Açılım süreci ve gelinen son nokta ile birlikte Müslümanların açılım konusundaki sorumluluklarını unutmuşluk halleri ve sanki bu gelişmelerin kendileri üzerine bir etkiye sahip olamayacağı zehabı gerçekten düşündürtmelidir. Hâlbuki güvenlik eksenli bir siyasallıktan siyasal eksenli bir siyasete uzanan bu yol, en çok Müslümanların sorunlarını çözmeleri konusunda umutlu kılmalıydı. Hâlbuki yaşamın pasif nesnesi olma yerine hayatın aktif öznesi olmak en çok Müslümanlara yaraşır. Aralarındaki çatışma ve tefrikaları bir tarafa bırakarak bu güne kadar bir türlü çözümleyemedikleri temsiliyet sorununu da vahdete ulaşarak gerçekleştirebilirler.
Biz tüm bu sorunları, bugüne kadar ortaya koyduğu ilmi birikimi ve aydın sorumluluğuyla örneklik teşkil eden Mustafa İslamoğlu ile konuştuk. Her zaman olduğu gibi çok çarpıcı tespitlerde ve yaraya neşter vuran yorumlarda bulundu. Zevkle okuyacağınıza inandığım bu söyleşi, umarım gerekli ilgiyi yeterince bulacaktır"
Demokratikleşme süreci ciddi umutlarla başladı. Ama bu süreç uzadıkça bu sürece yönelik sağdan ve soldan ciddi tepkiler oluştu. Müslüman aydın ve âlimlerinin bu konudaki yaklaşımları sınırlı ve kamuoyuna yansımadı. Siz Müslüman bir âlim ve aydın olarak bu siyasal süreci nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bismillahirrahmanirrahim" Öncelikle bugünü anlamak için dünü bilmek lazım. Dün ne oldu sualine kısaca bir göz atarak sorunuza cevap vermek istiyorum. Laiklik sopası Müslümanları dövmek, ulusçuluk sopası da Kürtleri dövmek için icat edildi. Yani sistemin iki sopası var: biri laiklik diğeri de ulusçuluktur. Birincisi ile Müslümanları, diğeri ile de Kürtleri dövdüler. Hem Kürt hem de Müslüman olanlar ise iki sopayı birden yediler. Dolayısıyla oradan başlayalım; süreç başından beri böyle değildi. Mesela Lozan'da yapılan bir azınlık tarifi var ki, o tarifin altına imzamızı atarız. Yani bize o tarifi yaptırmış olsalardı biz de ancak öyle bir tarif yapardık. Zaten İngilizler, azınlığı kavim, ırk üzerinden tanımlamaya kalkınca öncelikli olarak buna karşı çıkan Ankara Hükümetidir. Ecnebilere kabul ettirilen bu tarifi ilk ihlal eden de yine kendileri oldu. Dolayısı ile Lozan'da yapılan tarif eğer devlet siyasetinin temelini teşkil etseydi, her şey o tarife göre yürüseydi bugün bu problemi yaşamayacaktık.
1919-1921 tarihleri arasında 14 tane Türk isyanı var
Kemalist proje bir tasfiye projesi olarak değerlendirilebilir mi?
Elbette. Kemalist mühendislik projesi aslında başından beri muhalefetin tasfiyesi üzerine kurulmuştur. Çünkü otoriter olan bu dil daha sonra totalitarizme evrildi. Bu dilden dolayı da muhalefetin her türü tasfiye edildi. Birinci meclis bunun için tasfiye edildi. İkinci meclis bunun için tasfiye edildi. Hilafet muhalif bir unsur olarak görüldüğü için tasfiye edildi. 1925'te kurulan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası bunun için tasfiye edildi. Şeyh Said isyanı gerekçe gösterilerek memlekette ne kadar muhtemel muhalefet varsa bunun için tasfiye edildi. Daha önceki isyanlarda olduğu gibi daha sonraki isyanlarda da bu bir fırsat olarak kullanıldı ve Kemalist kadrolara muhalif ne kadar unsur var hepsi tasfiye edildi. 1919-1921 arasında tam 14 tane Türk isyanı var: Hart (Bayburt) isyanı, 1. Düzce isyanı, 2. Düzce isyanı, Çorum isyanı, 1. Yozgat isyanı, 2. Yozgat isyanı, Zile isyanı, Konya isyanı, 1. Bozkır isyanı, 2. Bozkır isyanı, 1. Aznavur isyanı, 2. Aznavur isyanı ve daha başkaları" Dolayısı ile sadece Kürtler isyan etti, bilmem bu kaçıncı Kürt isyanıdır sözlerini duyuyoruz. Bu doğru değil. Yarısı söylenen hakikat, yalanın en sinsi olanıdır. İşte Türk isyanları da var.
