Kan kanla yıkanmaz da; bunca ordular niyedir?

Selâhaddin Çakırgil

İran"ın (Afganistan-Pakistan sınırında, hemen tamamı sünnî müslüman beluc halkının yaşadığı) Sistan"u Belûcistan eyaletinde, yıllardır, sünnî-belûc müslümanların bağımsızlığını saağlamak iddiasıyla ve "Cundullah" (Allah ordusu, askeri) adıyla kanlı bir terör örgütü kurmuş ve yüzlerce şiî ve sünnî müslümanı acımasızca, hattâ mescidde namaz esnâsında bile katlet(tir)miş olan (ve İran"ın Öcalan"ı durumundaki) Abdulmâlik Rigî, Dubai"den -daha sonra kendi itirafına göre, Bişkek civarındaki Manas"ta bulunan Amerikan Üssü"nde Amerikalı yetkililerle görüşmek üzere- Kırgızistan"ın başkenti Bişkek"e gitmek üzereyken yakalanıp İran"a getirilmişti.

Rigî, 7 ay kadar süren bir muhakemeyi takiben sâdır olunan îdam hükmü gereğince, 20 Haziran sabahı Tahran"da îdam olundu..

Abdulmâlik 30 yaşlarındaydı ve 19 yaşındayken oluşturduğu "Cundullah" (Allah Ordusu) gibi yaldızlı bir isim altında ve sünnî müslüman belûc halkının haklarını, âmme / kamu hukuku genel düzenlemesini şia fıqhına göre tanzim etmiş olan İİC"ne karşı savunmak adına, bir silahlı terör örgütü oluşturmuştu.. Bu örgüt aracılığıyla, korkunç kanlı eylemler gerçekleştirdi, İslam adına..

Abdulmâlik Rigî"nin kardeşi Abdulhamîd de bir ay kadar önce îdâm olunmuştu..

"Cundullah" gibi gibi güzel bir isim taşıyan örgütünün geride kalanları yayınladıkları bir bildiride, Rigî"den "şehîd" diye söz ettiler, onun, lise çağlarından beri "şehadete âşık ve şimdi de, o hedefine nail olduğunu" bildirdiler... Yani, onun işlediği onca kanlı eylemleri, takibçileri de, üstelik İslam adına yapılmış gibi kabullendiler..

"Şartlanmış beyin"lerle hareket etmek ile, iman arasındaki farkı ve sınırları belirleyememek körlüğü, insana, işte böyle, namaz kılan yüzlerce insanı, o andayken bile inanç adına öldürtebiliyor ve bunu güzel bir şeymiş kabul ettirebiliyor.. Gece namazlarına devamlılığı ve zâhidliği ile bilinen Abdurrahman ibn Mulcem"in, Hz. Ali"yi "tekfir" ederek öldürmesini hatırlayalım..

*

Ehl-i Beyt Haber Ajansı"nın 22 Haziran günü yayınladığı bir haber-yoruma göre,

Abdulmâlik Rigî"nin bizzat veya örgütü eliyle işlediği/ işlettiği cinayetlerde hayatlarını kaybedenlerin yakınlarından birçoğu, îdâm gecesi, Rigî ile görüştürüldüler..

Sözkonusu ajans, bu ilginç görüşmeyi, iki yakınını Rigî"nin örgütünün öldürttüğü bir eylem sonunda, kendisi de rehine alınan ve büyük meblağlarla 5 ay sonra serbest kalabilen Rızâ Lekzaî"nin kaleminden yayınladı..

Rigî, görüşme mekanına üzerinde bir gömlek, mavi bir şalvar, ayağında bir sandalet, çorapsız olarak getirilmiş.. Hafif sakallı olarak.. Gözlerini kurbanlarının yakınlarının gözlerinden kaçırmak için, başını önüne eğmiş vaziyette..

"Bunları tanıyor musun?" diye sorulduğunda, görüşmeyi aktaran Rızâ Lekzaî"yi şahsen tanıdığını söylemiş; diğerlerini, hayır!

Bazı anneler nefretlerini, hışmlarını, acılarını Rigî"nin yüzüne tükürürcesine haykırmışlar.. Bazıları ise, "Allah"tan korkmadın mı?" diye sorgulamaya çalışmışlar..

