliği Kurulu Genel Başkanı" olan Prof. Dr. Tahir Hatipoğlu'nun Kanal 5'te sarfettiği sözlere yer verelim...
 Prof. Dr. Hatipoğlu diyor ki;
 "Özeleştiri yapıyorum. Pişmanım. Hem kendi arkadaş grubumuzun içinde hem de medya eliyle farklı yönlendirildik... Özel Harp Dairesi tarafından planlanmış bir senaryoyu göremedik. Uğur Mumcu ve Danıştay saldırısı İslami çevrelere yıkılmak istendi.
Mumcu'da başarılı oldular ama Danıştay saldırısı tutmadı. Bu iki olay da tamamen Özel Harp Dairesi tarafından planlanmış bir senaryoydu."
 
ASLINDA FAİLLERİ MALÛM!
 
Daha fazla "ayrıntı"ya gerek var mı?..
Bu iki olaydan da anlaşılacağı gibi; "kuzuyu yemeyi" kafasına koyan kurt, "senaryo"sunu da yazmış, "plân"ını da yapmış!..
Ve hatta, göstereceği "suçlu"yu da baştan tesbit etmiş!..
 Bu "katiller"in kimler olduğuna siz karar verin... Adlarına ister "Gladyo" deyin, ister "Kontrgerilla!"... İster "Özel Harp Dairesi" deyin, ister "Ergenekon!"
 Sonuçta; "faili meçhul cinayetler" denilse de, hepsinin "failleri malûm"dur!..
 Bu faillerin üzerini örtmek için, hiç kimse "başka adres" aramasın... Hiç kimse, "hedef gösterildiler" demesin!..
Çünkü "katil"lerin "gazete"lere veya "televizyon"lara ihtiyaçları yoktur...
Onlar, "hedef"lerini, yani "öldürecekleri insanları" önceden tesbit ederler!.. Zamanı geldiğinde de düğmeye basarlar!..
 Bütün bunlardan sonra demek istiyorum ki; Akit'i "hedef göstermekle" itham edenler, şu soruya cevap versinler;
 "Muammer Aksoy, Bahriye Üçok ve Uğur Mumcu öldürüldüğünde Akit mi vardı?"
 İsterseniz, "daha gerilere" gidelim;
 "Neron Roma'yı yaktığında ya da Lee Harvey Oswald denilen katil, Robert Kennedy'yi öldürdüğünde Akit mi vardı?"
 Bırakın artık bu "numara"ları!..
 Vazgeçin artık bu "bahane"lerden!..
 Koktu bu ayaklar, koktu!..
 Bırakın "bahane" aramayı da, gelin hep birlikte "katil"leri deşifre edelim!..
 Ne o;
 İşinize gelmiyor mu?..
 Onun için mi koştunuz Silivri'ye?!?..
 Dün Silivri'de estirdiğiniz terör; daha önceki "terörist saldırı"larınızı örtebilecek mi?!?


Silivri'ye hiç dikkat ettiniz mi?
 l Hiç dikkatinizi çekti mi bilmem, ama ben düşünmeden edemedim... Hani hep; bazı kişileri eleştirirken "halktan kopuk" ve "halkın inançlarına uzak" deriz ya; işte bu güruhun bir kısmı şu anda ya Şirince'de ya da Silivri'de "kıyamet" bekliyor!..
 l Hiç dikkatinizi çekti mi; "28 Şubat Süreci"nde; "Yargı bağımsızdır... Yargıya herkes saygı göstermeli" diye bas bas bağıranlar, bugün "Adalet zulüm dağıtıyor" diye yırtınmakta ve belki de ilk defa duruşma salonunda "hakimi yuhalayarak" ve "sıra kapakları"na vurarak, "yargıyı protesto" noktasına geldiler!
 l Hiç dikkat ettiniz mi; "arabesk" dinleyeni "ayak takımı" olarak, "lahmacun" yiyenleri de; "Varoş çocuğu!.. Bidon kafa!.. Göbeğini kaşıyan adam" olarak görenler, dün Silivri'de, hem de "duruşma salonu"nda "lahmacun" yemişler iyi mi?..
 l Silivri'deki görüntülere hiç dikkat ettiniz mi; güya duruşmayı takip için gelenler, tam bir "terör" estirdiler... 28 Şubat sürecinde "kucağında oturdukları" askerlere, dün sille-tokat saldırdılar... Demek oluyor ki, 4 yıl önce dâvâ açan savcı, dâvânın adını boşuna "Ergenekon Terör Örgütü" koymamış!..
 
yeniakit