Takriri sükûn kararı tarihi bir kırılmadır
Resmi tarihe göre bunlar isyan kabul edilebilinir ama gerçekten sizce de öyle mi?
Hepsinin özüne baktığımız zaman aslında isyan falan yok. İsyan ettir sonra tasfiye et. Bu da bir proje. Mesela Takrir-i Sükun gibi ancak "devlet terörü" ile izah edebileceğimiz korkunç bir zulüm kanununun çıkabilmesi için Şeyh Said olayı gibi bir olaya ihtiyaç vardı. Şeyh Said isyanı" deniyor değil mi? Değil, işin aslına bakarsanız ortada isyan falan yok. Binlerce insanın canına mal olan ve Takrir-i Sükun gibi bir vandalizme gerekçe kılınan olayın başlangıcı şöyle: Şeyh, Piran köyünde bir akrabasının düğününe davetlidir. Düğün alayına bazı kaçaklar da karışır. Jandarma düğün evini kuşatarak düğünün ortasında kaçakları almak ister. Bu aslında oranın büyüğüne hakarettir. Doğu'da böyle bir şey yapmak, o törenin büyüğüne "Seni sevenlerinin içinde aşağılamak istiyorum" demektir. Şeyh tabiatıyla reddeder ve der ki "Düğünden sonra gelsinler, kaçakları kendi elimle vereyim, ama düğün içinde adam almaları şeref ve haysiyetimi çiğnemektir!" İşte adını "isyan" koydukları şey bu açık tahrik sonucu başlar. İsyan adı konularak "tenkile" girişilen diğerlerinin sebebi de buna benzer. Takrir-i Sükun gibi bir kanun, ancak böyle bir bahaneyle çıkar. 1920lerdeki o Lozan ruhu dediğimiz ruhu tamamen iptal eden bir yaklaşımdır, Takrir-i Sükûn kanunu. Takrir-i Sükûn kanununun özü bir ulus yaratma üzerine kurulmuştur. Tabii bir ulus yaratmak istiyorsanız "Allah'ın yarattığı milletleri, kavimleri de yok edeceksiniz". İşin bir de yabancı boyutu var.
Kemalizm'i taşeron olarak kullanan yabancı patronlar halka yaslanan bir rejim istemiyorlardı. Peki, niye istemediler? Eğer halka yaslansaydı bu rejim o zaman kendilerine yaslanamazdı. O yüzden halkla problemli olabilecek her çıkışa destek verdiler. Mesela Şeyh Said isyanı devam ederken, Kemalistler İngiltere ile pilot eğitimi anlaşması imzaladılar. Yani bu kadrolar da farkına varmadan, kendilerini kullananlar hesabına halkla aralarına kan davası sokacak her meseleye yardımcı oldular. Ama maalesef bugün bunun sıkıntısını yaşıyoruz.
