Önce geciken bir yazı..
29 Nisan günü, İngiliz kuvvetleri ile Osmanlı arasında geçen ve 29 Nisan 1916'da Osmanlı'nın kesin zaferi olarak sonuçlanan ‘Kût-ul Ammâre Kuşatması'nın 98. yıldönümüydü.
O vesileyle, ingilizler tarafından hazırlanan kısa bir belgesel izledim..
O müthiş muharebeye değinmeden geçmek, orada can veren İslam askerlerinin hâtırâsına hürmetsizlik olurdu..
Irak, o zaman Osmanlı Devleti’nin hâkimiyetinde idi ve ‘Kût-ul Ammâre’ veya kısaca ’El’Kût’ diye anılan mıntıka, Bağdad’ın 400 km. kadar güneydoğusunda, Dicle- Fırat’ın birleştiği Şattularab’a ve Basra Körfezi'ne yakın bir kasaba ve çevresi..
‘Kût’ul Ammare Muharebesi’, 1. Dünya Savaşı'nın en önemli muharebelerinden biri olarak biliniyor. Osmanlı Ordusu, Kût-ul Ammare Kuşatması ile Çanakkale muharebelerinden sonra İngiliz birliklerine karşı ikinci büyük darbeyi vuruyordu.
‘Kût-ul’Ammare’ yakınlarında konuşlanmış olan İngiliz birlikleri, komutanları başta olmak üzere, 13 bin esir ve 30 bin kadar da ölü vererek ağır bir yenilgi almışlardı.
Kût-ul Ammare zaferi, Türkiye'de 1952 yılına kadar Kut Bayramı olarak kutlanıyordu, Çanakkale Zaferi’nin kutlanmasında olduğu gibi.. Ancak, hem artık Kût’un yeni Türkiye'nin sınırları dışında kalyması ve hem de Türkiye’nin NATO'ya üye olması hasebiyle, ingilizleri rahatsız etmemek için, o kutlama törenlerine son verildi ve Kut Zaferi’ne aid tarihî bilgiler, okullardaki tarih kitablarından bile çıkarıldı.
Osmanlı’nın 6. Ordusu'nun komutanlığına Alman Mareşali Colmar Freiherr von der Goltz Paşa getirilmişti. Onun yardımcısı ise, Miralay (Albay) Nûreddin Bey (sonraların 'Sakallı' Nureddin Paşası) idi. Nureddin Bey'in birlikleri 27 Aralık 1915’de Kut'u kuşatmıştı. İngilizler Kut'u kurtarmak için hücuma geçmiş, ancak, 6 Ocak 1916 tarihinde, Şeyh Saad Muharebesi'nde 4.000 askerini kaybederek geri çekilmişti.
Nureddin Bey başka bir vazifeye getirilmiş, yerine Enver Paşa'nın amcası Halil Paşa getirilmişti.
İngiliz Ordusu, 13 Ocak 1916 tarihli Vâdi Muharebesi'nde 1.600; 21 Ocak Hannah Muharebesi'nde 2.700 askeri kaybederek geri çekilmişti. İngilizler Mart başında tekrar taarruza geçmiş; ingilizler 8 Mart 1916'da Sabis mevkiinde Miralay Ali İhsan (Sabis) Bey komutasındaki 13. Kolordu'ya hücum ettilerse de 3.500 asker kaybederek geri çekilmişler ve, 29 Nisan 1916 Townshend birlikleri 13 general, 481 subay ve 13.300 er ile birlikte Osmanlı Kuvvetleri'ne teslim olmak zorunda kalmıştı. du. Kuşatmada, İngiliz kuvvetleri ve müttefikleri 23.000 ölü ve yaralı, Osmanlı kuvvetleri 10.000 ölü ve yaralı vermiş, 13.100 İngiliz askeri esir alınmıştı.
Böylece ingilizlerin Bağdad’ı ele geçirmek hedefi, tam bir fiyaskoyla sonuçlanmıştı.
