Tevhidhaber / Haber Merkezi
Bismillahinnur.
Zaman'da yer alan diğer iki yazı ise Turgut Özal Üniversitesi öğretim üyesi Yrd. Dr. Mahmut Akpınar'a ait. Akpınar'ın 17 Haziran'da yayınlanan ilk yazısının başlığı ,'' 'Şİİ EKSENİ , BATI VE SURİYE'' ; 24 Haziran'da yayınlanan ikinci yazının başlığı ise '' Suriye'de olan biteni anlamak için.''
Sayın Akpınar'ın yazısının dikkat çeken bölümleri şu şekilde :'' İran, rejim ihracı için yoğun çaba harcamasına rağmen istediği başarıyı elde edemedi; devrim yaptıracak altyapıyı oluşturamadı. Sonraları devrim ihracı hedefinden vazgeçerek Şii nüfusun bulunduğu ülkelerdeki etkisini artırma ve bir 'Şii hilali' oluşturma gayretine yöneldi. İran'ın bu çalışmaları Batı'nın 'Şii-Sünni çatışması' çıkarma hedefine hizmet ettiği için, Batı Şii yayılmacılığına ses çıkarmadı/çıkarmıyor. Son olaylarda Bahreyn'de, Yemen'de yaşananlar halk hareketinden öte İran'ın manipülasyonu olarak görülmektedir.
Ortadoğu'da Sünni-Şii ayrımı İran devrimi sonrası, ama özellikle ABD'nin Irak ve Afganistan'ı işgali sonrası belirginleşmiştir. Uzun vadede bir Şii-Sünni çatışması bölgeyi bekleyen en büyük tehlikedir. Bu doğrultuda bölgede ciddi bir Şii yayılmacılığının olduğu, ABD ve Batı'nın bu ayrışmayı körükleyerek Şii yayılmacılığının önünü açtığı söylenebilir. Zira ABD'nin işgali Ortadoğu'daki statükoyu değiştirmiş, Irak'ı bölgede ikinci bir Şii devlet haline getirmiştir. Bu gerçekliği Yahudi akademisyenler dahi teslim etmektedirler. "11 Eylül sonrası dönemde bölgesel koşulları İran'dan daha fazla kendi çıkarlarına kullanan bir ülke olmamıştır... Irak işgali doğrudan İranlı Şii din adamlarının ellerini güçlendirmiştir... Bush yönetiminin 11 Eylül sonrası doktrini ve Afganistan ile Irak'ta gerçekleşen savaş, İran'ı Ortadoğu'da yaşanacak gelişmelerin merkezine yerleştirmiştir..." (Alon Ben-Meir, 11 Eylül: Sonuçları ve Yeni Düzen, USAK Yayınları) Ancak Sünni dünyanın bu yayılmacılık karşısında, endişe duymanın ötesinde akılcı bir refleks geliştirdiğini söylemek mümkün değildir.
Batı, İslam dünyasını kendi içinde vuruşturarak zaafa uğratmak ve istismar etmek için çaba göstermektedir. Tarihte pek çok defa yaptığı ve başarılı olduğu bu stratejiyi son yıllarda Şii-Sünni ayrışması ve vuruşması üzerinden yürütmektedir. ABD işgaline uğrayan Irak'ta Şii-Sünni camilerine yapılan karşılıklı saldırılar, şehirlerin, mahallelerin ayrıştırılması bu politikanın bir sonucudur. Batı'nın temel tezi İslam coğrafyasında başını İran'ın çektiği bir 'Şii eksen' oluşturmak, bu eksen üzerinden kutuplaşma meydana getirmek ve şartlar hazırlandıktan sonra bu iki kesimi vuruşturarak Müslümanların enerjisini birbiri ile bitirmektir. Bölgede kendisine karşı oluşabilecek tehditleri bertaraf etmek, menfaatlerini korumaktır.