Anasır-ı İslam içinde Türkler ve Kürtler birlikte vardılar
Kimlik inkârı politikası mühendisliğe dayalı yeni rejimin temel politikası ilan edildi. Bu kimlik inkârı öyle bir noktaya vardı ki, daha Lozan'da azınlık tarifi yaparken Kürtler ile Türkleri aynı potaya koymuştu Lozan heyeti. Zira Türkler ve Kürtleri 'anasırı İslamiyye' olarak tanımlayan Atatürk'ün kendisi idi. "Anasır-ı İslamiyye" ile başlayan söylem, daha sonra adliye vekili Mahmut Esat Bozkurt'un: 'bu ülkede Türk olmayanın bir tek hakkı vardır, o da Türk'e köle ve hizmetçi olma hakkıdır' sözüne gelip dayandı? Bu uzun atlama nasıl yapıldı. Bu kırılma başından itibaren saydığım şeyler üzerinden gerçekleşti. Ve tabii olarak arkasından da tenkil politikası geldi. Tenkil Arapça bir kelimedir, "ibret-i âlem bir ceza" demektir. Problem görülen tüm noktalar kaşındı. Orada yara yokken yara açıldı. Kanayan yara üzerinden de ibreti âlem bir ceza verildi. Nihayetinde 70lere gelindiğinde Kürtler açısından- baktılar ki bu meseleyi böyle halledemeyecekler. Yani kimliği inkâr ettikçe, Kürt kimliği kendisini daha fazla dayatmaya başladı. Bu kez sistem politika değiştirdi. Yeni politika, Kürtleri laikleştirme politikasıydı. Ve örgüt kurduruldu. Örgütü içerden teslim aldılar. Ayrıca çok ilginçtir bugün DTP (PKK)nin kaleleri MSP döneminde MSP'nin kaleleriydi. Ne değişti? Daha ilginç bilgiler de var. 1974 Kıbrıs savaşı zamanında Diyarbakır'dan gönüllü olarak savaşa katılmak isteyenlerin sayısı İzmir'den katılmak isteyen kişi sayısından fazladır. Oradan buraya nasıl geldik? Aslında bunu sorgulamak lazım"
PKK kontrolden çıktı
Bu hale gelmesini siz nasıl değerlendiriyorsunuz?
Ben Kemalizm'in Apoizm'i rahminde döllediği kanaatindeyim. Yani Kemalizm aslında Apoizm'in ebeliğini yaptı. Sonunda bir frenkeştayn'a dönüştürdüler. Bunu doğururken bunun böyle olacağını beklemedikleri gibi böyle olmasını da istemezlerdi. Kürtleri laikleştiririz ve Eski Ankara Valisi Nevzat Tandoğan'ın dediği gibi, 'bu ülkeye bir Kürt muhalefet gerekiyorsa onu da biz getiririz' mantığı idi bu. Fakat PKK kontrolden çıktı ve başka ellere geçti. Bu sefer uluslararası aktörler, ABD ve AB gibi beynelmilel güçler devreye girdi. En sonunda Körfez Savaşından sonra Amerikan'ın sıkışması ile birlikte Türkiye'nin rol çalması gündeme geldi. Şöyle oldu: Türkiye'ye bir rol verdiler, Türkiye onların verdiği rolden de bir rol aldı. Fakat hükümet akıllı davranıp verdikleri ile yetinmedi, bir de rol çaldı. "Yeni Osmanlı" söylemlerine haklı çıkaracak mevzi bazı çıkışlar işte o "çalınan rolün" sonucuydu. Hükümetin hem aldığı hem de çaldığı rol üzerinden işte günümüzdeki açılım noktasına geldik"
Kürt sorunu olarak gündeme oturan ve sürecin çözümüne katkı yapması gereken Kürt aydınları ve milliyetçi unsurları, daha çok çözümsüzlüğe yönelik düşünce ve eylemlerde bulunuyorlar. İstisnalar elbette var. Fakat Müslümanların bu Kürt sorununda cesaretli şeyler söylemesi zamanı geldi geçiyor.
Açılım Kemalizm'in enkazını temizlemektir
Sizin çok öncelerden 1990lı yıllarda görüşlerinizi cesaretle dile getirdiğinizi biliyoruz. Bu son Kürt açılımı sürecini nasıl yorumluyorsunuz?
Tabii ki bıraktığınız noktadan devamla"
Aslında açılım, Kemalizm'in enkazını temizlemekten başka bir şey değildir. Bu işin Türkçesi budur. Açılıma Türk ve Kürt Ergenekonu direniyor. Demin özetlediğim süreçten 1970lerdeki kırılmayı esas alırsak eğer, aslında laikleştirdikleri Kürtlerle baş edemez oldular. Dolayısıyla çözümsüzlüğü savunanlar, çözümsüzlükten nemalananlardır. Onların içinde Kürtler de var, Türkler de var. Bir kısım Türklerle bir kısım Kürtlerin savaşı, giderek muvazaalı ve danışıklı bir dövüşe dönüşüyor. Birbirini savaşarak var ediyorlar. Savaşan Kürtler sayesinde Türkiye'de beyaz Türk egemenliği sürüyor. Beyaz Türkler geniş Müslüman yığınlar üzerindeki vesayet rejimlerinin devamını bu savaşta görüyorlar. Bu düşman kardeşler, birbirlerinin yağında kavrulup gidiyorlar. Olay bu açıdan oldukça karmaşık. Bakıyorum Ataistler kadar Apoistlerin de kafası karışık. Hatta sadece kafalar karışık değil duygular da karışık. Çünkü duyguları da kirlettiler.
