Sistemler, vatandaşlarına gerek dinlerini ve gerekse kişiliklerini hak ettiği mevkie, hukuki yere koymazlarsa, sıkıntı ve problemler hiçbir zaman bitmez. Vatandaşlığın yanında ve üst kimlik olarak da üstte olma hali söz konusu olursa durum daha da değişik bir hal alır. Şöyle ki; "İslâm yücedir, onun üstünde üstün bir şey olamaz" hadisi, beri tarafta ismi bizzat yaratıcısı tarafından konularak kendilerine "Müslümanlar" dediğimiz, ahir zaman ümmeti sorumluluk itibari ile farklı bir statü ve ayrı bir mevki sahibi olurlar.
Allah"ın mevki ve sorumluluklarını, vazife ve icraatlarını belirttiği inananlar ne yazık ki üç asırdır başsız, sahipsiz ve hak ettikleri yerlerinden aşağı indirilmiş bir kimliğe sahiptirler. Bir nevi şamar oğlanı haline getirilen ümmete gelen vurur, giden vurur.
Ne var ki galibiyet ve mağlubiyet günlerini elinde tutan Rabbimiz, bir de özel günlerini kullarına tattırınca, hesapta olmayan hadiseler belirmeye başlar. Bu konuyu biraz açalım:
"Eyyamüllah: Allah"ın günleri" ibaresi ve ifadesi Casiye Suresi"nin 14. ayetinde geçer. Bu günler, ikaz günleridir, ihtar günleridir, felaket günleridir. Depremler, seller, yıkımlar, yangınlar, kuraklıklar v.s genelde bu günlerde cereyan eder. Kendisine ceza günleri diyeceğimiz bu günler, son zamanlarda hayli yaşanmış ve yaşanmaya da devam etmektedir. Bu özel günler, İslâm ümmetini birbirine yaklaştırmaya sebep olmuş, yardımlar, çadırlar, paralar derken gidip gelmeler birbirini takip etmiştir. Devamında ise, inanan insanlar yeryüzü coğrafyasında olup bitenlerden haber almaya başlamıştır. Kulakları ile duyduğu ve gözleri ile gördüğü olumsuz olaylar, haksızlıklar, zulümler ister istemez mü"minlerin gündemine girmiş ve "neler yapılabilir?" sorusunun cevabına geçilmiştir.
Ama senelerdir bir kene gibi Müslümanların gelirine, ekonomisine yapışmış insanlar, yeni gelişmelerden rahatsızlık duymuşlardır. Bulundukları ülkelere bir çivi çakmaktan aciz olan bu mutlu azınlık, karanlık günlerden, karanlık zamanlardan ve karanlık oyunlardan vaziyet çıkarmayı âdet edinmişlerdir.
İnanan insanların kendilerinin dilinden değil, Kur"an"ın dilinden bile öğrenmeye ihtiyaç duymayan bu mutlu azınlık, şu değişmez gerçeği bir daha dinlemelidirler.
"Kıyametin koptuğunu görseniz bile, elinizde bir fidan olursa onu dikin." Bu talimat, Sevgili Peygamberimizden gelmiştir biz Müslümanlara. Her ne kadar şekil ve söz itibari ile bir ağaç fidanı gündeme gelse bile, bu fidanın arka bahçesinde insan faktörü vardır. Yani yer maun tabakasını fışkırtmaya başlasa, gök parçalanıp patır patır üzerinize düşse ve böyle bir ortamda iman etmeye muhtaç olan bir insanı görürseniz, hemen ona yaklaşarak tevhidi ona telkin ediniz... İşte mesaj budur.
Şimdi bir düşünelim, ahiret diye bir kaygısı olmadığı halde, aç, susuz ve sefil olarak dağlara çıkmış nice teröristler, kendi batıl davaları uğruna böyle bir fedakârlığa katlanır da; bir nefesi dahi boşa gitmeyecek olan mü"minlerin bir nevi alevler içinde yanan ve çığlık sesleri ile "bizi kurtarın" diyen insanlara elindeki bir bardak su olsa da, yangını söndürmek istemeyen bir insanı kim sever ve kim değer verir? Bu insan ister Mekke"de yaşasın, ister Moskova"da; ne fark eder ki? Bugün yapılan iş ve hizmet, ülkelerin parçalanması veya bölünmesi için verilen bir mücadele değildir. Yapılan iş, insan kurtarmaktır. Vakıf aracılığı ile, derneklerle, vaaz ve nasihatlerle, okul ve pansiyonlarla, zekât ve sadakalarla her inanan insan üzerine düşeni yapmak için adeta seferber olmuş durumda. Bu irfan ordusunu, gericilikle, ülkeyi geriye götürmekle suçlamak, hiçbir prim getirmeyecektir.
Evinden kovulmuş ve sokağa atılmış, kocasından boşanarak tutunacak bir dalı kalmamış, babası ölmüş, bir dilim ekmeğe muhtaç olanlara yardım etmeyenler, muhtaçların karnına giren bir tas çorbanın hazzını duymayanlar anlayamazlar bu atmosferi.
Siyasi, iktisadi, manevi, ilmi ve fiziki güçleri ile üzerine düşen vazifeleri yerine getirmek isteyen insanlar, bulundukları ülkelerin gerçek sahipleridir. Dağdan inenlerin bağdakini kovmaya yeltenmeleri tarihi bir süreçte hep geri tepmiştir.
vakit