Suriye'de yaşanacak rejim değişikliği ile İslam'la pek ilgisi olmayan, ama İran'ın müttefiki yüzde 10'a dayanan Nusayri yönetim gidecek; yüzde 80'i teşkil eden Sünni-Müslüman kesimler etkin hale geleceklerdir. Bu durum İran'ın kurduğu Şii eksenin parçalanması, Suriye'nin yanında Lübnan'ı da kaybetmesi demektir. Ayrıca oluşacak yeni durum bu bölgede Türkiye'yi İran'ın önüne geçirecek, Türkiye'nin etkinliğini artıracaktır. Suriye, Türkiye'yle ve dünyayla entegre olacak; ama İran'dan kopacaktır. Bu nedenlerden dolayı İran Suriye'deki mevcut rejime Müslümanların kanının akıtılması, büyük zulümlerin işlenmesi pahasına destek vermektedir; verecektir. İran önemli bir komşumuzdur ve bizim gibi Müslüman bir ülkedir; bu ortak özelliklerimizi dikkate alarak İran'la iyi ilişkiler geliştirmemiz gerekir. Ancak, İbni Haldun'un dediği gibi "milletlerin geleceği geçmişine, suyun suya benzediği kadar benzer". Devletlerarası ilişkiler duygusal yaklaşımlarla sürdürülemez; muhatabı çok iyi tanımak gerekir. Bunun için kadimden bu yana ortaya koyduğu uygulamalar esas alınır. Bu ilişkilerde, karşılıklılık ilkesi gözetilir. Bazıları İran-Türkiye ilişkilerinde aşklarının karşılıksız olduğunu fark etmeli ve duygularının reel politiğin önüne geçmesine fırsat vermemelidir. ''
Sayın Akpınar'ın görüşleri özet olarak bu şekilde ... Şimdi gelelim bu yazıdan çıkaracağımız sonuçlara...
Bahreyn ve Yemen'de yaşanan hadiselerin İran'ın manipülasyonu olduğuna inanmıyorum. Çünkü hem Bahreyn hem de Yemen'de sokağa çıkan silahsız sivil yüzbinler devletlerinin kendilerine tanımaktan imtina ettikleri meşru haklarını talep ediyorlar. Bahreyn'de çoğunluğu oluşturan şiilere sünni gruplar destek verirken , Yemen'de çoğunluğu oluşturan yönetim karşıtı sünnilere azınlık olan şiiler de destek veriyor. Ayrıca bu iki ülkedeki muhaliflerin ortak özelliği anti Amerikancı ve anti Syonist olmalarıdır. Bu konudaki düşüncelerimi daha ayrıntılı olarak öğrenmek isterseniz. '' Bahreyn'de şii-sünni savaşı mı?!'' başlıklı yazıma bakabilirsiniz.
Sayın Akpınar'ın,'' şiiliğin veya İran'ın önünü Batı kasıtlı olarak açmaktadır.'' tezinin tam tersini Türkiye'de bazı İslami gruplar ve ulusalcılar da Ak Parti ve Fethullah Gülen hareketi için dile getirmektedirler.
Bu teoriye göre , ABD ve Batılı ülkeler İran'a karşı bölgede '' Ilımlı İslam'' projesi kapsamında Türkiye'nin ( Ak Parti'nin ) ve FG hareketinin önünü açmakta , Ortadoğu'da işbirlikçi İslam anlayışının gelişmesini istemektedir.
Görüldüğü gibi her iki kesim de birbirini Amerikancı olmakla ya da
isteyerek veya istemeyerek Amerika'nın çıkarlarına hizmet etmekle suçlamaktadır.