Arınmanın ve çözümün yolu nedir sizce?
İki halkın ruh kökü birdi. Bundan hiç kimsenin tereddüdü yok, halen de yok. Bu kökten kopanlar çözümsüzlüğe katkı sundular. Ruh kökünden kim koptuysa çözümsüzlüğe katkı sunanlar onlar oldu. Çözümsüzlüğe kim katkı sunduysa iki halkın tek olan ruh kökünden kopanlar da yine onlar oldu. 1992 yılında Mazlum Der'in Ankara'daki Kürt Forumu'nda 'Kürt Sorununa İslami Çözüm' diye bir tebliğ sundum. Ondan mahkûm da olduk. Orada söylediklerim bugün aynen gerçekleşti. Ve oradaki çözüm tekliflerimde bugünkü Açılım'ın hedefleriyle birebir örtüştüğünü görüyorum.
Tekliflerinizi bugün bize de özetler misiniz?
Orada hatırladığım kadarıyla şuna benzer teklifler yapmıştım:
1- İnkâr politikalarını terk edin!
2- Şiddeti dışlayın! Yani şiddetin kategorik olarak dışlanması gerekir. Hem devlet ve hem de örgüt şiddetinin dışlanması"
3- Dinin birleştiriciliğine sığının!
4- Yaraları sarın!
5- Özgürlüklerin önünü açın!
6- 1920 ruhuna geri dönün!
7- Her türlü zulme son verin!
Ben buna benzer şeyler teklif etmiştim. Dolayısıyla bugün de bakıyorum, acaba eklenecek ne var diye düşündüğümde ben şahsen başka bir şey göremiyorum.
Açılım meselesinde Diyanet devreye sokulmalıydı
Yani Açılım keşke Ergenekon temizliğinden sonra olsaydı daha iyi olurdu. Böylesine sağdan soldan yara almazdı. Bu sualinizde Müslüman bir âlim ve aydın olarak neler söylersiniz diyorsunuz ya; Açılım sürecinde DİB'nın (diyanetin) doğru kullanılmadığı kanaatindeyim. Diyanet'i bugüne kadar darbeciler de dâhil herkes kullandı. Minberleri, mihrapları herkes kullandı. Fakat en ihtiyaç duyulduğu bu günkü günde, İslam'ın birleştirici söylemine sarılınmadı. Birlik, beraberlik, vahdet, bu gün savunulması gerekir. Bunun savunulacağı en iyi yer camilerdir, mihraplardır, minberlerdir. Ve bu birlik ve vahdet en güzel imamların, müftülerin, vaizlerin ve âlimlerin ağzına yakışır. Ama görüyorum ki Diyanet adeta yok, yani bu süreçte herhangi bir vazife üstlenmiş değil.
Müslüman aydın ve âlimlerin kafası karışık
Müslüman âlimler ve aydınlar arasında da kafası karışık olanlar var. Ben onu görüyorum. Hatta sıradan bir karışıklık değil ciddi bir karışıklık bu. Yani bu taktik ve stratejik bir karışıklık değil, çok temel bir karışıklık. Bu bana Özal'a bakıştaki yamukluğu hatırlatıyor. Özal döneminde de kimi İslamcılarımız, hatta İslamcı üstatlar, İslamcı ağabeylerden bazıları şimdi hatırlıyorum, acayip bir muhalefet yürüttüler. Peki, dönüp baktığımızda ne oldu? Onlar mı haklı çıktı, yoksa gerçekten Özal mı haklı çıktı? Özal'ın attığı o temeller olmasaydı bu gün bu bağırsak temizliği nasıl yapılabilirdi? Baksanıza çanak çömlek patladı. Meğer koca memleketin altını fosseptik çukuruna çevirmişler. Çukuru açınca milletin burnunun direğini kıracak kokular çıktı ve daha çıkacak olanlar da geride"
Müslümanların siyasi basiret zaafı var
Genelde İslamcıların, özelde İslamcı aydın ve ağabeylerin problemi ne?
