Günümüzde en çok kullanılan kelimelerden birisinin şehid, diğerinin de şehadet olduğunu söyleyebiliriz. Tâgûtî güçler; birbirleriyle olan silahlı mücadelelerinde, kaybettikleri askerlerine şehid ünvanını vermektedirler. Maalesef günümüzde, İslâm'a düşmanlıklarıyla ma'ruf olan ideolojiler, şehid kavramını yozlaştırabilmek için ellerinden gelen gayreti sarfetmişlerdir. Mahiyeti küfür olan ideolojilere itikad eden k, kendi ölülerine başka isim veremedikleri için değil, İslâm'ı istismar ederek iktidarlarını sürdürmek için bu yolu seçmektedirler. Halkının önemli bir bölümü müslüman olan ülkelerde; tâgûtî iktidarların zulmü bütün şiddetiyle gündemdedir ve sloganlarını yalan üzerine kurmuşlardır. Yazar Joseph Conrad, Under Western Eyes (Batının Gözleri Önünde) isimli romanında, ihtilâl öncesi Rusya'yı anlatırken, "kelimeler; hakikatin en büyük düşmanlarıdır" demekte ve şunları ilâve etmektedir: "İnsanlar, bu kelimeleri tekrarlayıp duran birer güzel papağan gibidir." Tâgûtî iktidarların İslâm topraklarında gerçekleştirdikleri fesad, bundan farklı değildir.
Şimdi şehid ve şehadet kavramlarını açıklamaya gayret edelim. Şehid kelimesi Arapça olup (Ş-H-D) kökünden türetilmiştir. Hem fâil, hem mef'ûl olarak kullanılır. Lûgatta; hazır oldu, huzurda bulundu, şehadette bulundu veya müşahede etti, gibi mânâlara gelir. Bir hadiseyi görmek, bir şeye ulaşmak veya beş duyu organı vasıtasıyla kesin bilgi sahibi olmak, bu fiilin anlamı içerisindedir.l Molla Hüsrev: "Müslüman, temiz ve baliğ olup zulmen öldürülen kimseye şehid denilir."2 tarifini esas almıştır. Alaûddin el-Haskafi, şehid kelimesini tahlil ederken: "şehid, feil vezninde olup, mef'ûl mânâsınadır. Çünkü cennetlik olduğuna şahidlik edilmiştir. Yahud fail mânâsınadır. Zira şehid Rabbi katında diridir. Binaenaleyh kendisi şahiddir."3 hükmünü zikretmektedir. İmam-ı Merginanî, farklı bir tarif getirmiştir: "Şehid, müşriklerin katlettiği veya harp meydanında vurulduğuna dair kendisinde bir eser bulunan veya müslümanların zulmen katlettiği kimsedir. Resûl-i Ekrem (sav); "Siz onları yaralarıyla, kanlarıyla tekfin edin, yıkamayın."4 buyurmuştur. Tariflere dikkat edilirse, İslâm topraklarının şehidlerle dolup taştığı rahatça görülebilir. Son birkaç asırdır; bir taraftan emperyalist kâfirler, diğer taraftan zulme ve şirke dayanan iktidarlar, mü'min kanı akıtmaktadırlar. Batı'nın "Orta Doğu Bunalımı" diye nitelendirdiği hâdise, gerçekte bir müslüman katliamıdır.
Şehid; Allahû Teâla (cc)'nın rızası için savaşan ve İslâm'ın temel hedeflerini gerçekleştirmek için hayatını feda eden mükelleftir. Cihad ibadetini ihlasla edâ eden her mükellefin hedefi, şehid olmaktır. Zira Kur'ân-ı Kerîm'de: "Allah yolunda öldürülenleri sakın `ölüler' sanmayın. Bilakis onlar Rablerinin katında diridirler. (Öyle ki Allah'ın) Lütfû inayetiyle kendilerine verdiği (şehidlik mertebesi) ile hepsi de şâd olarak (cennet ni'metleriyle) rızıklanırlar. Arkalarından henüz kendilerine katılmayanlar (şehid olmayanlar) hakkında: `Onlara hiçbir korku yoktur. Onlar da mahzûn olacak değildirler diye müjde vermek isterler."5 hükmü beyan buyurulmuştur. İhlâsla ahiret gününe inânan her mükellefin arzûsu, "şehadet makamına" ulaşmaktır. Yine bir başka âyet-i kerime'de "Allah yolunda öldürülmüş olanlar için `ölüler' demeyiniz. Bilakis onlar diridirler. Fakat siz iyice anlayamazsınız."6 buyurulmuştur. İslâm'ın hayata hâkim olması için ihlâsla cihad eden ve bu uğurda şehid olanların, cennet ehli olduğu kat'i nasslarla sabittir.
Tâgûti güçlerin emrinde savaşan kimseler; velev ki müslüman dahi olsalar, asla şehid olamaz. Zira şehadet mertebesi; Allahû Teâla (cc)'nın kendi rızası için ve meşrû şartlarda savaşanlara ihsan buyurduğu bir ni'mettir.
