"Kemalist/laik dikta rejimindeki demokrasi oyununun 60. yılında..

Selâhaddin Çakırgil

14 Mayıs 2010 tarihli gazetelerde -biri müstesna-, 60 yıl öncesinin, 1950 yılının "14 Mayıs"ına hiçbir değinme veya hatırlatma yoktu.. Halbuki, o günün ne büyük bir tarihî gün olduğuna geçmişte ne büyük vurgular yapılırdı.. Demek ki bugün çok önem verdiğimiz nice hadise ve gelişmeler de yarınlarda, deryada, su üzerindeki bir habbecik kadar etki yapıp hayatımızda bir varmış- bir yokmuşa dönüşebilir..

Ama, hele de Ortadoğu coğrafyası sözkonusu olunca, bu bölgenin en azından son 300 yıllık tarihi iyi bilinmeden, bugünün anlaşılması ve yarınların sağlıklı temeller üzerinde kurulması düşünülemez..

Bu açıdan, hatırlayalım ki, Osmanlı"nın ilk geri adım atış tarihi olan 1699- Karlofça Andlaşması"nı imzaladığı tarih üzerinden 311 sene geçmektedir..

Ve ondan sonra hep ve hemen her sahada geri adımlar atıla atıla bugüne gelinmiştir.

Bırakalım son 300 seneyi, Osmanlı"nın yörüngesinin, (o günkü deyimle) Duvel-i Muazzama"ya /(Büyük devletler"e), Avrupa devletlerinin siyasetine göre ayarlamayı temel prensip edindiği ve 170 sene öncelerde başlayan ve Tanzimat diye anılan dönemi de pek bilmeyiz..

Kezâ,  (o zaman kullanılan Hicrî –qamerî takvime göre, 1293 tarihine denk geldiği için, 93 Harbi diye bilinen) 1877-78 "deki Osmanlı- Rus Savaşı"nın korkunç sonuçlarını ve Rus ordularının batıdan, Balkanlar üzerinden taa İstanbul önlerine, doğudan da Kafkaslar"ı aşıp, Erzurum ve hattâ Bayburt"a kadar geldiğini, bütün Doğu Anadolu"yu işgal ettiğini de hatırlamak istemeyiz..

Hakezâ, yüzyıl öncesinde, 2. Meşrutiyet diye bilinen 1908-1909 hadiseleri ve Sultan Abdulhamîd"in tahttan indirilip,  Sultan Reşad"ın tahta geçirildiği; gerçekte ise, İttihad-Terakkî çetecilerinin iktidarı fiilî olarak ele geçirdiği 100 yıl öncesinin hadiselerini de..

Ve hele, İttihad- Terakkî çetelerinin, -son deminde bile bir büyük dünya gücü olan  600 yıllık Osmanlı"nın tarih sahnesinden silinmesiyle sonuçlanan- "Birinci Dünya Savaşı" macerasından da fazlaca bir haberimiz yoktur..

Osmanlı"nın tarih sahnesinden çekilmesinden sonraki enkaz üzerinde emperyalistlerin plan  ve diktelerine göre oluşturulan yığınla devletten birisinin de TC olduğunu pek kabullenmek istemeyiz..

Saltanat: Bir halkın, zor kullanılarak vesayet altına alınması ise..

Daha acısı, kendilerini aydın veya entelektüel olarak niteleyenlerimizden niceleri de, sıkıyı görünce, TC rejiminin sahibinin askerler olduğunu söylemekten ve bu askerî vesayeti kabullenmek istemezler..

Hem sistemin adının Cumhûriyet (cumhûrun, halk kitlelerinin ekseriyetinin iradesine göre şekillenen yönetim tarzı) olduğunu söyleyeceksin ve hem de, bu rejimin asker taifesinin himayesinde ve yönlendirmesinde, hattâ sahibliğinde olduğunu söyleyeceksin..

Cumhuriyet"ten öncesinde saltanat olduğu hatırlanır da, cumhûriyet adına kurulan sistemin de, gerçek yüzünü gizlediği için daha utandırıcı bir saltanat olduğunu hatırlamak istemeyiz..

