Kelimelerle Hakkı Hakikileştirmek/ Cihan Aktaş/ sonpeygamber.info
İslam’ın bölgede belirleyici bir güç kazanması üzerine çeşitli yörelerden gelen Hristiyan veya putperest heyetler Medine’de daha sık görülür olmaya başlamıştı. İslam’ın istikrarlı yükselişi ve oluşturduğu farklı sistem merakları artırıyordu. Kimi heyet İslamiyet’i kabul, kimisi de barışı sağlamlaştırma teklifiyle geliyordu. Gelenler arasında İslam’ı kısmen bilerek kabul edenler olduğu gibi, taşıdığı kuşkulara cevap arayanlara da rastlanıyordu.
Sa’d b. Bekir Kabilesi tarafından Medine’ye gönderilen Dammam b. Salebe sert bir üsluba sahipti. İki örgü halinde sırtını döven saçlarıyla dikkat çekici bir görünüşe sahipti. Devesini mescidin kapısında çöktürüp bağladıktan sonra içeri girmiş ve dosdoğru Peygamberimizin aralarında bulunduğu topluluğa yönelmişti. Abdulmuttalib kimdi acaba?
Peygamberimiz (sav), “Ben Abdülmuttalib’im,” diye kendini tanıttı.
“Muhammed mi?” diye sordu Dammam.
“Evet” dedi Peygamberimiz. Dammam bunun üzerine Peygamberimize, kendisine bazı sorular soracağını, bu soruları sorarken de biraz ileri gideceğini, bu nedenle kırılmamasını beklediğini söyledi.
“Kırılmam” dedi Peygamberimiz, “İstediğini sor”.
Mükâleme bu şekilde sürdü. Dammam Tevhid’i anlamaya çalışıyordu. Peygamberimiz sabırla cevap verdi sorularına. İslam’ın şartlarını öğrendikten sonra Dammam şehadet getirerek İslam’ı kabul etti. “Bu farzları yerine getirecek ve yasaklardan kaçınacağım; bunun dışında ne fazla ne eksik bir şey yaparım” diyerek ayrıldı mescitten, devesine binerek uzaklaştı. Peygamberimiz, “Bu iki örgülü adam sözünde durursa cennete girer” dedi o gittikten sonra.
Hurafe ve vesveselerle yaşayan bir topluma İslam’ı seçişini nasıl izah edecekti Dammam? Ebu Davud’un yer verdiği Müslim’in rivayetine göre İslam’ı, kendisine cazip gelen yönleriyle ve anlaşılır bir dille anlattı. Kavmi şaşkınlık içindeydi: Cüzzam mı veya delilik miydi onu böyle konuşturan?
Her kesimden insana vahyin dosdoğru muhatabı olduğunu yansıtarak biricikliğini hissettiren bir muamele, bir karşılama, İslam’a rağbeti artırıyordu. Peygamberimiz mescit cemaatinden biriydi. Ne özel bir giyim kuşamı vardı ne ayrıcalıklı kılan bir köşesi. Ne korkutucu bir dilde konuşuyor ne de kibir sergiliyordu.
Beri taraftan, kavmi Dammam’daki bu değişimi neye yoracağını bilemeyip, onun çarpılacağından endişe ettiler. Cüzzam belasına duçar olabilir, dahası delirebilirdi. Atalardan kalan sistemin tehdit altında olduğunu gören kavmin büyükleri, onun delirdiğini düşünmekle kalmaz, kandırıldığını öne sürerlerdi. Hainlikle suçlar, öldürmekle tehdit ederlerdi.
Hurafe ve vesveselerle yaşayan bir topluma İslam’ı seçişini nasıl izah edecekti Dammam? Ebu Davud’un yer verdiği Müslim’in rivayetine göre İslam’ı, kendisine cazip gelen yönleriyle ve anlaşılır bir dille anlattı. Kavmi şaşkınlık içindeydi: Cüzzam mı veya delilik miydi onu böyle konuşturan? Fakat çok açık seçikti dinledikleri: “Allah bir Peygamber gönderdi ve O’na bir kitap indirdi. İçinde bulunduğunuz durumdan sizi onunla kurtarmak istiyor. Ben Allah’tan başka ilah olmadığına şehadet ederim. O’nun ortağı yoktur. Muhammed O’nun kulu ve Resulüdür. Size onun emrettiklerini ve yasakladıklarını getirdim.”
