Gezi olayları sırasında başörtülü bir kadına yapılan saldırı tekrar gündemde. Başörtülü kadın maruz kaldığı insanlık dışı muameleyi açıklamak, ispat etmek, vu’ku bulduğuna inanmayanları ikna etmeye zorlanıyor. Hedef tahtasına oturtulup, kendini savunmaya mecbur bırakılıyor. Genç kadın üzerinden ideolojik ve daha da önemlisi siyasi bir savaş yürütülüyor. Ona sahip çıkanlara da had bildirilmeye çalışılıyor. Kadına karşı yapılan saldırılarda kadının beyanının esas alınması ilkesi bu olayda devre dışı bırakılıyor, başörtülü kadın mağdur iken o ve yanında duranlar suçlu sandalyesine oturtuluyor.
Yaklaşan seçimleri de göz önünde bulunduran hükümet düşmanları kamusal huzuru bozabilmek adına olayı tekrar gündeme taşımayı seçmişler belli ki. Bu duruşu besleyen arkaplandaki felsefeyi irdelemeye çalışalım. Şiddet konusunda kadının söylediklerine güvenilmesi ilkesi nasıl oluyor da bu konuda yok sayılabiliyor, bundan bahsedelim. Bu durumun yürürlükte olan başka uygulamalarla ne tuhaf bir kavşakta örtüştüğünden söz edelim.
Gezi olayları sırasında bebeği ile birlikte akla hayale sığmayacak bir tarzda saldırıya uğrayan genç kadın ülkemizdeki devlet eliyle onyıllarca inşa edilip korunup kollanan Oryantalist değerler sisteminin bir kurbanı oluyor. Bu mağduriyeti de bir değil iki seviyede yani katmanlı olarak yaşıyor. Oryantalist değerler sistemi öğretilmiş bir hiyerarşiye işaret eder, hatırlayalım. Batı ve doğu diye iki zıtlık halinde bölünen zihin batı ve batının temsil ettiklerini taltif eder, öne çıkarır, hiyerarşide üst sıralara koyar, olgunluğu, insan olmayı, doğru ve güzelliği bu tarafta mündemiç addeder, bütün bozukluk ve kötülükleri karşısında konumlandırılan doğuya ve ona ait olana yükler. Başka vesilelerle bu köşede daha önce bahsettiğim üzre batılı insan ise, doğulu “az-insan” yani insan olmanın altında bir yaratıktır. Ebugüreyb’den dünyaya yansıyan ve insanlığın utanç manzaraları da tam bunu örneklendirir. Çöl ortasında, uzaktan bakılsa kum yığını zannedilecek Ebugureyb mahkûmları, üstlerindeki kıyafetlerden yoksun bırakılırken aslında insanlıklarından yoksun bırakılıyordu. Bilinç altına gönderilen mesajda da “onlar zaten insan değiller ki canları yansın” gibi bir zalimlik normalize ediliyordu.
Kabataş olayında saldırıya uğrayan genç kadın da kendisine psikolojik ve fiziksel işkence yapmaya yeltenen saldırganların gözünde insan olanın layık olduğu saygı ve değere layık görülmüyordu. Çünkü onlar onyıllardır zihinlerine işlenen başörtüsü düşmanlığı ile onunla örtüşen günün atmosferi içinde dolduruluşa gelerek, yakıp yıkmayı, bir müslüman genç kadını ve küçük yavrusunu tartaklamayı ve daha da daha da çirkinleşerek başka şeyler yapmayı seçiyorlardı. Merhamet gibi insancıl duyguların yerini karşılarında “insandan daha az” bir varlık ve dahi yokluk olarak kabul ettikleri birini çeşit çeşit çirkinliklere maruz bırakma arzusu alıyor.
İntikam duygusu ile saldırıyorlar. Mesele ağaç değil, anlamadın mı babında sloganlar atanlar, meselenin çok derin ve çok geçmişten geldiğinin de sinyalini veriyor. İstiklal Mahkemelerinde derdest ettikleri de üzerlerine bir gecede bomba yağdırıp, yok ettikleri de saygıdeğer bir mücadelenin değil, insanı insandan daha az görmekle alakalı bir dünya tahayyülünün birer sonucu. Karşısındaki böcek çünkü, böcekte can var, böcekten de aşağı çünkü, eşya desem insan eşyaya bile saygı gösterir de birinin elinin sanatından çıktı diye hürmet eder, itmez kakmaz çizmez. Kabataş saldırganlarıysa karşılarındakini eşyadan da aşağı görüyordu. İçlerindeki nefret bedenlerine yansımıştı.
İşte çağdaş Türkiye diye ayağa fırlayanlardan, başını örteceksen Suudi Arabistan’a git diyenlerden, karafatma diye çarşafını çekenlerden, başörtüsünü yırtanlardan bir nebze daha ilerisi bunlarınkisi. Bu ülkede bunların olmadığını kimse iddia edebilir mi ki şüphe edelim Kabataş’ın gerçekliğinden...
yeniakit