Saltanat, adı üzerinde, sultaya, kaba kuvvet ve servete dayalı bir sistemdir ve de, iktidar piramidinin tepesindeki isim, genel olarak, sulta gücüne dayalı olarak, kan bağı ile, babadan çocuklara veya kardeşlere geçer..

Cumhûriyet sisteminde ise..

Halk kitleleri kendisini yönetecek olanı ve yönetimin tarzını kendisinin belirlediği kabul edilir.. Ama, TC"deki uygulama, bir Cumhuriyet saltanatı halinde gelişmiştir ve askerî vesayet altında, o vesayetin ikonu olarak milletin tepesine oturtulan tek kişinin ölümü üzerinden bile üççeyrek yüzıya yakın bsir zaman dilimi geçmişken.. Hâlâ, o kemalist vesayet ve hattâ velayet altında olduğumuzu bir türlü kabullenemeyiz..

Evet, TC tipi rejimde, İttihad-Terakkî döneminden beri yönetim ve derin iktidar, zihniyet olarak toplum mühendisliğine soyunmuş, kemalist /laik, militarist, jakoben kadrolar elindedir.. Elbette bu nitelemelere eklenecek yığınla sıfatlar da bulunabilir..

Ama, bu rejimin bu temel niteliklerine rağmen, en belirgin özelliklerinden birisi de, en başta da, İslam olmak üzere, her şeyi kendi menfaati için istediği gibi kullanan bir sistem olması.. (Dini, İslam"ı en çok kullanan, istismar eden bizzat kemalist / laik olup, başkalarının buna tevessül etmemesi içindir, dinin siyasete karıştırılmasına gösterdiği tepki..) Yani, her zaman ve mekana göre, bukalemun gibi renk değiştiren bir sosyal vakıa..

Bu arada, sanılır ki, sanki Meclis"li, seçimli sistem yeni yeni geliştiriliyor.. Halbuki, seçimli, Meclis"li sistem, 1908- II. Meşrutiyet ve hattâ 1876- I. Meşrutiyet döneminden beri vardı..

Ama, I. Dünya Savaşı"nın ağır şartları ve korkunç yenilgisini takiben, Osmanlı Devleti"nin hayat sahnesinden, savaşın galib emperyalist güçlerinin eliyle tarihin koynuna atılmasından sonra..

O egemen güçlerin tanzimine uygun şekilde yeniden dizayn olunan Osmanlı ülkesinin enkazı üzerinde yığınla rejim ve devletler, yönetici kişi ve kadrolar, diktatörler ortaya çıkarılmıştır.

Bundan Ankara"da şekillenen yeni rejim ve güç odağının da nasibini alması tabiî idi ve bu tabiî olan durum ortaya çıktı..

Ve tek parti de değil, hattâ tek kişi diktatörlüğü öyle başlayıp, 1923-38 arasında hükümferma oldu.. ..

Bu 15 yıllık katı diktatörlük döneminde, birkaç deneme yapılmadı değil..  1925"de ciddî olarak bir siyasî hareket olma eğilimiyle ortaya çıkan -ve eski İttihadçılardan olmasına rağmen, kendisini kısmen de olsa süzgeçten geçirip değiştirdiği anlaşılan- Kâzım Karabekir Paşa liderliğinde kurulan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası"nın İzmir Suikasdi entrikasıyla ilişkilendirilerek kapatılmasını; 1930"daki Serbest Fırka denemesi takib etti.. Ama, bu ikinci deneme tamamen güdümlüydü.. O kadar ki, M. Kemal, kendisinin genel başkanı olduğu Cumhûriyet Halk Fırkası"nın karşısında, yeni bir parti oluşturulması fikri zihninde oluştuğunda,  -çocukluk arkadaşı ve o sırada Paris"te elçi olarak bulunan- Ali Fethî  (Okyar) tarafından kendisine yazılmış gibi gösterilen, gerçekte ise bizzat kendisinin kendisine yazdığı bir mektubu gazetelerde yayınlatarak, Serbest Fırkası"nı kurdurmuş ve amma, bu denemenin kontrolden çıkacağı korkusuyla, kuruluşunun 99. günde kapatılıyordu..