Barışın amaçlanması, güvenlik yurdu ideali, ırkçılığın telini, yoksulun yolda kalanın korunması, mümin kadınlar ve erkeklerin birbirine veli olması… Rivayete göre, akşam olmadan Dammam’ın kabilesinde İslam’ı kabul etmeyen erkek ve kadın kalmamıştı.
İslam’ı kabul edenler arasında pek az Hristiyan bulunuyordu. İslamiyet’ten önce indirilen mesajın bağlılarının çoğunluğu bu yeni dini kendi varlıkları için bir tehdit olarak görüyordu. Yönetici ve ruhbanlar hem konumlarını kaybetme korkusu hem de kibirleri yüzünden, İslam’ı merak etmek bir yana dursun, yayılmasını engellemek için yollar aradılar.
Bu olayı anlatan Muhammed Gazali, Dammam’ın kabilesinin İslam’ı kabulünün elbette bir saatlik konuşmanın eseri olmadığını vurguluyor. Barış ve esenlik yurdu özlemi insanın dokularında vardır. İslamiyet yayılırken söylemlerini de yayıyordu. Saltanatın öngörülmezliği ve şatafatına karşılık ilkelerini vahiyden alan İslami hayat tarzı ve sistemi sade ve anlaşılırdı. Zorlamıyor, sevdirmeye çaba gösteriyordu. Aralarından biriymiş gibi yaşayan ve konuşan bir Peygamber, ihtilaf ve çekişmelerden usanmış kabilelere aslen kardeş olduklarını, yine de kardeşçe yaşayabileceklerini söylüyordu. İslamiyet’i öğrenmek istedikleri için de Dammam’ı Medine’ye göndermişlerdi. Dammam vasıtasıyla, daha önce dolaylı olarak ve belki de yanıltıcı ilavelerle kulaklarına ulaşan birçok bilgiyi Peygamberimizden öğrendiler. O dönemde irili ufaklı pek çok kabile arka arkaya heyetler gönderip, Peygamberimizle görüşmek suretiyle İslam’ı kabul etti.
Pierre Clastres, hitabetin “siyasal iktidar için hem bir önkoşul hem de bir araç olduğunu” yazar, Devlete Karşı Toplum’da. Bir peygamberin, mesajı en ustalıklı bir şekilde iletme başarısını gösterecek bir yeteneği haiz olması elbette şaşırtıcı değil.
İslam’ı kabul edenler arasında pek az Hristiyan bulunuyordu. İslamiyet’ten önce indirilen mesajın bağlılarının çoğunluğu bu yeni dini kendi varlıkları için bir tehdit olarak görüyordu. Yönetici ve ruhbanlar hem konumlarını kaybetme korkusu hem de kibirleri yüzünden, İslam’ı merak etmek bir yana dursun, yayılmasını engellemek için yollar aradılar. Hristiyanlar Arap Yarımadası’nın kuzeyine hâkim oldukları için, Yahudilere göre daha düşmanca bir tutum içindeydi. Beri taraftan İslami kanunlar, düşmanlık sergilememeleri şartıyla her iki dinin mensuplarına da sınırları içinde sulh içinde yaşama hakkını tanıyordu.
Öte yandan, çevrelerindeki kabilelere dönük misyoner faaliyetleri, Bizans ile savaş hâli içindeki Müslümanları tedirgin etmeye başlamıştı. Peygamberimiz, güneydeki Hristiyanların öncü gücü olan Necran Kabilesi’ne, İslam’a davet etmek üzere kısa bir mektup gönderdi.
“İbrahim, İshak ve Yakub’un ilahının adıyla başlarım.
Ben sizleri kula kulluktan Allah’a kulluğa davet ediyorum. Kullara bağlanmaktan Allah’a bağlanmaya davet ediyorum. Eğer kabul etmezseniz, cizye vereceksiniz. Onu da kabul etmezseniz size karşı harp açacağım. Vesselam.”