*
Belgesel filminin izlediğim bölümündeki konuşmalar şöyle idi:
‘Cihad, Doğu’yu tutuşturamıyordu, ama, hâlâ, ingilizleri korkutma gücüne sahib idi..
Enver’in de yayılmacı planlarını rafa kaldırmak gibi bir niyeti de yoktu.
Ünlü alman mareşalı Colmar von Der Goltz’u, Irak’ta komutayı alması ve savaş çıkartması için İran üzerinden Hindistan’a gönderdi.
O zaman 72 yaşında olan Von Der Goltz ailesine yazdığı mektubunda:
’Kaderin beni bu yaşta dünyanın bir ucuna, gençliğimizde hayallerimizi süsleyen Büyük İskender’in ayak izlerinde seyahat ettireceğini hayal bile edemezdim.’
İngiltere, arablara ’efendilerinin türkler ve almanlar değil, kendileri olduğunu’ göstermek için, bir güç gösterisinin gerekli olduğuna karar vermişti.
(İngiliz) Lord Hardinge:
’Bağdad’ın alınması, Ortadoğu’da, muazzam bir etki yapacaktı. Özellikle de İran ve Afganistan ve kendi cebhemizde.. Çanakkale’deki yenilginin yarattığı talihsiz etkiyi de yok edecekti.’
Mayıs-1915’de Tümg. Sir Charles Townshend komutasındaki ingiliz tümeni, Osmanlı İmparatorluğu toprağı olan Irak’da, Dicle’ye doğru ilerliyordu. Bağdad’a 25 mil kala, Türk 6. ordusu tarafından durduruldular. İngilizler Dicle kıvrımında bir kasaba olan Kut’a geri çekildiler Türkler ingilizleri çevirdi ve kuşatma için pozisyon aldı..
Binb. Dann, Noel’de eve yazdığı mektubunda:
’Bu akşamki yemeğimiz harika.. Pirzola, viski, et suyuna çorba, sombalığı ve mayonez..tavuk, kızarmış ördek ve yeşil bezelyeli italyan yumurtası, çikolata ve elbette evdeki bütün sevdiklerimizin sağlığına içtik..’
İngilizler kendilerini, Colmar von der Goltz’la karşı karşıya buldular, İngilizleri kuşatmakla görevli türk ordusu Hindistan’ı işgal etmeyi ertelemişti.
Goltz ise şöyle diyordu: ’Maalesef, ingilizler iyi siper kazmıştı ve onları temizlemek için teknik anaçlara sahib değiliz Sağ-salim karşılaşıp karşılaşmıyacağımız da Tanrı’nın elinde..’
*
Townshend, bir kaç gün içinde hepimizin kurtarılacağı konusunda iyimserdi.
Ama, Ocak ayı girince, ingiliz ordusunun yiyeceğinin tükenmesiyle birlikte, kurtarma konusundaki ümidler tükendi..
İan Martin (ing. subayı): ’İlk atı yaklaşık üç hafta kestik. O günden beri günde 20 tane kesiyoruz..
At kıyması, çömlekte pişmiş at, at çorbası, tıka-basa at eti…’
Townshends’in garnizonunu savunmaya çalışırken yüzlerce ingiliz askeri öldü.
*
Field Mareşal Colmar von der Goltz: ‘Bu sabah ingilizler ağır bir taarruza kalkıştılar.
Mevziler arasındaki alan ingiliz askerlerininin cesedleriyle doldu.’
L.S. Bill Syer (ing. subayı): ‘Takviye kuvvetler ters akıntı yüzünden buraya gelememiş.’
General Towsnhends, resmî bir bildiri yayınladı: ‘Askerlerim! İngiltere ve Hindistan’ın gözü üzerimizde ve kahraman gibi öleceğiz.’
Bu bizim için iyi değil.. Yeterli yiyeceğimiz olsaydı, Kut’ta bu kadar çabuk kahraman olmayacaktım.’
Diary of Reynolds Leecky: (Reynold Leecky’nin Günlüğü’nden): ‘Askerler zatürreden daha çok, açlıktan, vitamin eksikliğinden ölüyorlar. ingiliz askerleri katır ve at eti yemeyi reddeden Hind taburlarından daha iyi dayanıyor.