Evet, saltanattaki, yine de Kanun-i Esasî"yle etkisiz hale getirilmiş bir sultanlıktan  sonra, kesinkes tek yetkili, mutlak bir diktatör olarak sergilenen bu tahakküme bugün bile, bir takım mazeretlerle kılıflar uyduruluyor.. "Yeni bir düzen kurulurken, diktatörlük zarurî idi.." gibi..

Tabiî, sadece o 15 senelik dönem denilirse, yanılırız..

Halkımız hâlâ da, kemalist/ laik diktatörlüğün vesayeti altında!..

Çünkü, aile /hanedan içinde el değiştiren sultanlık sistemi yerine, "Ebedî Şeflik" dönemine geçilmişti ve yeni rejimin kurucusunun biolojik oğlu olmadığı için,  her "türk"ün onun oğlu olduğu varsayılarak, onun ideolojisine, ilkelerine bağlı olan çocuklarının kendisinden sonra iktidara geçmesinin düzenlemesi getirilmişti.. (Bugün de seçilen her m. vekili ve cumhurbaşkanı, vazifesine başlayabilmesi için, o ilke ve devrimlere bağlı kalacağına dair anayasada yazılı olan yeminleri etmek mecburiyetinde değil mi?

Ve daha acı ve ilginç olanı şu ki, sözkonusu tek kişi diktatörlüğünün sembol ismine hakaret edildiği iddiasıyla mahkûm olanlar aleyhine, biolojik neseb bağı aranmaksızın, kendi kişilik haklarının ihlal edildiği gerekçesiyle, her TC vatandaşının tazminat davası açma hakkının varolduğuna dair, Yargıtay 4. Huk. D. Esas: 1994- 6361, ve 1995/ 4352 sayılı kararı, hâlâ da hükümfermadır ve bu korkunç ceberrutluk anlayışının kimse umurunda değildir..)

Ve bu yeni rejimin -savaş şartlarının gereği olarak- askerler kurulduğu ve bunun için de, askerlerin vesayetinde olduğunun kabulü, TC rejiminde bir aydınlık/ entelektuellik gereğidir. 

Evet, İlk Şef (Mustafa Kemal) askerdi, "Millî Şef" sıfatıyla onun yerine geçen Mustafa İsmet de bir eski askerdi.. Ve M. Kemal tarafından yakın çevresinden kovulduğu halde.. M. Kemal"in ölümünden sonra ve hiç beklenmiyen bir şekilde, işbu İsmet Paşa, o  dönemin bütün icraatının bekçibaşısı ve her itirazı boğan gücü konumundaki "Erkân-ı Harbiye-i Umûmiye Reisi" (Genelkurmay Başk.) Mustafa Fevzî Paşa"nın eliyle, yeni Şef / diktatör olarak milletin tepesine oturtulacaktı..

M. Kemal diktatörlüğü gitmişti, ama, onun fikrî bakımdan onun çizgisinin dikkatli bir sürdürücü olarak Yeni Şef,  o rejimi sürdürecekti.. Yani, fikrî bir vesayet anlayışı, zihinleri kelepçelemişti.. Nitekim, 2. Dünya Savaşı"nın ağır şartları da tabloya eklenince, milletin sesinin çıkması mümkün olmayan ağır bir dikatörlük dönemi daha yaşanıyordu..

Millî Şef, ilginç bir siyaset izliyordu, savaş boyunca, Hitler Almanyası"nın orduları Sovyet Rusya içersinde ilerlerken, o Türkiye"deki komünistleri; komünistler ve müttefikler ilerleme kaydedince de, Türkiye"deki türkçü nasyonalistleri içeri tıkıyordu..

Ve Hitler Almanyası kesinkes yenilginin eşiğine geldiğinde ise, Amerikan baskısıyla, Almanya ve Japonya"ya, kağıt üzerinde de olsa, savaş açılıyordu..