Bendeniz , her iki kesimin de söz konusu komple teorilerine prim vermemekteyim. Çünkü her iki kesimi de yakından tanımaktayım. Yani her iki kesimin de direkt olarak Batı'nın desteğini almadığını ve çıkarlarına hizmet etmediğini biliyorum, en azından böyle bir hüsnü zannım var. Bazen bu iki kesimle Batı'nın çıkarlarının örtüştüğünü ve onlarla dolaylı veya dolaysız işbirliğine girdiğini de biliyorum. Fakat Türkiye'de etkin olan bazı muhafazakar ve liberal gruplarla Ak Parti'nin içindeki bir kesimin ; İran'dan hazzetmediğini , İran'a önyargılı baktığını ve İran'daki Velayet-i Fakih sisteminin ortadan kalkmasını istediğini de gözden kaçırmıyorum. Bu çevreler , muhafazakar basında yazdıkları yazılarla ve hükümet içinde yaptıkları kulislerle Dışişleri Bakanlığını ve Tayyip Erdoğan'ı etki ve baskı altına almaya çalışmaktadırlar. Yaşanan gelişmelere baktığımızda söz konusu çevrelerin Cumhurbaşkanımızı ve Sayın Bülent Arınç'ı etki altına aldıklarını tahmin etmekteyim. Bu çevreler şu anda Başbakanımızı ve yakın danışmanlarını etkileyememektedirler. Bu bağlamda Tayyip Erdoğan ve ekibinin ileriki senelerde siyaset sahnesinden çekilmesi halinde bu çevrelerin İran'a karşı daha da şahinleşecekleri tahmin edilmektedir. Özellikle İran'da 2012 yılında gerçekleşecek olan meclis seçimleri ve 2013 yılında yapılacak olan Cumhurbaşkanlığı seçimleri sırasında, geçmişte olduğu gibi ,İran'daki Velayet-i Fakih sistemi aleyhinde tüm dünya çapında yoğun bir propaganda yapılacağı bellidir. Bu çerçevede Sayın Akpınar'ın da tespit ettiği gibi İran'ın bölgede fazla güçlenmesini istemeyen Batılı devletler ve İsrail , Türkiye'de İran'ı sevmeyen muhafazakar ve liberal çevrelerle işbirliğine gidecektir. ( 2009'da bunu gördük ve tecrübe ettik.) DAHA DOĞRUSU BU ÇEVRELERLE EMPERYAL GÜÇLER ARASINDA BİR ÇIKAR ÖRTÜŞMESİ YAŞANACAKTIR.
PEKİ! Bu aşamada İran'la Türkiye'nin karşı karşıya gelmemesi ( yani çatışmaması) ve Sayın Akpınar'ın dediği gibi bölgede bir şii- sünni savaşı çıkmaması için ne yapılmalıdır?
İran'a ve şiiliğe karşı önyargısı ve hatta düşmanlığı olan Türkiye'deki çevrelerle İran arasında tez zamanda bir diyalog ortamı oluşturulmalıdır.
Maalesef Türkiye'deki hemen hemen tüm siyasi, sosyal ve dini akımlar ; İran'ı ve Şiiliği, Batı medyasından yapılan yayınlara bakarak veya geçmiş zamanlarda yazılan kitapları okuyarak tanımakta ve tanımlamaktadır. Şu ana kadar Türkiye'deki hiçbir grup veya cemaat İran'ın siyaset , amaç ve inancını tanıma ve öğrenme yönünde ciddi bir adım atmamıştır.( İnkılabın ilk yıllarında İran'a giden bazıları ise, açık yakalamak için gittiklerinden Türkiye müslümanlarına gerçek bilgiyi ulaştıramamışlardır.) Sınır komşumuz olan İran'a karşı hep mesafeli durulmuş ve kuşkucu gözlerle bakılmıştır.
Buna bir örnek olması açısından Üstad Said Nursi'nin Lemalar adlı eserinin ( Şahdamar yayınları baskısı) 33. ve 34. sayfalarında şöyle bir ifade yer almaktadır : '' Hatta ' maksat Hz. Ali'ye duyulan sevgi değil ; Hz. Ömer'e duyulan kindir.' cümlesine masadak olarak Hz. Ömer'in eliyle İran Milliyeti ceriha aldığı için , intikamlarını hubb-i Ali ( Ali sevgisi) suretinde gösterdikleri gibi , Amr İbnul As'ın Hz. Ali'ye karşı hurucu ve Ömer İbn-i Sad'ın Hz. Hüseyin'e karşı feci muharebesi , Ömer ismine karşı şidetli bir gayz ve adaveti şialara vermiştir.''