Şimdi şehid kavramıyla birlikte ele alınması gereken ve aynı kökten gelen şehadet kelimesi üzerinde duralım. Günlük hayatımızda, beş duyu organımız vasıtasıyla kavradığımız ve şahid olduğumuz birçok olay vardır. Bazı olaylar toplum hayatını derinden sarsar. Bazen iki kişi arasında cereyan eder. İnsanların haklarını ve hürriyetlerini muhafaza etmek, İslâm dininin temel hedeflerindendir. Haklar ve hürriyetler ihtilâf konusu haline gelince, mahkeme hadisesi gündeme girer.
Kur'ân-ı Kerîm'de: "Ey iman edenler!.. Allah için hakkı ayakta tutan (hâkimler, insan)lar, adaletle şahidlik eden (kimse)ler olun." Emri verilmiştir. Şehadet; başkasına ait bir hakkı, kat'i bilgiye dayanarak, kazâ'nın (yargının) sıhhati için ihbar etmektir. Zannetmek veya tahmin etmek şehadet değildir. Zira Resûl-i Ekrem (sav): "Eğer güneş gibi gördüysen şehadet et!.. Aksi takdirde yapma."(8) emrini vermiştir. Fûkaha; " Şehadet, iyice görüp anlama mânâsına gelen müşahede'den türemiştir. Ferd için şüphesiz ve yakinî bilgidir."9 diyerek, bu inceliğe dikkati çekmiştir. Şehadet; Kur'ân-ı Kerîm, sünnet ve icma ile sabit olan, kaza (mahkeme) işlerinde delil kabul edilen bir ameldir. Resûl-i Ekrem (sav) kendisine bir dava intikal edince, şahid getirmelerini talep etmiştir.10 Kadı (hakim) hüküm verirken; şahidlerin beyanına ve diğer delilleri dikkate almak mecburiyetindedir. Hanefi fûkahası: "Bir kimsenin, diğer bir şahısta bulunan hakkını almak için, belirli lâfızlarla ve hâkim (kadı) huzurunda vâki olan doğru ihbara şehadet denilir." 11 tarifini benimsemiştir. Böyle bir ihbarda bulunan kimseye Şâhid denir. Lehinde şehadet edilen kimseye meşhûdün leh, aleyhinde şehadet edilen şahsa meşhûdün aleyh ve şehadet edilen hususa da meşhûdünbih denilir.12
Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Şâhidlere ikramda bulununuz ve hürmet ediniz. Çünkü Allahû Teâla (cc) onlar vasıtasıyla hakları korur."13 buyurduğu bilinmektedir. İnsanların hakları ve hukuklarıyla ilgili konularda şahidlikten imtina etmek, büyük bir cürümdür. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de: "Şahidler çağrıldıklarında (şahidlik etmekten) kaçınmasınlar."(14) emri verilmiştir. Müşahede ettiğini ikrar etmeyen, insanların haklarını ve hürriyetlerini korumayan (adâletin tahakkukuna engel olan) her mükellef, fısk-û fücûrun yayılmasına vesile olur. Elbette bu durum; Allahû Teâla (cc)'nın indirdiği hükümlerle amel eden mahkemelerle ilgilidir. İnsanların hevâ ve heveslerinden kaynaklananan kanunlarla hükmeden mahkemeler, İslâmî bir özellik taşımaz.
Kur'ânı-ı Kerîm'de; her mükellefin ferdî ve ictimâı planda şâhid olabileceği hadiselerden de bahsedilirken Şehide fiili kullanılmıştır. Mesela: "(O sayılı günler) ramazan ayıdır ki, insanlara yol gösterici, hidayeti, doğruyu ve yanlışı birbirinden ayırdedip açıklayıcı olarak Kur'ân o ayda (levh-i mahfuzdan semâ-i dünyaya) indirilmiştir. İçinizden kim o aya şahid olursa (Şehide) oruç tutsun..." 15 Ramazan ayına şâhid olmak; şehide fiilinin masdarı olan bir kelime ile ifade olunmuştur. Dolayısıyla o ayda, bilfül hazır olmak mânâsınadır. Yine birçok âyette geçen âlimu' l-gaybi ve'ş-şehadeti ibaresindeki şehadet âlemi; insanların duyularıyla kavradığı ve hazır olduğu âlemdir.