Maalesef elini ve kalbini taşın altına koymayan bazı İslamcılarımız dışarıdan gazel okumayı daha çok seviyorlar. Ve bu noktada ben siyasi basiretsizlik görüyorum. Ciddi bir siyasi basiret zaafı var. Olayı ait olduğu bütün içinde okuma körlüğü yaşanıyor. Geçmişte yaşananlardan ibret alınmamışa benziyor. Bir perspektif ve kıraat zafiyeti var. Hasan el Basri'ye Hazreti Hüseyin'in katillerinden biri gelir ve der ki 'üstat pire kanının hükmü nedir?' Aslında bu sorunun maksadı gündem saptırmaktır. Zira soruyu soran adam Hz. Hüseyin'in katillerindendir. Hasan Basri bu zavallıya şu tarihi cevabı verir: "Hüseyin'in kanı ellerine bulaştığı halde sen bana pire kanının hükmünü mü soruyorsun?" Biz, Müslüman âlim, önder ve aydınlarda bu basireti görmek istiyoruz. Siyasi basiret görmek istiyoruz. Çok ilginçtir, özür dileyerek söylüyorum,1960 darbecileri memleketin namusunu paymal ettiler. Fakat o dönemde İstanbul müftülüğü yapan ismini vermeyeyim- bir âlimimizden 1960 darbecileri Adnan Menderes için sevgilisi var diye recm (taşlama) fetvası alıyorlar. Daha sonra bu hocamız darbeciler eliyle Diyanet İşleri Başkanlığına getirildi. Şu garabete bakar mısınız? Recmedilmesi gerekenler Adnan Menderes için zamanın âliminden recim fetvası alıyorlar. Bu siyasi basiretsizliktir. Bu basiretsizliğin benzerini ben günümüzde de görüyorum. Onun için herkes basiretle hareket etmeli. Bir ilkemiz vardır: Hepsi elde edilemeyen şeyin hepsi terk edilmez. Siyaset kumar değildir. Ya hep ya hiç olmaz. Siyaset mümkün olanı yapma sanatıdır. Siyaset akide gibi siyah ve beyaz değildir. Grinin tonları üzerinde oynanan bir oyundur ve memleketin rengi biraz daha ağaracaksa, duamız ve desteğimiz orada olmalıdır. Bu söylediklerimle eyyamcılığı ve Makyavelizmi karıştırmamak lazımdır.
Hesabi değil hasbi olmak lazımdır
Ak Parti ve kurmayları bu açılımı Türkiye'nin büyümesi açısında elzem görüyor. Müslüman aydınların ise bu noktada liberal tezlere mahkûm bir görüntü vermesi söz konusu, siz bu noktada neler söylemek istersiniz?
Öncelikle şunu söylemeliyim, siyaset basirettir. Müslüman meseleye basiretle bakmalı. Herkesin bir hesabı olduğunu görüyorum. Hangi anlamda? Net bir tavır koymayan, karışık davranan birçoklarına bakıyorum içerden bir hesabı var. İktidardan beklentisi var. Veya ne bileyim şahsi husumeti var. Karnının şişi var vs. vs. Bu bana sağlıklı gelmiyor. Öncelikli olarak hasbi olmak lazım. Çözüm konusunda bir şey söyleyecekse ve Allah'ın sözüne tesir vermesini istiyorsa kişi önce hasbi olmalıdır. Ve bu konuda bir şey söylerken bir Müslüman, ibadet vecdi içinde söylemelidir. 'Emr-i bil maruf ve nehy-i anil münker' çerçevesinde söylemelidir. Marufu emretmek, ortak aklın doğru dediği, şer'i şerifin doğru dediği şeyse, hiç kimseden korkmadan, kınayıcının kınamasından korkmadan bunu söylemeliyiz. Eğer ortada bir münker varsa; onu yapan kim olursa olsun, -ister babamız, ister kardeşimiz olsun- bizim vazifemiz onu nehiy etmek olmalıdır. Bunlar ibadettir. Bu olayda bakıyorum nefisler konuşuyor, bizim mahallede de nefisler konuşuyor. Çeşitli hamuleler var, çeşitli arka planlar var. Bazılarının sözü yüreklerinden çıkmıyor sanki, karınlarından çıkıyor. Sonra da sözlerinin duyulmadığından ve sözlerinin tutulmadığından şikâyet ediyorlar. Konuştukları yer nefisleri olunca buna şikâyetleri de olamaz. Bu yüzden de, Allah o söze tesirini halk etmiyor.