*
24 Nisan’da.. kuşatmanın ümidsiz son günlerinde..
Dicle’den Kut’a, 270 ton yiyecek taşıyan bir gemi göndermek için cesur bir girişimde bulunuldu.
Ali İhsan (Sabis /Paşa) Dicle’ye zincir çekip tedarik gemisini tuzağa düşüren türklerden birisi..
Diyor ki: ‘5 bin kişi 2 ay doyuracak kadar yiyecek taşıyan bir ingiliz gemisini de ele geçirmiştik.. Julnar isimli bu gemiye ‘Kendigelen’ adını koyduk.’
General Townshend o kadar ümidsizdi ki, ingiliz garnizonunun serbest bırakılması için türk generali Halil Paşa’ya bir milyon pound para teklif etti.
Halil Paşa: ‘Bu teklif başka şartlar altında yapılmış olsaydı, cevabı, tüfeğimin namlusundan çıkacak olan bir mermi olurdu. Sakinliğimi korumaya çalışarak bu öneriyi bir şaka olarak kabul ettiğimi söyledim.’
*
Nihayet, 29 Nisan 1916’da kuşatmanın 116. gününde, Townshend teslim oldu. Gelibolu’da yenilmekten bile daha aşağılayıcı bir yenilgiydi bu..
Memoire of William Spackman: ‘Herkes kahrolmuştu. Korkunç bir değersizlik hissi veren o teslim olma sabahını asla unutmayacağım.
Teslim oluşun melankolik işlerini işlerini yapmaya başladık.
Zavallı topçular..
Gururla baktıkları silahlarını parçalara ayırırken bazıları da gözyaşlarını tutamıyorlardı.
Türkler öğleyin geldiler ve mevzileri devraldılar.
Babil’in sularının kenarına oturduk ve ağladık.’
*
Mareşal von der Goltz, Kut’taki türk zaferine az bir zaman kala, tifüsten öldü.
Ama kahince ve sıradışı görüşlerini satırlara dökmüştür:
’Benim için bu anki savaş, uzunca bir tarihî gelişmenin sadece bir başlangıcıdır. Bittiğinde İngiltere’nin dünyadaki pozisyonu yenilgi uğrayacak..
20. yüzyılın belirgin özelliği, Avrupa’nın koloni emperyalizmine karşı renkli ırkların ortak devrimleri olmalıdır.’
*
Memoirs of Hans von Horn: (Hans von Horn’un hâtırâlarından):
‘Türkler birkaç gün once ölen ve çok sevdikleri Mareşal’ı gömdükleri yere geldiler.
Türk general, ona malettiği Kut’un düşüşü müjdesini, ölen komutana söylemek istedi.
Townshend, İstanbul’daki konforlu esaretine doğru yola çıktı.
Kuşatma sırasında İngiliz ve Hind askerlerinden 1 700 kişi öldü.’
*
D. Hughes:
‘Ama daha kötüsü..
12 bin asker Kut’tan Bağdad’a yürüyordu.. Askerlerin büyük çoğunluğu mahvoldu. Yere devriliyorlar, dizanteri ve yüksek ateş yüzünden acı içindelerdi. Baştan başa pislik ve ..
Savaş bitene kadar 4 binden fazla yaralı savaşçı Türkiye ve İngiltere’nin ihmalkârlığının kurbanı olarak esir kamplarında öldüler.
Artık bu çocuklar asla geri dönmeyecekler, asla geri dönmeyecekler..
Kamp bir kuyuya döndü çocuklar.. Korkunç bir çukura döndü..
Kapat köhne dükkanının pencereni ve kapıya bir ikaz koy:
’Malzemelerimizi Ritz’in keyfi için topluyoruz ve artık asla geri dönmeyeceğiz..’
Müttefikler savaşın başında Osmanlı imparatorluğu’nu kaale almamıştı.
Ama, savaş sonrasında ellerinde kalan, ağır yenilginin acısı oldu..’