Bütün bunlara karşı, onun cevabı, hep utanç içinde, başını önüne eğmek olmuş, arada bir de, "Benim için dua edin.." diyebilmiş.. Bir de ilginç bir sözü var: "Biz Pakistan"da ders okuduk, taassuba duçâr olduk.."

(Pakistan"da, hele de son 10 yıldır, sünnî ve şiî müslümanların birbirlerinin medreselerine ve mescidlerine -hattâ namaz vaktinde bile- bombalı saldırılarını, her saldırıda onlarca müslümanın can verdiğini hatırlayalım..)

Ve bu uzun görüşmelerden sonra, Rigî götürülüyor.. Bu gidişinin dârağacında noktalanacağının idraki içinde, yıkılmış vaziyette..

*

"Qısas"ta sizin için hayat vardır.." buyrulur, "Kitâb"ımızda..

**

"Kırgızistan"daki barbarlık, Türkiye"de olmaz" mı dersiniz?

 

Kırgızistan"ın -hem de bir üniversite şehri olan- Ûş"ta iki haftadır cereyan etmekte olan korkunç hadiseleri hatırlayalım.. Bölgede, azlık durumunda bulunan özbeklere karşı girişilen korkunç linç hadiselerinde resmî rakamlara göre190 kadar kişi öldürülmüş bulunuyor... Ama, Bişkek"te -85 kişinin ölümüyle sonuçlanan- 7 Nisan 2010 Ayaklanması"nda Devlet Başkanı Kurmanbeg Baqiev"in kaçmasını takiben, yeni hükûmetin başına getirilen -eski Dışişleri Bakanı- Bn. Rosa Otanbayeva"nın 20 Haziran günü yaptığı açıklamadasındaki açık beyanına göre, o korkunç boğuşmalarda ölenlerin sayısı, açıklanan rakamların en azından on misli idi..

Yani, ikibin civarında!.

Ama, Kurmanbeg, 85 kişinin ölümü üzerine giderken, onun yerini alan "Geçici Hükûmet", iki bin kişi öldüğıü halde yerinde durabiliyor. Çünkü, "Geçici Hükûmet"in yerini alabilecek bir başka Geçici Hükûmet kadrosu bulunamıyor şimdilik..

 

Özbeklere aid olan ve yakılıp yıkılan, tahrib olunan, yağmalanan ev, araba vs. emval de, bir ayrı facia..

O cinayet ve yağmaların nasıl barbarca gerçekleştirildiğini gördükçe, dehşete kapılmamak mümkün değildi..

Hele bir video görüntüsü vardı ki, seyretmek bile dehşet verici.. Barbarlık mı dersiniz, hayvanlık mı..

3-4 özbek, her türlü insanî değerlerini unutmuş yüzlerce kişilik bir kırgız güruhu tarafından üzerlerine benzin dökülüp ateşe verilmişlerdi, bir meydanda.. Zavallıcıklar, alevleri söndürmek umuduyla, yerde yuvarlanıp durdular.. Yüzlerce kişi, acaib sevinç çığlıkları atıyorlardı.. O kurbanların kurtulmaları mümkün olmadı.. Sonunda alevler içinde hareketsiz kaldılar.. Ve bu da yetmedi ve o azgın güruhtan bir genç geldi, alevler içinde hareketsiz kalan birisine bir de tekme savurdu.. Etraftan yine hurraaa çığlıkları, kahkahalar..

Bu "linç psikolojisi"ni anlamak mümkün değildir..

1935"lerde, suçlu oldukları ileri sürülen "zenci"lerin, siyahderili insanların, sırf derilerinin renginden dolayı potansiyel suçlu ve itlafı, yokedilmesi gereken muzır yaratıklar olarak diğerlerinden ayrılıp ateşe atılıp yakılmaları sûretiyle linç edildiği Amerika"da, "beyaz"ların kahkahalarını yansıtan fotoğrafları hatırlıyor musunuz?

O sahneleri gerçekleştirmiş olanlara, o sahnelerin filmleri daha sonra psikologlarca gösterildiğinde, orada bulunanların gerçekten de kendileri mi olduğunda tereddüd edenler olmuş..