Bu mektubu değerlendiren Necranlılar, Peygamberimizle anlaşmak için altmış kişiden oluşan bir heyet gönderdiler. İkindiden sonra Medine’ye ulaşan heyetin giyim kuşamları ve develeriyle Medinelileri bir hayli etkilediğini belirtir Muhammed Hamidullah.*
Peygamberimiz hakkın ortaya çıkması için heyettekileri mubâhaleye davet etti. Mubâhele, yalan söyleyenin sadece kendisinin değil aile fertlerinin de lanetlenmesini göze almayı gerektiren bir meydan okumaydı. Neticede, Hz. Muhammed’in peygamber olma ihtimalini göz önünde tutan heyet üyeleri mubâheleye gitmenin sonuçlarını göze alamadılar.
Necranlı heyet öğleden sonra geç saatlerde Mescidi Nebevî’de Peygamberimizin huzuruna çıktı. Ardından mescitte ibadet etmek istediler. Kralları gibi Hristiyan olmakla birlikte kendine hastı ibadetleri. “Muhtemelen bazıları Melkî, diğerleri ise başka mezheptendi” diye belirtiyor Hamidullah. Peygamberimiz, bundan rahatsız olup engellemeye çalışan sahabeyi, karışmamaları yönünde uyardığı halde bir tartışma başladı. Büyüyen tartışmaya nasıl olduysa Yahudiler de katıldı.
İki gün süren müzakere sırasında Peygamberimiz Necranlıları İslam’a davet edince heyetin reisi Ebû Hârise, “Biz senden önce Müslüman olduk” dedi. Hz. Peygamber domuz eti yemeleri, haça tapmaları ve İsa’yı Allah’ın oğlu kabul etmeleri sebebiyle İslâmiyet’i benimsemiş sayılamayacaklarını bildirdi. Bunun üzerine heyetten biri Hz. İsa’nın babasının kim olduğunu sordu. Kaynaklarda, Peygamberimizin bu soruyu hemen cevaplandırmadığı ve kısa bir süre sonra da Âl-i İmran Suresi’nin ilk seksen ayetinin nazil olduğu belirtilir. Nitekim surenin ilk 89 ayetinin, Necranlı Hristiyanlarla Peygamberimiz arasındaki tartışmaların içeriğini yansıttığı düşünülür:
“59. Şüphesiz Allah katında (yaratılışları bakımından) İsa’nın durumu, Âdem’in durumu gibidir: Onu topraktan yarattı. Sonra ona ‘ol’ dedi. O da hemen oluverdi. 60. Hak Rabbindendir. O hâlde, sakın şüphe edenlerden olma. 61. Sana (gerekli) bilgi geldikten sonra artık kim bu konuda seninle tartışacak olursa, de ki: Gelin, oğullarımızı ve oğullarınızı, kadınlarımızı ve kadınlarınızı çağıralım. Biz de siz de toplanalım. Sonra gönülden dua edelim de, Allah’ın lânetini (aramızdan) yalan söyleyenlerin üstüne atalım.”
61. ayete “mubâhale ayeti” denir. Necranlı heyetin mensupları, “Kur’an, Hz. İsa’nın babasız doğduğunu kabul ettiğine göre, onun Allah olması gerekir” iddiasını öne sürmüşlerdi. Hz. Peygamber ertesi sabah heyeti kabul ettiğinde, bu kez yanında kızı Fatıma’yla torunları Hasan ve Hüseyin de vardı. Peygamberimiz hakkın ortaya çıkması için heyettekileri mubâhaleye davet etti. Mubâhele, yalan söyleyenin sadece kendisinin değil aile fertlerinin de lanetlenmesini göze almayı gerektiren bir meydan okumaydı. Neticede, Hz. Muhammed’in peygamber olma ihtimalini göz önünde tutan heyet üyeleri mubâheleye gitmenin sonuçlarını göze alamadılar. Kendi aralarında istişare ettiler ve cizye ödeme şartını içeren bir anlaşmayı kabule karar verdiler.
Peygamberimiz, heyetin sözcüsünün böyle bir anlaşma yapmaya yetkili olup olmadığının araştırılması için Necran’a uzmanlar gönderdi. Tahkikattan olumlu cevap alınca da Necranlıları İslam devletinin vatandaşları olarak kabul eden antlaşmayı hazırladı.
