Türkiye Cumhuriyeti ulus devleti kurulurken İslam"ın bu topraklarda edineceği yeni yer büyük bir titizlikle hazırlandı. Evet, İslam asırlardır Türk milleti tabir edilen insan güruhunun dini idi. Onları beylikler, hanedanlıklar haline dönüştüren, bir imparatorluğun sahibi haline getiren İslam dininin bu insanların üzerine yüklediği sorumluluk ve beraberinde gelen güç olmuştur. Şanlı tarihimiz diye başlayan cümlelerle zaman zaman atıfta bulunulan da budur. Bugün ülkemizdeki milliyetçiliğin tabanında bahsettiğimiz bu tarihin yattığını onun da en önemli bileşeninin din olduğunu biliyoruz.
Hal böyle iken cumhuriyetin kuruluşuyla içten içe, dipten dipe, belki de daha doğru bir ifadeyle sinsice bir İslam düşmanlığının işlendiğini, gerekli yerlerde yüceltilirken, özel alanda karşıya alınan, hedefe konan bir din tartışması olduğunu görüyoruz. Sanki eş zamanlı bir kaç proje bir arada yürütülüyormuş izlenimi veriyor insana. Bir taraftan İslam"ın birleştirici unsuru vurgulanıyor ki nitekim henüz bir dini savaştan çıkılmış küffara karşı yürütülen, diğer taraftan da İslam"ın ne denli mükemmel olduğundan bahsedilirken aralara eleştiriler serpiştiriliyor. İlk anda sanki dine değil de dini yaşayanların onu yanlış anlamasına getirilen bir eleştiri gibi gözükse de bu damar aslında içten içe din konusunda yeni bir yapılanmanın temellerini atmaktaydı. Dönemin halet-i ruhiyesi içerisinde halkın çoğunluğu belki bunun farkında olması mümkün değildi, zira İslam"ın birleştirici kuvvetinden alınan güçle, sırtlar Rabbul Alemin"e dayanılarak yapılan bir savaştan çıkılmış bütün dini duygu ve hassasiyetler ayakta idi. Diğer taraftan din konusunda izlenen "hem öyle hem de böyle"ci politika da durumun olduğu gibi anlaşılmasını geciktirmiş işlerin biraz da karambole gelmesine imkan sağlamıştır. Olayların seyri biraz değişip sapla samanı ayırt eder konuma gelindiğinde de gidişatın ne yönde olduğunu fark edenlerden itirazı olanlar zaten tavır koymuşlardır. Kazım Karabekir, Mehmet Akif Ersoy gibiler bu kategoride değerlendirilir bilindiği üzere.
Bir taraftan dini hor görme üzerine kurulmuş bir iç yapılanmanın temelleri atılırken dinde reform söylemi pompalanarak Türk-İslam sentezinin habercisi olunmuş, aklın dinin yerini alması gerektiği işlenmiş, diğer taraftan da dış ilişkilerde de dinin belirleyiciliğinden çıkarak Batılılaşma projesi benimsenmiştir. Sonuçta da Müslüman ama laik, Müslüman ama diğer dünya Müslümanları gibi İslamı anlamayan, kendine özgü yani nev-i şahsına münhasır bir din anlayışına sahip bir "Türk Milleti" üretilmiştir.
Bugün buraya nereden geldim.... Elime ilginç bir kitap reklamı geçti. Çok şey anlatan, milli kimliğimizin oluşumundaki tenakusları, din devlet ilişkilendirmemizdeki içten çelişen bakışımızı ortaya koyan bir kitap tanıtımı. Kitabın adı Akl-ı Kemal (Kemal"in aklı manasında, Atatürk"e atıfla). Atatürk"ün akıllı projelerini anlatıyormuş iki cildinde. Türkiye"nin kurtuluş reçetesi olarak lanse ediliyor kitap. İyi hoş. Buraya kadar hiç bir tutarsızlık yok. Atatürk"ü tanrılaştıran, "bizim Çankaya"mız var nemize Kabe" diyebilen, her yıl, Ata"nın silüetini bulutlarda görmeyi başaran, "sen kalk da ben yatam" diye matem tutan, habire şikayete koşan zihnin dışa vurumu ki hemen her gün gördüğümüz kanıksadığımız bir şey...
Reklamın din konusunda rejimin zihnine ayna tutan kısmı ise hemen kitabın altında yer alıyor. Bir ayet-i kerime! "Allah aklını kullanmayanların üstüne pislik bırakır." Kur"an-ı Kerim, Yunus/100. Hem eksik hem yanlış nakledilen bir ayet-i kerime! Şimdi buna ki bu nasıl bir cür"et ve umarsızlıktır ki bunu yapıyor, buna mı şaşalım yoksa dini kendini meşrulaştırmak için alet etmesine mi... Nasıl yani.... Buradan çıkarmamız gereken "Atatürk aklını kullandı, böylece de dinin gereğini yaptı" mı, yani "dindar bir Müslümandı" mı olacak...
yeniakit