Doğrudur, ‘adâlet mülkün temelidir.’Bu vecîz ifade, Hz. Ali ve Hz. Ömer’e nispet olunan ve Arapça aslıyla, ‘el’adl, esas’ul mulk’ şeklindedir.
‘Mülk’ deyince bugün aklımıza hemen her ne kadar mal-mülk geliyorsa da; genelde, ferdî veya içtimaî olarak sahip olunan maddî- manevî bütün değerler girer; en başta ‘memleket, ülke’ gibi kavramlar da dahil..
***
İlginçtir, ülkemizdeki mahkemelerin tamamının duvarlarında, ‘Adâlet mülkün temelidir’ yazısı göze çarpacak büyüklükte karşımıza çıkar ve altında da laik rejimin ilk şefinin, resmî ideoloji tarafından ‘ikon’ haline getirilmiş bir çehre kabartması.. Yani, o söz, o kişi tarafından söylendiği iddiasıyla bayraklaştırılıyor. O sözü o kişi de tekrar etmiş olabilir ama, asırlarca bir kalıp halinde söylenegeliyordu; her söyleyene göre de ayrı mânâlara bürünerek..
***
Nitekim, laiklerce o resmî ideoloji ikonu’na nispet edilerek temsil ettirilmek istenen adâlet kavramı ile bir müslümanın Kur’an’dan çıkardığı mânâlara göre anladığı adâlet kavramının aynı mânâyı içerdiğini düşünmek bile bir zulüm olur.
Çünkü her iki anlayış, birbirinin zıddı olan mânâları taşımaktadır.
Gerçekte, o yargı kurumlarında yargılanan insanların büyük kısmının anladıkları adâlet anlayışı ile resmî ideolojiye bağlılık yeminleri ederek yargı makamlarına gelmiş olan yargıçların dünyaları ve anlayışları arasında dağlar kadar fark vardır.
Önce bu tespiti yapmak gerekiyor, konunun anlaşılması için..
***
Dilerseniz, bir de hak-hukuk kavramının kaynağı açısından da bir şeyi daha hatırlayalım.
Mevcut anayasa, hukukun kaynağı olarak resmî ideolojinin kutsadığı bir takım ‘ilke ve inkilaplar’ı göstermektedir.
Yani, su başlarını devler tutmuş..
Ki, ağır baskılarla, cebr ve ikrah ile kabul ettirilen bir metnin geçersizliğinin mantığınca o anayasanın geçersiz sayılmasının gerekliliği de söylenmiştir. Nitekim, Yargıtay Başkanlığı’ndaki son demlerinde eski bir ünlü yargıç da bu görüşü dile getirmişti, 10 yıl öncelerde.. 1982 Anayasası’nın, süngü ucu zorlamalarıyla cebren ve ikrah ile kabul ettirildiğini ve bu yüzden ‘keenlemyekûn’ (bütünüyle geçersiz) sayılması gerektiğini belirterek...
Gerçekten de, 28 Şubat 1997 Zorbalığı günlerinde, gösterişli cübbelerinin içindeki binlerce ‘ulu yargıç’lar da, kafileler halinde -davet edildikleri- Genelkurmay brifinglerin de arz-ı ubûdiyet edip postal yalayarak resmî ideolojiye imanlarını (!) tazelemişler; orada kendilerine dikte olunan, dayatılan bir tuhaf hukuk ölçüsüyle ‘aydınlatılıp’, hukukun ve yargının aslî vazifesinin laik rejimi korumak olduğunu zihinlerine iyice kazımışlardı.
Yani, hukuk ve adâlet kavramlarından, her otoriteye göre farklı mânâlar çıkarılabilmekteydi.
***
2010’daki Anayasa değişiklileriyle Anayasa Mahkemesi’ne verilen yetkilerin, o mahkemenin ‘yargıç’larınca nasıl çarpıtıldığını ve nasıl kötüye kullanıldığını son günlerde bir kez daha gördük.
Bu arada, AK Parti’nin böyük hukukçularının, o değişiklikler yapılırken, günü kurtarmak kaygusuyla, suistimal yollarını tıkamayı göremedikleri de görülmeli..
O yüzden, o mahkemenin üzerinde hiçbir kontrol mekanizması yok!.
Halbuki, Anayasa’da yapılan değişiklikle, görülmekte olan dâvalarda değil, bütün iç hukuk yolları tükendikten sonra, kişinin hakkını arayabilmesi için AYM’ye ferdî başvuru imkanı getirilmişti. Şimdi görülüyor ki, bu şartı AYM, dilediği gibi yorumlayabiliyor.
***
Mes’ele, ağır suç sayılan devlet sırlarını gazetecilik mesleğine sığınarak açıklayanların AYM eliyle ve verilmemiş bir yetkinin kelime oyunlarıyla çarpıtılması sonucunda serbest bırakılmaları ötesinde; yargıçların kendilerini, la’yus’el/ sorumsuz kabul etmeleri.. Milletin vermediği bir yetkinin millet adına kullanılması şeklindeki laik kurnazlığa başvurmaları..
Adâlet ve hukuk adına, yargıçlar yönetimi veya diktatörlük, jürokrasi ve megalomaniası..
Adâleti, süngü ucu dayatmalardan imbikleyen bir zorbalık anlayışı..
Buna da denilir, ‘Yüce yargı’!!
stargazete