Bendeniz , Üstad Said-i Nursi'nin bir tek İranlı alim veya aydınla görüştüğünü veya İran'a ziyarette bulunduğunu duymadım. Eğer görüşmüş olsa veya İran'a gitmiş olsaydı, tarih kitaplarında yazan bu yorumların doğru olmadığını ; Farsıyla , Azerisiyle , Belüçüyle , Kürdüyle tüm İranlıların Hz. İmam Ali'ye ve Ehl-i Beyt'e( aleyhimusselam) duydukları muhabbetin asıl nedenini öğrenmiş olurdu. Tabii olarak üstadlarının bu ifadelerini okuyan talebelerinin de İran'a veya şiaya sıcak bakmaları mümkün değildir. Zaten İran'ı ve İran'ın inanç sistemini tanımak için de özel bir gayret şu ana kadar göstermemişlerdir. Ayrıca tarihi referanslar da ( Osmanlı- Safevi çekişmesi ), İran'a mesafeli ve önyargılı bakmak için bir zemin oluşturmuştur.
Eğer Türkiye ile İran'ın veya şiilerle sünnilerin çatışmasını önlemek istiyorsak ; iki ülke arasındaki diyalog kanallarının biran önce açılması için çalışmalıyız. Bu bağlamda hem Türkiye'deki hem de İrandaki siyasi, sosyal , kültürel , edebi , akademik ve dini çevreler karşılıklı gitgeller ve istişare toplantılarıyla birbirini yakından tanımanın yollarını aramalıdır. Ayrıca Türkiye'de sayıları 2 milyona ulaşan Azeri-Şii cemaati ve alimlerine bu konuda büyük görev düşmektedir. Türkiye ve İran'daki siyasi irade ve konjonktör bu önemli işin tahakkuk bulması için çok müsaittir. Türkiye'de ve İran'da bu sürece katkı sağlayabilecek ismler tespit edilerek , bu şahıslardan katalizör görevi ifa etmeleri istenebilir. Türkiye'de aklıma gelen ilk isimler Prof. Dr . Hayreddin Karaman hocamız, Mustafa İslamoğlu üstadımız ve Ali Bulaç beyefendidir.
YENİ SIFFİNLERİN , NEHREVANLARIN , CEMEL VAKALARININ , KERBELALARIN VE ÇALDIRANLARIN OLMASINI İSTEMİYORSAK HEM İRANLILAR HEM DE TÜRKİYELİLER ÜZERLERİNE DÜŞEN VAZİFEYİ HAKKIYLA YERİNE GETİRMELİDİR. EĞER TARİHTEN DERS ALIP YENİ BİR TARİH YAZAMAYACAKSAK YAZIKLAR OLSUN BİZE..!
Yazıma son vermeden önce son bir hususa değinmek istiyorum. Ramazan'ın başından bu yana Hama ve diğer şehirlerde yaşanan olayları Zaman gazetesi hemen hemen hergün manşetten vermeye çalıştı. Fakat haberleri verirken silahlı muhalif grupların özellikle Hama'da Suriye ordusuyla çatışmaya girdiğini, resmi binaları yakıp yıktığını, Hama'nın giriş-çıkışlarını barikatlarla kapattığını , şehirde terör estirdiğini ve ayrıca bu silahlı grupların heyecanlı selefi gençlerden oluştuğunu ve bir Arap ülkesinde yaşayan Şeyh Adnan Arur'dan emir aldıklarını hiç yazmadı. Sürekli çok seslilikten , objektif ve tarafsız gazetecilikten söz eden Zaman yönetiminin neden böyle tek taraflı bir yayın politikası izlediğini açıklamasını kendilerinden talep ediyorum.
Zaman gazetesinin sevgili yöneticileri! Bu çağrımı ve düşüncelerimi herşeyden bağımsız olarak tamamen şahsım adına ve Allah(cc)'ın rızasını ve kurbiyetini kazanmak için yapıyorum.
Selam hidayete tabi olanların üzerine olsun...
Kemal Kemahlı