Hazırlanan antlaşmada yer verilen şartlardan bazıları şöyle:
“Necran Hristiyanlarının canları, dinleri, toprakları ve malları, Allah’ın himayesi ve Peygamber Muhammed’in teminatı altındadır.
Onların kayıpları, mevcut nüfusu, aşiretleri ve kendilerine tabi olanlar da bu hükmün çerçevesi içindedir. Tanınan haklardan herhangi birisi değiştirilemeyeceği gibi şeriatlarından da bir şey değiştirilemez. Ne papazların papazlığı ne rahiplerin rahipliği ellerinden alınabilir. Alınan borç paralar için hiçbir şekilde faiz söz konusu olmayacak. (Onlar) töhmet altında kalmayacak ve cahiliye kanlarından (diyetlerinden) mesul tutulmayacak. Savaş ile mükellef tutulmayacaklar. Kendilerinden zekât alınmayacak, topraklarına ordu girmeyecek. İçlerinden birisi bir hak iddia ederse, zulme uğramalarına ve zulmetmelerine izin verilmeden adaletle yargıda bulunulacak. Kim faiz yerse benim antlaşma ve teminatımın dışında kalır. Onlardan herhangi biri başkasının sebep olduğu haksızlık yüzünden cezalandırılamaz. İçlerinden biri daha sonra faizli muamelelere girecek olursa, Hz. Muhammed’in himayesi dışında kalacak. Aralarından hiç kimse, bir başkasının işlediği suç ve yaptığı haksızlıktan sorumlu tutulmayacak. Bu sayfada yer alan antlaşma, Allah’ın himayesi ve Allah’ın Resulü Muhammed’in teminatı altındadır.”
Necranlılar, kendilerine tanınan bu haklar karşılığında cizye olarak her sene Müslümanlara, bin tanesi her yılın Recep ayında, diğer bin tanesi ise her yılın Safer ayında teslim edilmek üzere iki bin zırhlı elbise vermeliydi. Gazali, bu miktarın Müslümanların cihat ve zekâtla sorumlu tutuluşlarının yanında son derece düşük olduğunu belirtir.
Esved el Ansi şöhretli bir kâhindi, semavi dinlerin yerleşik olduğu Yemen’de semavi bir tanrıdan vahiy aldığı iddiası ve güçlü hitabetiyle dikkat çekerek kitleleri peşinden sürükledi. Necran kabilesinin de kısmen desteğini aldı, ancak Müslüman olan Necranlılar dinlerinden dönmediler, Hristiyanlar da Medine’yle yaptıkları anlaşmaya bağlı kalmaya devam ettiler.
Böylelikle Müslümanlar, güneylerinde yaşayan Hristiyan Araplara dini özgürlük ve barış içinde yaşama şartları sağlayarak, onların Bizans hükümetiyle arasındaki bağları koparmış oldular.
631’de Peygamberimiz Hâlid b. Velîd’i 400 kişilik bir savaşçı gücüyle, büyük çoğunluğu müşrik olan, “Belhâris” adıyla da tanınan Benî Hâris b. Kâ‘b kabilesini İslâm’a davet etmek üzere bölgeye gönderdi. Ancak en az üç gün savaşmadan beklemesini istedi. Kabilenin önemli bir bölümü böylelikle, savaşa girmeden İslam’ı kabul etti. Böylelikle Necran İslam ülkesine dâhil oldu. Peygamberimiz yıllar sonra yeni bir Necranlı heyet ağırladı Medine’de, onlara ikramlarda bulundu, hediyeler verdi. İçlerinden birini, Kays b. Husayn’ı Benî Hâris’e emîr tayin etti. İslâm’ı öğretmek için de ensardan Amr b. Hazm’ı onlarla birlikte gönderdi.