(Not: Bu ingiliz belgeselinde türk askerleri olarak anılanların, sadece türk kavminden değil, bütün Osmanlı vatandaşlarını içine alacak şekilde anlaşılması gerekir.)
*
Bu hatırlayıştan sonra, günlük konulara geçebiliriz..
İran’ın Ankara B. Elçisi Ali Rıza Bigdeli, 6 Mayıs günü, Hacettepe Üni. Uluslararası İlişkiler Bölümü’nün konuğu olmuş ve bir konuşma yapmış ve Kur’an’ı dış politikaya ilişkin mesajlar içerip içermediği yönünden de okuduğunu belirterek, ‘Kur’an âyetlerinin hemen hemen üçte ikisi, uluslararası ilişkiler ve dış politika mesajları içermektedir. Örnek vermek gerekirse, Kur’an-ı Kerim’in ilk âyeti Fâtiha sûresidir. Bu âyetin içeriği bile bize dış politikada yol gösterebilir..’ demiş..
Elbette, istendikten sonra, bu mânâlar da çıkarılabilir.
Çünkü, o âyetlerde ‘Âlemlerin Rabb’ine hamd’ edilmekte ve ‘Sen’den başkasına kulluk etmeyiz ve Sen’den başkasından yardım dilemeyiz.’ âyetleri de bu mânada değerlendirilebilir.
*
Bu vesileyle, biraz dış siyasetle de ilgili bazı konulara değinelim..
Tehran’da yayınlanan Keyhan gazetesinin 4 Mayıs günü (İran takvimiyle 14 Ordibeheşt ) Pazar günü ilginç bir haber-yorum vardı.
Buna göre, 20 sene öncelerde İİC’nin Ittılaat (İstihbarat) Bakanı da ve şimdi de C.Başkanı Hasan Rûhanî’nin ‘kavmî ve dinî azlıklar’ konusunda Başdanışmanı olan Ali Yûnisî’nin Şiraz şehrinde bazı temaslarda bulunmuş ve konuşmalar yapmıştı ki, bunlar sözkonusu gazete tarafından acaib, garib, temelsiz ve asılsız açıklamalar olarak niteleniyordu.
Bu nitelemeyi hak ediyor muydu o konuşmalar?
Yazıya bakıldığında, iddialar doğruysa.. Üzerinde durulmayı gerektiriyor.
Çünkü, -kendisi de bir Huccet-ul’İslam unvanlı bir molla-ahund- rûhanî olan- Yûnisî yaptığı konuşmalarda 1979’da gerçekleşen İslam İnqılabı’ndan sonra pek değinilmeyen konulara değinmiş..
Meselâ..
‘İran bayrağındaki üç renk, kadîm bir millî semboldür.’ demekle yetinmemiş; Şehinşahlık rejiminin bayrağında yer alan ve kılıç tutan bir arslan ve üzerinde güneş ve tâc için kullanılan ve ‘Şîr-i Hurşid’ (arslan-güneş) diye isimlendirilen sembolün Şahlık rejimiyle ilgisinin olmadığını; oradaki ‘arslan’ın Hz. Ali’ye, hurşid’in Hz. Peygamber’e işaret olduğunu, sadece tâc’ın Şah’lıkla ilgisinin bulunduğunu iddia etmiş..
Bununla da yetinmemiş.. ‘Eğer bana kalsa, Hilâl-i Ahmer’i (Kızılay’ı) da değiştirir, yerine Şîr-i Hurşid’i tekrar koyarım.. Gerçi, Hilâl-i Ahmer’e de saygım vardır.’ da demiş..
*
Yûnisî, daha sonra Şiraz’da yahudilerin sinagoguna da gitmiş ve ibadetlerini izlemiş ve orada da bir konuşma yaparak özetle şunları söylemiş: ’... Sizin ibadetinizi temaşâ ederken, güzel duygular yaşadım.. Sizin sinagogunuzu da çok sâde buldum. Mâbedler ne kadar sâde olursa o kadar iyidir. İbadetten murad, kişinin Allah’la irtibat kurmasıdır.’