Bir can daha ölmesin diye bu açılım projesi desteklenmeli
Bir masum daha ölmesin, bir anne daha ağlamasın, bir hukuk daha çiğnenmesin diye bu proje desteklenir. Şu şunun için yapıyor, bu bunun için yapıyor, şurasında şu eksiklik var, burasında bu yamukluk var" Doğru, hepsi doğru! Ararsan bir çok kusur bulursun. Ben de görüyorum. Ama buna takılmanın faydası nedir? Bu, hak ve hayır için duamıza engel olmalı mıdır? Böyle bir proje bir fırsat olarak bu milletin önüne gelmişken biz Tanzimat'tan bu tarafa birikmiş sorunları bu projenin sırtından mı halledeceğiz? Bu insafla bağdaşır mı? Bu vicdanla bağdaşır mı? 86 yılın önümüze yığdığı sorunları, biz bu proje üzerinden mi halledeceğiz? Tüm varlığıyla canhıraş çaba gösteren bir avuç insan üzerinden ve kısa bir zaman diliminde mi halledeceğiz? Bu sorunlar halledilmiyor diye bu insanlara kızmaya hakkımız var mı? Aylardır silahlar susmuştu. Memleket rahat yüzü görüyordu. Şiddet döngüsü kırılıyordu. Şeytan'a lanet yerine insana rahmet dilemek yok mu?
Güvenlik eksenli politikalara geri dönüş aleyhimizedir
Son çıkışın en önemli boyutu şudur: Türkiye güvenlik eksenli politikadan çıkıp siyaset eksenli politikaya dönmesi... Bu en önemlisi, çünkü bu ülkenin güvenlik eksenli politikasından zarar gören biz Müslümanlarız. Bu memlekette benim ibadetim bile onların güvenliğine takılıyor. Bacımın başörtüsü onların güvenliğine takılıyor. Çünkü canı sıkıldığında, suyun gözünden içen kurdun aşağıdan sulanan kuzuya dediği gibi 'suyumu bulandırdın' der. Nitekim biz bu belayı geçmişte yaşadık. Dolayısıyla açılımın en büyük karı, bu ülkenin güvenlik eksenli politikadan vazgeçip siyasi eksenli politikaya geçmesiydi. Bu sebeplerle ben açılımın desteklenmesi hayır olur diyorum.
Reşadiye baskını bir provokasyondur
Tokat Reşadiye'de hain bir pusuda yedi asker katledildi. Üç gün gecikmeyle PKK olayı üstlendi. Bu olay açılımı nasıl etkiler?
Ben Reşadiye'deki pusunun bir provokasyon olduğuna kesin inanıyorum. O pusuda tetiği çeken ele bakmak bizi yanıltır. Akıllı olan kuklalara değil kuklacıya bakar. Hiçbir şey göründüğü gibi değil. Tetiği çeken ellerin bulunması hiçbir şey ifade etmiyor, o ellerin sahibinin ipini tutan ellerin bulunması gerektiğini düşünüyorum. Yoksa bu ülkede taşeron bulmak veya tetikçi bulmak hiç de zor değil. Tıpkı 33 er olayında olduğu gibi. Reşadiye'deki olay karanlık ve puslu bir olaydır.
Askeri vesayetin mazereti terördür
Eğer siz terör mazeretini aradan çekerseniz askeri vesayet rejimi son bulacaktır. O zaman "Terörden kimler nemalanıyor?" sualimin cevabı kendiliğinden çıkıyor. Açılım; Anayasa Mahkemesi ile örgütün çapraz atışına maruz kaldı. Gerçekten DTP'nin kapatılma kararı Açılıma sıkılmış bir kurşun oldu. Onun için Ergenekon PKK'yı koruyor. Bakıyorsunuz mahkeme kararlarında uyumlu siyaset yapanlara siyasi yasak gelirken aşırı söylemlere sahip olanların önü açılıyor. Aslında kapatma kararı PKK'nın önünü açma kararıdır desek yeridir. Bu tip olaylara pirim vermeksizin daha da olabileceği hesaba katılarak açılım ısrarla devam ettirilmelidir.