İnsanların şehadeti, değişik alanlarda da gündeme girebilir. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de: "Böylece sizi vasat bir ümmet yapmışızdır. İnsanlara karşı hakikatin şahidleri olasınız, bu peygamber de sizin üzerinize tam bir şahid olsun diye..."16 hükmü beyan buyurulmuştur. Bu âyette geçen ümmeten vasata (vasat ümmet) tâbirinin; âdil ümmet mânâsına geldiğini, bizzat Resûl-i Ekrem (sav) haber vermiştir(17). İmam-ı Şafii (rha) adalet mefhumunu izah ederken: "adâletten murad; Allahû Teâla (cc)'nın emrine uygun şekilde amelde bulunmaktır" diyerek, bir inceliğe işaret etmiştir. Dikkat edilirse müslümanlar; insanlara karşı hakikatin şahidleridir. Resûl-i Ekrem (sav)'de, müslümanların üzerine tam bir şâhiddir. Nitekim bir başka âyet-i kerimede: "Ey Peygamber!.. Biz seni hakikaten bir şahid, bir müjdeci ve bir uyarıcı olarak gönderdik."19 buyurulmuştur. Allahû Teâla (cc) bütün peygamberlerden ve onların ümmetlerinden misak aldığı, onları birbirlerine şahit tuttuğu kat'i nasslarla sabittir. Esasen daha ruhlar âleminde iken şehadet hadisesi gündeme girmiştir. Bu şahitlik hadisesi Kur'ân-ı Kerîm'de şu şekilde haber verilmektedir: "Hatırla ki Rabbin, Âdem oğullarının sulbünden zürriyetlerini çıkarıp, kendilerini nefislerine şahid tutmuş (ve) `Ben sizin Rabbiniz değil miyim?'(demişti) Onlar da: `Evet, Rabbimizsin, şahid olduk' demişlerdi. (İşte bu şahidlendirme) kıyamet günü: `Bizim bundan haberimiz yoktu dememeniz içindir. Yahud, `daha evvel atalarımız şirk koşmuştu. Biz de onların ardından gelen (atalarımızın izinden ayrılmayan) bir nesiliz. Şimdi o bâtılı kuranların işlediği (günahlar) yüzünden bizi helâk edecek misin?' dememeniz içindir?"20
Ruhlar âleminde gerçekleşen misak olayında iki unsur vardır. Birincisi: Allahû Teâla (cc)'nın "Besizin Rabbiniz değil miyim?" şeklindeki ikrarı ve teklifi. İkincisi: "İnsanların kendi nefislerine şahid tutulup "Evet, Rabbimizsin!.. Şahid olduk" şeklindeki tasdikidir. Molla Hüsrev: "Bu hâdisede icap ve kabul teşekkül etmiştir. Bunun tabiî sonucu olarak insanların yerine getirmesi gereken vazifeler çıkmıştır. Buna emânet denilir."21 hükmünü zikretmektedir. Dikkat edilirse; şâhid olma (şehadet) hadisesi ruhlar âleminde başlamıştır. Yeryüzünde mü'minlerin hakikatin şâhidleri olması ve Peygamber Efendimiz (sav)'in şâhidliği, derin temellere dayanmaktadır. Bütün bu unsurlar dikkate alındığı zaman; şehid ve şehadet kavramı daha net olarak kavranabilir.
KAYNAKLAR
(1) Geniş bilgi için bkz. Râğıb el-Isfahanî, el-Müfredat, İst.1986, sh.192-294.
(2) Molla Hüsrev, Düreri'l Hükkâm fi Şerhi'l Gureri'I Ahkâm, İst.1307, c. I, sh.168 ("Şehid" bâbı).
(3) İbn-i Abidin, Reddü'I Muhtar AIe'd Dürri'l Muhtar, İst.1983, c. III, sh. 513.
(4) İmam-ı Merginanî, el-Hidaye Şerhû Bidayetü'I Mübtedi, Kahire 1965, c. I, sh. 94 ("Şehid" bâbının girişi).
(5) ÂI-i İmrân sûresi: 169-170.
(6) Bakara sûresi:154.
(7) Maide sûresi: 8.
(8) İbn-i Hümam, Fethû'I Kadir, Beyrut:1316, c. VI, sh.17.
(9) Molla Hüsrev, a.g.e., c. III, sh. 371.
(10) Sahih-i Buharî, İst. 1401, Çağrı Yay. c. III, sh. 76. Ayrıca, Şeyh Nizamüddin ve bir heyet, Feteva-ı Hindiyye, Beyrut:1400, c. III, sh. 450.
(11) İmam-ı Kasanî, el-Bedaiû's-Senai Beyrut, 1974, c. VI, sh. 266, Ayrıca Şeyh Nizamüddin ve bir heyet, el-Feteva-ı Hindiyye, Beyrut:1400, e. III, sh. 540.
(12) Şeyh Nizamüddin ve bir heyet, a.g.e., c. III, sh. 450.
(13) İmam-ı Serahsî, el-Mehsut, Beyrut, ty. c. XVI, sh.87.
(14) Bakara sûresi: 282.
(15) Bakara sûresi: 185.
(16) Bakara sûresi:143.
(17) İbn-i Kesir, Tefsirû'l Kur'ân’il Aziym, Beyrut 1969, c. I, sh. 191, Ayrıca İmam-ı Kurtubi, el-Camü li Ahkâmi'l Kur'ân, c. II, sh.156.
(18) İmam-ı Şafii, er-Risale, Kahire: 1979 (2. bsm.), sh. 25 Madde: 71.
(19) Ahzab sûresi: 45.
(20) A'râf sûresi:172-173.