Bu sözler açıktır ki, hele de, mescidleri ve türbelerinde altın işlemeciliğinin ve billûr aynacılığın dünya çapında en ileri örneklerine sahib olan İran gibi bir ülke açısından, ilginçtir. Ancak, Yûnisî, yuhadilere hitaben daha sonra, İran’ın İslam öncesi binlerce yıllık tarihî geçmişine, Pers İmparatorluğu’na da değinmiş ve 2000 yıl öncelerdeki büyük Pers hükümdarlarından Kuroş (Kurus, Cyrus)’u da anmış ve Kuroş’un, içlerinde bazı Beni İsrail peygamberleri bulunan büyük yahudi kitlelerini Buhtunnasır (Nabukudnazar)’ın zindanlarından kurtarışını hatırlatmış ve Kuroş’u, -o zaman Avrupa’da mahallî ve vahşî hükûmetlerin olduğu bir zaman diliminde- bir cihan imparatorluğu kuran ve Mısır, Filistin, Güney Avrupa ve Kafkaslar’da beşer tarihindeki ilk büyük imparatorluğunu tesis eden bir kimse olarak tebcil etmiş..
Yûnisî, daha sonra, İranlıların başka halklar ve dinî azlıklarla huzur içinde, birlikte ve yaşadıklarını belirttikten sonra, ilginç bir cümle kurmuş: ‘Ben ahund ve o haham olmasa, bütün halk huzur içinde yaşar. Halk, birlikte yaşamanın yolunu kendisi biliyor.
İran’da yaşayan yahudiler, yahudilikle sionizm mes’elelerinin karıştırılmasından rahatsızdırlar. Bu iki konu birbirinden ayrıdır ve birçok yahudi de, sionizme karşıdır. Hattâ, Beni İsrail devletindeki yeni nesiller de tıpkı İran’ın yeni ve ıslahatcı nesilleri gibi, birlikte ve barış içinde yaşamak konusunda birbirlerine daha bir yakınlaştılar.’
Açıktır ki, bu cümleler de İran gibi bir ülkedeki hâkim olan sosyo-politik atmosfer açısından epeyce cür’etli ifadeler..
Yûnisî konuşmasında, daha sonra ‘El’Qaide, selefîler, vehhabîler ve yahudilikte de sionizm gibi ve hristiyanlar arasındaki benzer aşırılıklar’a değinip, ‘bütün peygamberlerin müşterek mesajınının insanların barış içinde ortak yaşaması’ olduğunu söylemiş ve ‘Ben bir müslüman olarak sizleri müslüman yapmak fikrinde olmamam ve aynı şekilde sizin de kendi inancınızı galib getirmek için çalışmamanız gerekir. Birlikte yaşarken, birbirimizin başına külah geçirmeye kalkışmamamız, birbirimizi olduğu gibi kabul etmemiz ve Allah ile münasebetimizi iyileştirmemiz gereklidir.
İİC’nin siyaseti hiçbir din ve mezhebe baskı yapmamak kuralını takib etmektedir; vatandaşlar olarak herkesin karşılıklı hakları vardır, hiç bir İranlının İranlı olmak hukukundan mahrum olmayacağı şekilde davranmalıyız..’ demiş..
*
Bu sözler medyaya yansıdığında, Ali Yûnisî, ‘sözlerinin noksan aktarıldığını ve sanki ulemânın fetvalarına aykırı görüşler belirtmiş gibi yansıtıldığını’ belirtti, ama, devlet tarafından yayımlanan ve Gien. Yy. Md. de, İnqılab Rehberi tarafından tâyin olunan Keyhan gazetesinin başmakalesinde, 5 Mayıs günü, gazetenin Gen. Yy. Md. Huseyn Şeriatmedarî, Yûnisî’ye hitaben bir yazı yayımladı. ‘At ve kılıcı geri ver..’ başlığı altında..