Hicretin onuncu yılında Esved el-Ansi isimli bir şahıs, Peygamberimizin hastalığına dair haberleri fırsat bilerek peygamberlik iddiasıyla isyan etti ve Amr b. Hazm’ı Benî Hâris’ten uzaklaştırdı. Esved el Ansi şöhretli bir kâhindi, semavi dinlerin yerleşik olduğu Yemen’de semavi bir tanrıdan vahiy aldığı iddiası ve güçlü hitabetiyle dikkat çekerek kitleleri peşinden sürükledi. Necran kabilesinin de kısmen desteğini aldı, ancak Müslüman olan Necranlılar dinlerinden dönmediler, Hristiyanlar da Medine’yle yaptıkları anlaşmaya bağlı kalmaya devam ettiler. Peygamberimiz hasta yatağında bölge valileri ve ileri gelenlerine yazdırdığı mektuplarla bu yalancı peygambere karşı bir mücadeleyi örgütledi. İslamiyet’in doğuşundan sonraki dönemdeki yalancı peygamberlerin ilki olan Esved el- Ansi, kocasını öldürmek suretiyle evlendiği kadın tarafından öldürüldü. Yalancı peygamberin öldürülüşünün haberi Medine’ye ulaştığında ise Peygamberimiz vefat edeli beş gün olmuştu.
Esved el-Ansi’nin kitleler üzerindeki etkisi, akla Yunus Suresi’nde Hz. Musa’nın Firavun’un illüzyonlarla halkı aldatarak sahte bir dine bağımlı kılan sihirbazlarına yönelik uyarılarını getiriyor: “Bu yaptığınız sihirden başka bir şey değil; Allah bunu mutlaka boşa çıkaracaktır. Gerçek şu ki Allah bozgunculuk yapanların işlerini asla doğrulamaz. Tersine, kelimeleriyle hakkı hakikatleştirecektir; günahkârlar bundan hoşlanmasalar da!” (Yunus, 81, 82)
Gazali, İslamiyet’le tanıştıkları halde Hristiyan kalmakta ısrar eden Necranlıların yalancı bir peygambere kapılmalarını anlaşılmaz bulur. Hemen ardından ise, onların yalancı peygambere inanmalarının muhal olduğu dile getirir. Necranlılar herhalde İslam’a savaş açtığı için Esved el-Ansi’yi desteklemiş olmalıydı. Hitabet gücü bir peygamberin ayırıcı vasıflarındandır, ancak sözün asıl gücü elbette ki kaynağında ve içeriğindedir.
Necranlılar arasında İslam’ı kabul edenlerin sayısı arttıkça, Halife Hz. Osman’dan itibaren onlardan alınan elbise vergisi miktarı da düştü. Hamidullah’ın El Cahşiyari’den aktardığına göre Necranlılar Müslümanlara, Harun er-Reşid zamanında yılda sadece iki yüz elbise miktarı vergi ödemekle mükellefti.
* Necran, Asîr dağlık bölgesinde yer alan geniş sulak bir vadinin ortasında, verimli topraklara sahip bir yerleşimdir. Ticaret yollar üzerinde kurulu olmasının getirdiği bir zenginliğe sahipti, özellikle deri ve dokuma alanında ürünleriyle tanınırdı. Yerleşime Hristiyanlık 5. yüzyılda tacirler vasıtasıyla girdi. 6. yüzyılda Bizans zulmünden kaçan monofizitler aracılığıyla da Doğu kilisesinin Güney Arabistan’daki başlıca merkezi konumu edindi. 523’te, Yahudi Himyerî Hükümdarı Zûnüvâs şehri ele geçirdiğinde, dinlerinden dönmeyen pek çok hıristiyan içi ateş dolu hendeklerde yakılarak öldürüldü. Himyerî yönetimine 525’te Bizans’ın himayesindeki Hristiyan Habeş necâşîsi tarafından son verildi. Yakılarak öldürülen hıristiyanların anısına pek çok kilise ve manastır yaptırıldı bu dönemde ve bölge kutsallık kazanarak bir tür “hac merkezi” hâline geldi. Necranlı Hıristiyanların uğradığı ağır işkencelere yer verilen Burûc Suresi’nde bu şehitlerden “müminler” diye söz ediliyor. (Burûc 85/4-9)
Kaynaklar:
1- Pierre Clastres, Devlete Karşı Toplum, sf. 31, 32, Çeviren Nedim Demirtaş, Mehmet Sert, Ayrıntı Yayınları, 2016.
2- Muhammed Gazali, Fıkhu’s Sîre, sf. 468, 469, Risale Yayınları, 1987.
3- Muhammed Hamidullah, İslam Peygamberi, sf. 514-520, Beyan Yayınları, 2014.