"Linç psikolojisi" işte budur..

Herhalde, kızgınlıklar geçtikten sonra, o kırgız güruhları da aynı utancı yaşayacaklardır..

Özbek ve kırgız.. Eğer düşmanlığın sebebi, etnisite farklılığı ise.. Her ikisi de aynı kavmî kökten topluluktan. Özbekler de türk, kırgızlar da.. Aralarındaki şive farkı, yaklaşık olarak, meselâ, İstanbul şivesiyle Trabzon veya Denizli şivesi arasındaki fark kadar..

Ama, Lenin, 90 sene öncelerde, komünist sistemi hâkim kılabilmek için, türkçenin farklı şivelerini konuşan bu kitleleri, apayrı etnik unsurlar olduklarına inandırmak için resmî ideoloji zorlamacılığının her türlüsünü uygulamış, alfabelerini bile ona göre değiştirip, müslüman halkları birbirinden kopuk ve birbirine düşman haline getirmişti.. Lenin"in saatli bombasının patlama zamanı şimdi yeni gelmiş oluyor, demek ki..

Geçen sene Ahıskalı birkaç kişi gelmişti, Bişkek"ten, uzun uzun konuştuk..

Ahıska; Osmanlı"nın Çıldır eyaletine bağlı, bugün Gürcistan sınırları içinde kalan ve nüfusu müslüman olan bir mıntıka idi ve Stalin, sayıları yaklaşık 80 bini bulan bu halkı 1944 yılında, savaşta Türkiye"yle işbirliği yapabilecekleri ithamıyla yurtlarından zorla trenlere bindirip, yük vagonları içinde en perişan şartlar altında, Orta Asya"ya sürmüş; Kazakistan, Özbekistan ve Kırgızistan"a dağıtmıştı..

Bu Ahıskalılar, henüz de yurtlarına dönemediler.. Onların acıları maalesef henüz de dinmedi.. Ve asıl yurtlarına dönebilmek için her çareye başvuruyorlar.. Kendi çocukluk yıllarında çektikleri acıları, vagonlarda ölenlerle birlikte günlerce süren korkunç yolculuklarını anlatırken tabiatiyle ağlamadan edemiyorlardı..

Ancak bu kişiler, kırgızların kendilerine ağır baskılar yaptıklarını da anlata anlata bitiremiyorlardı.. Kendileri birbirlerine tutkun olduklarından işbirliği içinde kısa sürede başarılı olmuşlardı.. Kırgızların ise çok içkici ve tembel olduklarını ve bunun için kırgız çoğunluğun kendilerini çekemediklerini ve de inanç açısından da çok sığ olduklarından onlarla kaynaşamadıklarını dert yanarak anlatıyorlardı..

Bu gibi durumlarda fakir olan büyük kitlelerin, birbirlerine tutkun oldukları için de daha bir başarılı olan azlık unsurlara husûmet beslemeleri bir acı sosyolojik gerçektir..

Ama, bu Ahıskalı 'müslüman' kişilerin, kırgızları aşağılamak için neler anlatmıyorlardı ki.. Başka bir toplumu böylesine aşağılayan bir grubun, o kitleden iyi bir tavır beklemesi nasıl olabilirdi?

Onların kırgızlara karşı olan bu tavrının İslamî ve doğru bir tavır olmadığı söylendiğinde rahatsız olmuşlardı..

Kırgızlar ve özbekler arasındaki husûmet de sanırım, bu gibi basit şeylere dayanıyor.. Anadolu'da bazı şehirler, hattâ köyler arasında da, birbirlerini aşağılamalar, birbirlerine husûmet beslemeler yok mu?

Ve bir hadis-i nebevî rivayetinde, Müslümanlar birbirlerini yardıma çağırırken, 'Ey filan kabile veya şehir halkı, ey Kâhtanoğulları, ey Yemâmeliler diye seslendiği' bir zamandan sakındırılmaktadır..