Bu bir kurtuluş savaşıdır
Çünkü bu bir kurtuluş savaşıdır. Bu ikinci kurtuluş savaşı değildir maalesef! Bu ilk kurtuluş savaşıdır. Eğer bu ülke gerçek bir kurtuluş yaşayacaksa, Tanzimat'tan bu yana bağırsaklarını ilk defa bu kadar temizleme cehdi göstermesi sayesinde olacaktır. Bunu başardık, başardık, eğer başaramazsak bugüne kadar elde ettiğimiz kazanımlarımızın tümü gider diye bir endişem var"
DTP kapatılmadı, PKK açıldı
Böyle bir tehlike de var. DTP'nin kapatılması ve genel olarak parti kapatmaları üzerine neler söylemek istersiniz? Ak Parti yeterince tepki gösterdi mi?
DTP kapatılmadı, PKK açıldı demiştim. Siyasete getirilen her yasak aslında şiddete getirilen teşvik pirimidir. Bu ülkede siyaset alanının genişlemesi milletin alanının genişlemesidir, siyaset alanının daralması ise milletin alanının daralmasıdır. Bunun bir formül gibi ezberlenmesi lazımdır. Onun içinde bu memlekette Müslümanlar her ne yapıyorlar ise yapsınlar, siyaset alanının genişlemesi için çalışmalıdırlar. Siyaset alanını genişleten her projeye destek vermelidirler. Siyaset alanını daraltan her girişimi reddetmelidirler. DTP'nin kapatılması, siyaset alanını genişletir mi daraltır mı? Elbette ki daraltır. Partiyi kapatarak bir kitleyi daha siyaset dışına taşımış olursunuz. Kaldı ki kapatıldı da ne oldu? Bir levha indi öbür levha takıldı. Yani biraz da komedi oluyor. Bunun böyle olacağını en ücra köşedeki kişi biliyor da, bu kararı verenler bilmiyor mu? Peki, o zaman bu noktada kapatma kararının şiddetin önünü dolaylı olarak açmak olduğunu düşünürsek, yanlış mı düşünmüş oluruz? Ak Partinin burada yeterince tepki göstermediğine katılmıyorum.
Ak Partinin içindeki bazı unsurlar Ak Partiyi de kapatmak isterler
Ak Parti içinde bazı unsurlar var. Onlar hep vardı. Onlar sadece direnmiyorlar, belki de Ak Partinin kapatılmasına da çalışıyorlar. Yani ben Truva atlarının her yerde olduğunu düşünüyorum. Ak Partinin kapatılmasına parti içinden sessiz kalanların, DTP'nin kapatılmasına ses vermesini nasıl beklersiniz? Bu noktada ben Başbakanın ve Ak Parti kurmaylarının ilkesel olarak doğru bir duruş sergilediklerini görüyorum. Kaldı ki Ak Partinin kapatılması davasında DTP'nin verdiği tepkiyi de hatırlıyoruz. Onların verdiği tepki Ak Partinin bu davada verdiği tepkiye göre çok daha komikti ve utanç vericiydi. Oysa kendileri üzerinde sallanan bir demokles kılıcıydı Ak Parti kapatma davası.