Yazıda konuya bir hikaye anlatılarak giriliyor ve duygularını ‘Keşke ben de Kerbelâ’da Hz. Huseyn’in yanında olaydım.’ diyen bir kişinin, rüyasında Âşurâ günü Hz. Huseyn’in vardığı, savaşa katılmak için izin istediği ve Hz. Huseyn’in de kendisine izin ve de at ve kılıç verdiği, ancak düşman ordusuyla karşılaşınca korkuya kapılık kaçtığını itiraf ettiği anlatılıyordu. O rüya anlatılırken, orada bulunanlardan bir kişinin, ‘Mâdem ki kaçtın, o, senin kendi şahsınla ilgili.. Ama, o kılıcı ve atı geri ver! Ya da, bedelini öde..’ dediği de belirtilerek..
Yazıda, bu girişten sonra, Yûnisî ince bir şekilde eleştiriliyor ve şöyle deniliyordu -özetle-:
‘Ali Yunisî’nin söyledikleri sadece İslam aqaidine, hattâ diğer dinlerin genel çerçevesine de aykırıdır. Onun şahsî görüşleri kendisine aiddir, ama, sıfatı ve makamı itibariyle, İİC adına söylenmiş sayılacağından üzerinde durulmalıdır.. İran yahudilerinin de diğer dinî azlıklar gibi İran’da âzâd bir şekilde yaşamaktadır. 8 yıl süren İran-Irak Savaşı’nda da cebhelerde bulundular ve ‘şehid’ verdiler..
Ancaaak, (...) Cumhurbaşkanı Başdanışmanı Yunisî’nin sözünü ettiği Benî İsrail devleti nerededir? Arizona Çölü’nde mi, Kuzey Kutbu’nda mı, Avustralya Ormanları’nda mı? Veya yerkürenin, -Yunisî dışında kimsenin bilmediği- başka bir yerinde mi teşkil olunmuştur?
Elbette ki öyle değil.. C. Başkanı Başdanışmanı’nın resmen tanımak mânâsında sözünü ettiği Beni İsrail Devleti, ‘bebek kaaatili olan uydurma İsrail rejimi’dir..
Yunisî’nin sözünü ettiği İran’ın ıslahatçı yeni nesilleri de İsrail rejiminin cinayetlerinden bîzardır, rahatsızdır, acı çekmektedir ve Filistin’i, Filistin halkının vatanı olarak bilmektedir, işgalci sionistlerin değil..
Yunisî’nin, ‘Eğer ben ahund ve o haham olmasa, halk daha bir barış içinde birlikte yaşar..’ şeklinde dile getirdiği görüş ise daha bir esef vericidir.
Ulemâmızdan kim, yahudi vatandaşlar aleyhine bir söz söylemiştir ve onların inançlarına müdahale etmiştir? Ya da hangi haham, vatandaşlarımızın inancına karışmıştır?
Böyleyken, bu söz niçin söylenmiştir?
Yok, öyle değil de, bu söz sadece İran için değil de genel olarak söylenmişse; yoksa, Sn. Yunisî, işgal edilmiş Filistin diyarını sioyinst İsraile reimine mi aid sayıyor?
Böyleyken, Sn. Yunisî gibi bir ahund’un ya da bir ‘haham’ın düşünceleri halkın birlikte yaşamasına engel mi?
Sn. Yunisî’nin yahudi kavminin geçmişteki maceraları ve Kuroş’la ilgili ve kadîm İran’la söyledikleri de gerçek olmayan görüşlerdir ki, geçelim.’
*
Evet, bu gibi görüşler, sadece İran’da değil, başka müslüman coğrafyalarda da mekan ve muhatab kitleler değişse bile, genel olarak tartışılmaktadır ve tartışılmalıdır. Çünkü, içinde yaşadığımız dünyadan kendimizi soyutlayamıyacağımıza göre, bu dünyada aslî kimlik ve değerlerimizden ayrılmadan nasıl yaşayabileceğimizin temel çerçevesini belirlemek zorundayız.
*
İran’dan söz etmişken..