*

PKK"nın İran"daki uzantısı sayılan PJAK teröristlerinden bazıları geçen ay îdam olundu diye, Türkiye üzerinden Suriye"ye giden İran otobüsleri Güneydoğu da taşlanıyor, tahrib ediliyor.. Yolcular, belki dillerini bile bilmedikleri başka bir ülkede dehşet içinde kalıyorlar..

Olacak şey mi?

İranlı bu yolcular ile, o îdâm olunanlar arasında aynı coğrafyaya aid olmak dışında ne gibi bir bağ var?

İki sene öncelerde, Balıkesir- Altınova yöresinde ve diğer bazı Batı Anadolu yerleşim birimlerinde, faili mechul veya birkaç kişi arasında meydana gelen hadiseler bahane edilerek, o yörelerdeki kürd kavminden, o hadiselerle uzaktan yakından ilgisi olmayan kimseler, çevreler ve işyerleri saldırılara uğramadı mı?

Bu gibi ilkelliklerden ne zaman kurtulacağız?

*

Öcalan, kanı durdurmak için muhatab alınmasını istemekle, gerçekte, "kan pazarlığı" yapıyor..

 

Ve gelelim son günlerde yeniden tırmandırılmak istenen terör dalgasına..

İmralı adasında 11 yıldır TSK generallerinin elinde muhafaza altında bulunan bir 'Öcalan'ın, avukatları aracılığıyla örgütüne ulaştırdığı mesajların en sonuncularında, '31 Mayıs'a kadar benimle irtibata geçilmez ve muhatab alınmazsam, ondan sonra benim yapacağım bir şey yoktur. Ben o zaman geri çekilirim..' ve 'Ben kendi gücüme güveniyorum. Devlet benimle görüşsün, PKK'nın bütün silahlı güçlerini silahsızlandırıp Türkiye içinde veya dışında istenen bir yerde kısa sürede toplayacağıma inanıyorum.. Kanın durmasına yardımcı olmak istiyorum.." gibi beyanlarda bulunduğu biliniyor..

Bu taleb ve teklifler ilk planda ilginç de gelebilir..

Üstelik de, verdiği süre biter bitmez, İskenderun"dan başlayan kanlı saldırılar ve daha sonra da, BDP sözcülerinin, kanın durması için muhatabın kendileri değil, İmralı olduğuna dair beyanları ve İmralı"nın muhatab alınmaması halinde bütün Türkiye"nin İskenderun haline getirileceğine dair tehdidleri ve hemen arkasından Güneydoğu"da onlarca askerin ve bir o kadar da terörist ve de halktan, sıradan insanların can vermesi ve son olarak da 22 Haziran günü, İstanbul- Halkalı"da asker kişileri taşıyan bir askerî otobüsün uzaktan kumandalı bir bombalı saldırıya uğraması sonucu ve 5-6 kişinin can vermesi, 15 kişinin yaralanması..

Bunlar sosyal bünyeyi bir anda yeniden kontrolsüz tepkilere sürüklemeye başladı..

 

Öcalan"ın mesajlarının hedefi açıktır..

Herhalde muhatab alınmak talebi, hapisten çıkarılması sûretiyle olacağına göre, hedefinin, kendi mücadelesinde yeni bir merhale kazanmak olduğu gözüküyor.. Öyle bir dayatma / kabullendirtme halinde, hareketinin ivmesinin daha bir hız ve güç kazanacağını düşünüyor olmalı.. Ve bu, yanlış bir tahmin de olmayabilir..

Ama, bunu Devlet"in kendisine lûtfederek, kendi inisiyatifiyle yapması şeklinde değil de; kendisinin Devlet"e dayatma suretinde yaptırmaya kalkışmasının gerçekleşmesi halinde, Devlet"in böyle bir zaaftan sonra çok ağır bir yara alacağı açıktır..

Sudan"da da, yıllarca, Güney Sudan"da onbinlerce insanın ölümüne yol açan silahlı ayrılık mücadelesi vermiş olan John Grang, sonunda General Ömer el"Beşîr"in inisiyatif kullanması veya kurnazlığıyla sistem içine çekilip kontrol altına alınmış ve kendisi de Sudan Devlet Başkanı Yardımcısı olarak merkezî hükûmet içinde yer almıştı..