Ama, 2. Dünya Savaşı"nda, kapitalist + komünist emperyalizmler cebhesi faşizm cebhesine galib gelmiş ve galiblerden komünist tarafın lideri Stalin, doğu Avrupa"yı hemen yutmuş, kukla komünist rejimler kurmuştu.. Kapitalist cebhe ise, Amerikan emperyalizmi öncülüğünde kendisini "Hür Dünya" diye yaldızlamıştı..

Türkiye, o zaman, Stalin"in taleblerine karşı Amerika"nın kucağına atılıyor ve Amerika ise, Hür Dünya iddiasına uygun olarak, müttefiklerinin de halkları tarafından, demokratik olarak benimsenmiş rejimler olmasını isteyince...

İsmet Paşa,  "etrafımızdaki dünkü aşiret rejimleri bile, kendi halkları tarafından seçilmiş ülkeler haline gelmişken, ben, duvarlara bakıp durumumuzdan utanıyordum.." diye hatırlayacaktı, o günleri..

Ve Amerika taleblerini dikte edince.. İsmet Paşa, 1945"de, demokratlaşması gerektiğini anlayınca..

M. Kemal döneminin son başbakanı olan Mahmud Celâl (Bayar) ile, rejimin temel yapısının korunması şartiyle demokratik denemelere geçmek üzerinde anlaşacaktı.  (Celal Bayar ile İsmet İnönü arasındaki bu  anlaşma, 50 yıl sonra, 1995"lerde açıklanacaktı, ikisi de hayattan çekildikten sonra..) 

Arkasından da,  -tamamı, millet tarafından değil- CHP genel merkezince belirlenip meb"us  (m. vekili) yapılan m. vekillerinden Celal Bayar, Adnan Menderes, Fuad Köprülü ve Refik Koraltan"ın imzasını taşıyan "Dörtlü Takrir" ile başlayan siyasî çalkantılar sonucunda,  Demokrat Parti (halkın diliyle Demirkırat Partisi) kurulacaktı; "Yeter, söz milletin!" sloganıyla..

Ve ilk olarak 1946 yılında seçimler, doğrudan ordu gözetiminde, tekparti yönetiminin kendisini herbirisi jandarma gibi gören bürokratlarının, memurlarının, hâkimlerinin baskısı altında yapılan sopalı seçimler mahiyetinde yerine alacaktı, tarihte..

Herkesin kime oy verdiğini gösterdiği, oy sayımının ise gizli yapıldığı bir seçim.. Yani, "gizli oy, açık sayım" yerine, "açık oy, gizli sayım"  usûlüyle..

Tabiatiyle, İsmet Paşa kazanacaktı, böyle bir seçimi..

Ama, muhalefet de artık iyice tırmanıyordu..

Nihayet, 14 Mayıs 1950 seçimlerine gelindi..

Panorama"da Yakub Kadri, kemalist zorba elitlerin korkusunu yazarken, "Türkiye demokrasiye geçiyor. Câhil halkın oylarıyla iktidara gelip, ilericileri kıtır kıtır kesecekler.." diyordu..  Yani, karşı devrim başlıyacak ve 1923-50 arası, 27 yıl boyunca yapılanlar tersyüz edilecekti..

Millet, 27 yıllık diktatörlüğün hesabının sorulacağını umuyordu..

CHP tepetaklak gitmişti.. İsmet Paşa, Çankaya Köşkü"nün arka kapısından kaçarcasına çıkıyordu..

Ve hemen arkasından, Celâl Bayar 3. Cumhurbaşkanı olarak seçiliyor ve Adnan Menderes de getirildiği başbakanlık vazifesini, 50, 54 ve 57 seçimlerindeki  kesin zaferine rağmen, 27 Mayıs 1960 Askerî Darbesi"yle ve dârağacı ile bitirecek trajik bir yolculuğa çıkıyordu.. 

*

Nisyan"a isyan!..

Evet.. 14 Mayıs 1950..

Tam 60 yıl geçti o günlerin üzerinden..