Müslümanların en büyük problemi tefrikadır
Müslüman cemaatler arasındaki irtibatsızlık ve yön birliğinin olmamasını, hatta zaman zaman çatışmalarını ve bunun giderilme yolları hakkında ne düşünüyorsunuz? Ayrıca Müslümanların bir temsiliyet sorunu olduğu da tartışılmazdır"
Bu bir soru olsaydı cevaplardım. Bu bir sorun, sorunlar ise cevaplanarak çözümlenemiyor maalesef. Hakikaten bu gün ümmet olarak yaşadığımız parçalanma ve bölünme tarihte belki de hiç olmadığı kadar vahim sonuçlar üretiyor. Bugün Müslümanların en büyük problemi nedir diye sorsanız, "tefrikadır" derim. Bugün Müslümanlara yapılacak en büyük ikram nedir diye sorsanız, "vahdettir" derim. Ümmeti tefrikadan kurtaracak ve onları vahdete iletecek her türlü çaba ve gayretin gözleri, elleri ve ayakları öpülmelidir derim. Eğer vahdet yoksa temsil problemi kendiliğinden doğar. Çünkü mahşerin dört atlısı gibi herkes hakikatin elindeki parçası ile övünmeye başlar. Kur'an'ın ifadesi ile 'Kullu hizbin bi-ma ledeyhim ferihun' (her hizip kendi elindeki ile övünmeye başlar). Ve hakikatin bütününü temsil ettiğini düşünür. Çünkü hakikate ait olmak yerine hakikate sahip olmaya kalkar.
Hakikat mülkiyet değildir
Hakikat mülkiyet değildir. Hakikat kimsenin mülkiyetine geçmez ki. Hakikate sahip olmaya çalıştığınız da sahip olduğunuz yerden hakikati böler, parçalar ve kırarsınız. Ama hakikate ait olmaya çalıştığınızda bir bütüne ait olduğunuzun şuuruna varırsınız. Bir bütüne ait olduğunuzun şuuruna vardığınızda işte o zaman vahdet şuuru gerçekleşir, ümmet şuuru gerçekleşir ve fedakârlık yapabilirsiniz. O zaman sizin gibi düşünmeyenlere tahammül göstermekten öte zenginlik olarak bakabilirsiniz. O zaman kardeşlerinizin farklılıklarını, bizim bahçenin farklı çiçekleri ve kokuları diye görürsünüz. Ama öbür türlüsü kapalı havza toplumları üretir. İçine kapanır, kendisini kutsar başkasını yok sayar. En kötüsü de budur ve aslında bu bir iç cinayettir. İçinde cinayet işlemeyen adam eliyle cinayet işleyemez. Yüreğiyle önce cinayeti işler sonra onu eline bulaştırır. Dolayısıyla yüreğindeki harita parçalanmadan dışarıdaki harita parçalanmaz. Tersi de geçerlidir. İçimizdeki haritayı bütünleştirmeden dışımızdaki haritayı bütünleştiremeyiz.
Şu an tefsir yazılıyor
Tefsir tadında bir gerekçeli meal hazırladınız. Meal hakkında gelen tepkiler var mıdır? Bunun bir tefsire dönüşmesini bekleyebilir miyiz? Ayrıca günümüz meal çalışmalarını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Abdulaziz Bey kardeşim, bu müstakil bir söyleşinin konusu olacak çapta bir şey. Ama şunu söyleyeyim ki meal-i şerif yayınlandıktan sonra beklediğimin üstünde bir geri dönüş oldu. Elhamdülillah, 16 yıllık brüt, 11 yıllık net çalışmanın yorgunluğunu bu sayede unuttum. Meal-i şerifin ulaştığı insanlarda yaptığı etkiyi gördüm ya, Rabbimden daha ne isteyebilirim ki. Tabi bu arada tepkiler de aldım. Olumlu tepkiler ve eleştiriler aldım. Beni zenginleştiren, beni artıran, bana katkısı olan eleştirilerdi. O eleştirileri öptüm, başımın üstüne koydum ve meal-i şerifte ilgili yerlere yerleştirdim. Fakat bunun yanında eleştiri değil karalamalar, saldırılar, saygısızlıklar ve kadirbilmezlikler gördüm. Arkasında karanlık kampanyalar da gördüm. O zaten beklediğim bir şeydi. Onun için o hiç garip gelmedi. Ben sadece "Yarabbi hayırlı işlerimizde sen bizi muvaffak et, eğer kusurumuz, hatamız, eksiğimiz varsa ki mutlaka vardır, onları da sen affet ve bize izale etme imkanı bahşet!" diye dua ettim. Meal-i şerifi elbette ki böyle bırakmayacağız. Zaten meal küçük bir tefsirdir. Onun bir de büyük tefsiri olacak, yazılıyor. İnşallah dua buyurun! Rabbim onu tamamlayabilecek kadar bir ömür bağışlasın. Özetle: O tefsir yazılıyor şu anda"
Çok teşekkür ederiz hocam, Allah razı olsun!