Ama, bir süre sonra, Grang, Güney Sudan"a giderken, helikopterinin "düşmesi" sonucu, hayatını kaybetti.. Ve Grang"ın yokluğuna rağmen, Güney Sudan"daki hristiyan ve animistlerin ayrılıkçı mücadeleleri sönmedi..

*

Benzer bir inisiyatif kullanma durumu, Türkiye"de yaşanmadı mı?

22 Şubat 1962"de, Harbokulu Komutanı Kur. Alb. Tal"at Aydemir bir ihtilale teşebbüs ettiğinde.. Dönemin başbakanı İsmet İnönü, isyancıların teslim olmaları halinde kendilerine hiçbir cezai hüküm uygulanmıyacağını, sadece ihtilale kalkışan Harbokulu subay ve öğrencileriyle ve ordudaki öteki ihtilalcilerin ordudan uzaklaştırılacağını, sadece bu disiplin cezasıyla yetinileceğini ilan ediyordu..

Halbuki, o zaman yürürlükte 1961-Anayasası vardı ve o anayasada da, Başbakan"ın öyle bir yetkisi yoktu..

Ama, İsmet İnönü, ordu üzerindeki gücünü de kullanarak böyle bir sahib olmadığı böyle bir devlet yetkisini kullanmış ve teslim olan ihtilalcilere, ordudan uzaklaştırılmak dışında, hiç bir cezaî müeyyide uygulanmamıştı..

Ne var ki, Tal"at Aydemir, 22 Şubat ihtilal teşebbüsünden 15 ay sonra, 21 Mayıs 1963 tarihinde yeni bir ihtilal teşebbüsüne giriştiğinde, yine başarılı olamamış ve o zaman, tekrar eskisi gibi bir muamele görmemiş, îdâm talebiyle yargılanıp, Binb. Fethi Gürcan"la birlikte idâma mahkûm edilip, kurşuna dizilmişti..

Bugün de, devlet, inisiyatifi kendi elinde bulundurarak ve de elinden yitirmeden, bu kanlı terör örgütüne karşı, bu gibi umut verici tavırlar sergileyebilir.. Ama, yükselen terör dalgası karşısında devlet çaresizlikten dolayı bir tavır takınırsa, bu, o zaman, o terör örgütünün daha bir kontrol edilemezliğini ve talebleri en üst seviyede bulundurması gibi bir neticeyi ortaya çıkarabilecektir..

Gerçi, siyasî uzmanlar, İngiltere gibi bir güçlü devletin de, "Kuzey İrlanda Ordusu (İRA)"nın silahlı bağımsızlık mücadelesinde binlerce insan can verdikten sonra, İRA"ya el uzatmak zorunda kaldığını söylüyorlar, ama, ingiltere de, İRA"nın siyasî kanadı olan Sinn Fein ile andlaşma yaptı ve 29 yıl süren silahlı mücadeleyi 1998"da sonlandırdı.. Türkiye"de ise, PKK"nın siyasî kanadı olan BDP muhatab kabul edilse bile, onlar, devlet"e muhatab olarak İmralı"yı, Öcalan"ı göstermekle kendilerinin inisyatiflerinin olmadığını anlatmış oluyorlar..

Bu gibi durumlarda, ilk planda "kan akmasın da ne olursa olsun" temennileri galib gelebilir, ama, inisiyatifi kim ele geçirirse, geleceği büyük çapta o yönlendirmek imkanını elde eder.. Bu son gelişmeler içinde PKK kan, gözyaşı, terör, dehşet ve umûmî tedirginlik meydana getirmek yoluyla inisiyatifi ele geçirmeye çalışıyor..

Problemin düğümlendiği kırılma ve kopma noktası burasıdır..

*

Sıkıyönetim ve olağanüstü hal ilanı, ancak

kemalist tahakkümün pekişmesine hizmet eder..

 

Bu gibi durumlarda aklı derhal Sıkıyönetim, Olağanüstü Hal ilânı gibi yöntemlere çare diye tutunmaya çalışanlar, geçmişten ders almamışlar demektir..