Suriye Buhranı konusunda bu ülkenin nasıl bir siyaset izlediği ve çoğu müslüman halkların bu yüzden hayal kırıklığı yaşadığı bir ayrı konu.. Keza, İsrail rejimine karşı verdiği Lübnan- Hizbullah Teşkilatı’nın verdiği çetin mücadeleden yıllar sonra, bu gücün şimdi, Suriye’de 50 yıllık Baas rejimi ve 45 yıllık Esed Hanedanı diktatörlüğünü ayakta tutmak için vargücüyle savaşması da bir ayrı elem konusu..
Daha önce bu konuda, bu satırların sahibince, Hizbullah lideri ve diğer yetkililerin ağzından nakledilen ‘Eğer biz olmasaydık, Beşşar Esed rejimi iki günde çökerdi..’ şeklindeki sözleri aktardığımızda, bazıları, ‘İsbatla, yalan söylüyorsun, öyle bir şey yok..’ diyorlardı. Ancak, uçurumun derinleşmemesi ve ‘Gün olur, belki hatadan dönülür..’ ümidiyle, bu konular mümkün olduğunda geçiştirilmeye çalışılmıştı.
Ama, (son C. Başkanlığı seçiminde 4 milyonu aşkın oy almış ve 1980-88 arasında 8 yıl süren İran-Irak Savaşı’nın son 7 yılında İnqılab Muhafızlar Ordusu’na başkomutanlık yapmış olan Serdar Muhsin Rızaî’nin) ‘tabnak.ir’ isimli stratejik yorumlar sitesinde 6 Mayıs (İran’da kullanılan hicr-i şemsî takvimle, 16 Ordibeheşt 1393) günü, 398525 kod numarasıyla ve ‘El’Mustaqbel Hareketi’nin, Serdar Safevî’nin konuşması sebebiyle Hizbullah’a itirazı..’ başlığı altında yayınlanan haber bu konuda bizzat en yetkili ağızlardan tekrarlanmaktadır.
Bu haber-yorum’un bu konuyla ilgili bölümünde şöyle denilmektedir:
‘Lübnan Parlamentosu’ndaki ‘El’Mustaqbel Hareketi’, Salı günü bir bildiri yayınlayarak Serdar Safevî’nin konuşmasını tehlikeli olarak niteledi ve Hizbullah’ın bu konuda şeffaf hareket etmesini istedi.
Tabnak’ın bildirdiğine göre, Silahlı Güçler Başkomutanı (İnqılab Rehberi)’nin Baş danışmanı ve Yardımcısı Serdar Tümg. Seyyid Yahya Safevî, bölgede şartların son yıllarda değişmesi münasebetiyle, ‘Kesinlikle, Amerika, Arabistan, Türkiye, Qatar ve Avrupa ülkelerinin, Beşşar Esed’i devirmek yolundaki Batıcı, arabcı ve sionist ortak cebhe planları yenilgiye uğramış ve İran İslam Cumhuriyeti için büyük bir zafer meydana gelmiştir. karşıya gelmiş; İran’ın nüfuz kudreti İran, Irak ve Suriye üzerinden taa Akdeniz’e varmıştır. Bu, üçüncü kezdir ki, İran’ın gücü Akdeniz’e ulaşmaktadır.
Bizim savunma hattımız artık (İran- Irak sınırındaki) Şelemçe değil, savunma sınırımız Güney Lübnan’da israil iledir, stretejik savunma derinliğimiz taa Akdeniz kenarına, İsrail’in başına ulaşmıştır.
Batılıların üzüntüsü, İran’ın kudret ve nüfuzunun Fars Körfezi’nden taa Akdeniz’e kadar genişlemesindendir.’
Sözkonusu Lübnan’lı grub, yayınladığı bildiride ‘Serdar Safevî’nin bu konuşmasını tehlikeli bir değişimin işareti olarak niteleyip, İran ile Hizbullah arasındaki irtibatın gerçek hedefinin ve Hizbullah’a verilen rolün ne olduğunu’ sormakta..