14 Mayıs 2010 tarihli gazetelere baktım..

Baş konu, CHP liderinin açıkça reddetmediği  bir haram ilişki etrafındaki tartışma idi.. Bu kirli, ahlâksız ve haram ilişkinin aslını reddetmeyip, ortaya çıkış şekli ile bir mazlumiyet ve mağduriyet havası oluşturmaya çalışanlara karşı  Tayyîb Erdoğan"ın "eşlerini aldatanlar mağdur sayılamaz.." şetklindeki doğru tesbiti bile neredeyse o kadar önemsenmek istemiyordu.. Sanki, o iki kişiyi bir odaya zorla birileri götürmüşler gibi, onun mazlum ve mağdur olduğuna dair iddialar ve yeniden siyasete ve  istifa"yı istifadeye döndürme çabaları, günün en önemli hadiseleri olarak gündemde idi.. Ya da, 12 Eylûl Anayasası"nın bazı kısımlarının değiştirilmesine ilişkin referandumun, 30 yıl sonraki 12 Eylûl"de yapılması...

Ve amma, 60 yıl önceki  14 Mayıs hatırlanmıyor, yaşananlardan ders çıkarılmadığı görülüyor, "Hâfızâ-i beşer nisyan (unutkanlık) ile malûldür.." sözü bir daha doğrulanıyordu.

Evet, 14 Mayıs 1950 TC medyasında hemen hemen hiç hatırlanmadı..

Halbuki, 60 sene öncesini yaşayanlarca, yeni dönem açıldığı zannedilmişti..

Yeni Asya gazetesi hariç, hiçbir gazetede bu tarihî günün hatırlandığına dair birinci sahifede bir hatırlama cümlesi yoktu.. Yeni Asya ise, manşetinden, "Millî İrade Bayramı" diye vermişti, o 60 yıl öncesini; "Türkiye"nin gerçek mânâda cumhuriyet rejimiyle tanıştığını" da yazarak..

O hatırlama cümlesi de bir başka yanılmayı işaret ediyordu..

Çünkü, 14 Mayıs 1950"deki o seçimle, millet, gerçek mânâda bir cumhûriyet rejimiyle değil; cumhûriyet rejimi yaldızlamalı bir yalanlamayla tanışmıştı..

Nitekim, "Atatürk"ü sevmenin bir ibadet olduğunu" söyleyecek kadar azgın bir kemalist/ laik olan Celal Bayar"ın cumhurbaşkanlığı altında 10 yıl halk kitlelerine birazcık bir takım hizmetler sunmaya çalışan ve amma, ideolojik körlüğü dolayısiyle, kemalist/laik jakobenizmin entrikalarından habersiz olarak, "Atatürk"ü Koruma Kanunu" gibi acaib bir kanunu bile milletin başına tebelleş etmeye de âlet olan Adnan Menderes, yine de bu kemalist/ laik rejime yaranamıyacak ve 10 yıl sonra, 27 Mayıs 1960 gecesi bir askerî darbeyle devrilip, uyduruk Yassıada Yargılamaları sonunda asılmak sûretiyle öldürülecek, millete ve siyasetçilere gözdağı verilecek ve bu gözdağı vermeler, ancak 27 Nisan 2007"de kırılan bir yeni askerî darbe ve müdahaleye kadar devam edecek; Yeniçeri zihniyeti ve hastalığı, her darbe ile, milleti daha bir sıkboğaz edecek şekilde teslim alacaktı..

Ama, o zihniyet hâlâ da etkisiz hale getirilmiş ve o zorbalık hastalığı ve tasallutu hâlâ da şifaya kavuşabilmiş değil..

Ama, bugün, millet ve temsilci olarak seçtiklerinin ekseriyeti, dünlere göre, biraz daha uyanmış gibi..

Ferdi ve sosyal değişimin ana kuralı ise, 14 asır gerilerden, yolumuzu aydınlatıyor: "Nasılsanız öyle yönelitilirsiniz.." hadisiyle ve de, "Ra"d Sûresi"nin 11. âyetindeki, "Bir halk kendi halini değiştirmedikçe, Allah onların halini değiştirmez.." ilahî ikazıyla..

haksöz