Çünkü, bu gibi yöntemler savaştaki son kurşunların kullanılması gibi bir mânâ taşır ve inisiyaütif tamamen kaybedilir.. Kaldı ki, bu gibi yöntemler, kendilerini azlıkta hissedenlerin, büyük çoğunluğa tahakküm etmek için başvurdukları yöntemlerdir, genelde..

T.C rejiminin 87 yılına bakacak olursak, ilk 27 yıl, zâten tekparti diktatörlüğüdür, yani mutlak örfî idare/ sıkıyönetim altında geçmiştir..

1955-57 arası da İstanbul"daki "6-7 Eylûl 1955 Hadiseleri" yüzünden ilan edilen sıkıyönetimle geçmiştir..

27 Mayıs 1960 İhtilali"yle gelen sıkıyönetim ise, 1965"e kadar devam etmiş, 16 Haziran 1970"deki -işçi hareketi görünümlü- marksist ayaklanma ve kalkışma denemesi üzerine ilan edilen sıkıyönetim, 12 Mart 1971 Askerî Darbesi"yle pekişmiş olarak 1974"e kadar devam etmiş ve Aralık -1978"de meydana gelen Maraş Faciası"yla tekrar ilan olunan sıkıyönetim, 12 Eylûl 1980 Askerî Darbesi"nden boyunca devam etmiş ve daha sonra, bazı bölgelerde sıkıyönetim gevşetilerek Olağanüstü Hal Uygulaması"na geçilmiş ve ve bu durum da 2002"lere kadar devam etmiştir..

Yani, bütün bir 87 yıllık TC dönemince sıkıyönetim ve olağanüstü hal ilanı olmaksızın yaşanan süre, üçte biri, 30 yılı bile bulmamaktadır ve bu da, büyük kitlenin kemalist-laik bir küçük azlık grubunun tahakkümüyle yönetildiğinin ap-açık bir belgesini oluşturur.

Bugün de, MHP"nin aklına gelen ilk çare"nin Olağanüstü Hal ilanı olması, o tahakküm arzusunun dışavurumudur ve Başbakan Erdoğan"ın bu yönteme asla itibar edilmeyeceği açıklaması, doğru bir yaklaşımdır.. Çünkü, böyle bir durum, hem müslüman halkımıza daha büyük acılar ve ağır bedeller ödetecektir, hem de terör yoluyla halkı sindirmeye çalışan iç ve dış şeytanî güç odaklarının hareket alanını daha bir genişletecektir..

 

Bugün yaşanan, bu bir asra yaklaşan tahakküm sistemini sürdürüp sürdürmemek konusundaki bir parmak ısırma yarışıdır..

Ülkenin bugün içinde bulunduğu durum ortada iken, müslüman bir milletin değil de, o millete tahakküm etmek isteyen kemalist-laik rejimin bekçiliğini üstlenmek konumundaki TSK"nın ülke ve milletin birliğinin korunmasında, sözgelimi, Amerika ve İsrail"den istihbarat alamadığı, yani dış güçlerce beslenmediği zaman nasıl yetersiz kaldığı görülmüştür.. Keza, bu kadar sıkıntılı dönemde bile, bir diğer kemalist-laik direniş odağı olan Yargı kurumunun, nasıl bir faşist- ideolojik direnme anlayışıyla, milletin iradesini objektif olarak yansıtan siyasî iktidarla nasıl bir parmak ısırma yaşırışa girdiği de görülmesi ve üzerinde düşünülmesi gereken bir durumdur..

 

Amma, kemalist-laik / faşist bir anlayış temeli üzerinde yükselen mevcud düzenin temel edindiği ilke ve devrimlerin sınırları içinde kalındıkça, -ki, bugünkü siyasî iktidar da diğer bütün iktidarlar gibi, bu genel sınırlar içinde şekillennir- ülkenin ve müslüman halkımızın sosyal bünyesini zehirleyen bugünkü durumdan kurtulması mümkün değildir.. Bugünkü siyasî iktidar, sadece, mevcud sosyal yapı içinde, halkın ezilmemesi için en fazla dikkat gösteren bir yönetim anlayışını yansıtmaktadır, o da, Erdoğan"ın şahsıyla sınırlı olarak..