‘El’Mustaqbel Hareketi’, bu vesileyle, Hizbullah’ın maksad ve niyeti üzerine bir soru işareti koymakta ve Lübnan halkının böyle bir konuşmaya muhalif olduğunu idida etmekte ve Hizbullah’ın bu konuda şeffaflık içinde hareket etmesini istemekte..
Eski Lübnan başbakanı Fuad Sinyore liderliğindeki ‘El’Mustaqbel Hareketi’, Lübnan Dışişleri Bakanı Cibran Bâsıl’dan, bu konuda, anayasa gereğince ve Lübnan’ın ulusal mefaatleri gereğince sorumluluğunu yerine getirmesini istemiştir. (...)
Lübnan Cumhurbaşkanı Mişel Suleyman’ın da, bu konuşmayı eleştirdiği ve bunu Lübnan’ın ulusal menfaatlerine aykırı bulduğu söylenmekte.. O, bu konuyu aydınlatmak için İran makamlarıyla temasa geçeceğine de söz vermiştir.’
*
Evet, bu konu da yazının ilk bölümünde değinilen hususlarla birlikte bir araya getirildiğinde nasıl bir tablo çıkar ortaya, o da bir ayrı konu..
*
Coğrafya, toprak, ve jeo-stratejik üstünlük kazanma çabaları..
Bu, ne yazık ki, her zaman sözkonusu ve biz müslümanları da tehdid ediyor..
‘Vatan sözkonusu olunca, gerisi teferruattır..’ sözü devamlı ve nicelerimizi etkilemiyor mu ve bu gibi görüşlerle nice cinayetler işlenmiyor mu?
*
Bir gün, Saddam Irakı’nın en donanımlı gücü sayılan Cumhuriyet Muhafızları Ordusu’ndan bir isimle karşılaşmıştım.
Saddam’ın ordusundayken, İran- Irak Savaşı’nda İran güçlerine karşı savaşmıştı.
Ama, bir şiî müslüman olan muhatabım, şiada önemli bir ilmî ve fıqhî makam olan müctehidlik makamını da haiz olan İmam Khımeynî’ye derin bir kalbî bağlılık içinde bulunduğunu anlatmıştı.
Tabiatiyle, öyle bir durumda öyle bir askerin, düşman ilan edilen tarafın askerleriyle nasıl savaşacağı ayrı bir konudur.
Ama, İran ordusu Irak topraklarına girdiği zaman, İmam Khomeynî muhabbetini de bir kenara bırakmış ve kendi deyimiyle, ‘aslanlar gibi savaşmış’ idi..
Çünkü, ‘vatanımıza, topraklarımıza saldırılmıştı..’ diyordu..
Kardeşler bile tarla bölüşümünden dolayı birbirlerini öldürmüyorlar mıydı?
*
Bu vesileyle bir diğer noktayı da hatırlayalım..
17 Nisan günü bir tv. proğramında konuşan Rusya Lideri Putin, Ukrayna’nın devrik Cumhurbaşkanı Viktor Yanukoviç’in 22 Şubat gecesi Kiev’den kaçması konusuna da değinirken, “Yanukoviç’in yerinde siz olsaydınız kaçar mıydınız” sorusuna da, “Hepiniz benim Sovyet döneminde KGB’de çalıştığımı biliyorsunuz. Bize KGB akademisinde ilk öğrettikleri şey, vatanı sevmekti. Büyük laf söylemek istemiyorum, ama, ben kanımın son damlasına kadar ülkemi savunurum” şeklinde karşılık vermişti..
Evet, vatan’ı sevmek.. Vatan sevgisi üzerine hadis rivayetleri de var..
Ama, vatan neresidir?
Saîd Halîm Paşa, yüz yıl öncelerde, ‘Muselman nazarında vatan, inancının hayata hâkim olduğu yerdir..’ tarifi yapıyordu.. Bu anlayşış açısından biz bugün nerelerdeyiz?
Vatan anlayışı İslamî mânâda aslî zeminine oturtulamadığı zaman, o yolda nice zulümler de işlenmemiş midir?
*
haksöz