Ancak, bu vesileyle şu husus da hatırlanmalıdır ki, müslüman halkın kendi inanç değerlerine göre bir düzen kurmasının o kadar kolay olacağı ve onun gerçekleşemesi halinde, herşeyin bir anda güllük-gülistanlık olacağı beklentisi içinde olunmamalıdır.. Onun da ağır bedelleri olacaktır, elbette..

Ama, hiç değilse, müslüman bir millet, bir takım sıkıntılar ve çetin imtihanlardan geçerse, bunları inancığının gereği olarak benimser; kendisine tahakküm etmek isteyen zorba rejimlerin ayakta durması için bedel ödemektense..

 

Müslüman halkımızın temel değerlerine düşman güç odaklarının değerleri ve düzenleri için mi bedeller ödemeye devam etmeliyiz; yoksa kendi değerlerimiz için mi; cevabı aranması gereken asıl soru, herhalde bu olmalıdır..

Böyle sıkıntılı zamanlarda, klasik bir laf olarak, "kanı kanla temizleyemezsiniz.." denilir, ve bu söz yanlış da değildir.. Ama, bu sözde bir tuzak da vardır.. Çünkü, kan korkusuna teslim olan toplumların, sonra hangi güçlere teslim olduğu unutulmamalıdır.. Ve başkalarına teslim ve esir olmak istemeyen toplumlar, kendi silahlı güçlerini, ordularını oluşturmuşlardır..

Asıl mes"ele, bizim de hayatımıza ruh ve mânâ veren temel inanç değerlerimize göre bir ordu oluşturmak ve kendi inanç değerlerimize göre bir sosyal düzen ve yönetim mekanizmasınca yönetilmek için, her türlü zorbalık yöntemlerinden kurtulmuş hür bir müslüman halk- millet olarak yaşamak olmalıdır..

O zaman, her türlü kavmî ayrılık fikirleri ve düşmanlıklar da sona erecektir.. Bu bir hayal değildir; genel çerçevesi itibariyle, 13 asır boyunca da büyük çapta başarılı şekilde gösterilmiştir de.. Başka alanlardaki nice yönetim bozukluklarına rağmen, müslüman toplumlar arasında, asırlarca etnik/ kavmî farklılıklar bir düşmanlık değil, bir zenginlik unsuru olarak karşımızdadır.. Bu, tekrarlanabilir.. Bugün de müslüman bir halk olarak, uluslararası şeytanî güçlerin karşısında rezil ve zelil bir duruma düşmemek için, oyunlara gelmemek ve etnik boğuşmalara kesinkes uzak durmak dikkatimizi her zeminde sergilemek zorundayız.. Ve tarihten doğrulanarak gelmiş olan bir sözü de unutmamak gerekir: "Hazır ol cenge, eğer sulh"u salâh ister isen.." Çünkü, tarihin sadece iyiniyet temennileriyle şekillenmediğine bütün bir beşeriyet tarihi tanıktır.. Ve bu noktada asıl mes"ele, ne için, kim için, ne zaman, nasıl, ne ile, hangi temel niyetle mücadele etmemiz gerektiğini belirlemektir.. Böyle bir hazırlığa, müslüman halk olarak, bir bütün halinde hazır olmalıyız..

Nasıly ki, başkaları kendi gayrimeşrû ve şeytanî emelleri için, müslüman halkları bile kullanmayı sürdürüyorlarsa, müslümanlar da, sadece kendi inanç değerleri çerçevesi içinde bir dünya kurmak için, geleceğin her türlü çetinliklerine karşı hazırlıklı olmalıdırlar.. Yoksa, şeytanî güçlerin, onların bizim ülkemiz ve müslüman halkımıza musallat olan kemalist-laik/ faşist güç odaklarının elinde oyuncak olmaktan kurtulamayız..

*

Kur"an-ı Kerîm bize bildiriyor ki, "Bir halk, kendi halini değiştirmezse, Allah onların halini değiştirmez.."

Değişimin ilahî kanunu budur..

Ve Resul-i Ekrem (S)"den gelen bir hadis rivayeti de aynı istimakettedir: "Toplumlar, lâyık oldukları yönetimlerce idare olunurlar.."

 

haksöz