Bir önceki yazım üzerine bazı eleştiriler aldım ya da izahat bekleyen sorulara muhatab oldum.
Bunlardan bazılarına kısaca değinmekte fayda olsa gerek..
1- Bir okuyucu, ‘Erdoğan’a bugün uluslararası emperyalist odaklarca duyulan hınç ve nefretin benzerine Khomeynî de muhatab olmamış mıydı?’ diyor.
Emperyalist-şeytanî güç odakları, elbette merhûm İmam Khomeynî 'den de, aynı gerekçelerle nefret ediyorlardı ve İslam İnkılabı'nın, özü ve ana fikri itibariyle diğer müslüman toplumlara yayılmaması için çırpınıyor ve bunun için de bu hareketin sadece belli bir mezhebe aid ve belli bir coğrafyayla sınırlı kalmasını planlıyorlardı. Yazık ki, o planlar tamamen boşa çıkarılamadı.
*
2- 'Aklını vahy ışığında kullananlara selâm olsun..' diyen bir diğer okuyucu ise, öyle hınç ve nefret söylemleri geliştirmiş ki, ona, bu hınç ve nefretin, aklını vahyin ışığında kullanmakla ilgisini düşünmesini tavsiye ederim..
Bu kişi, ayrıca, bizim önceki yazımız üzerine, ’Yeni Osmanlıcılık ile emperyal hayaller kurmayı, milliyetçiliklerini (türk merkezli/önderlikli) ümmetçilik zanneden bir İslamcılık haa!
Halife adayınızın Suriye bataklığında debelenişini bir görün.. Tağutlar sadece İsrail’de yaşamıyor.. Firavunizm sadece Mısır’da egemen değil. Bu biline..’ demeyi de ihmal etmemiş, yorumunda..
O yazıdan Halifelik, vs. emperyal hayaller gibi mânâlar çıkarmak mümkün olmadığına göre, kendi vehimlerine göre bir suçlu bulmuş, saldırıyor olmalı..
Kaldı ki, fiilen, ne Halife'den sözeden var, ne de Halife adayından.. Ayakları yere basarak ilerlemek isteyenler bilirler ki, o hedefler henüz çoook uzakta..
Esasen, Hulefâ'y-ı Râşidiyn döneminden sonraki uzun asırlar içinde de bu kurum, hep (nâkıs hılâfet) olarak değerlendirilmişti.
Böyleyken, bu itiraz cümlelerini böylesine ilginç mantıkî çıkarımlarla bezeyerek yazan kişi, şimdi bu nefret saçan beyanlarıyla mı müslümanların güçlerinin birleşebileceğini sanıyor?
İslam Milleti ve ümmeti'nin birliği idealini gerçekleştirebilmek elbette zordur, ama, bunun katı mezhebçilik siyasetleri yaparak gerçekleşmiyeceği de bir ayrı gerçek olarak bilinmelidir, herhalde..
Suriye'de kimin veya kimlerin debelendiğine gelince.. Bu konuyu, herkes kendi bulunduğu yere göre farklı değerlendirebilir. Ağır hava bombardımanları altında yüzbinleri ezen, perişan eden ve Şam dışındaki hemen bütün şehirleri yakıp yıkan ve iktidarını korumasını da Rusya lideri Putin'e borçlu olduğunu daha geçen hafta açıklayan bir Baasçı Beşşâr Esed'in ve kanlı diktatörlüğünün yanındaysanız, hayrını görün.. Evet, dediğiniz gibi tâgûtlar, fir'avunlar her yerde..
Muhalif güçler, her ne kadar çok sağlıklı hedefler ortaya koyamadılarsa da, en azından bir diktatörlüğe karşı çıkmak durumundalar..
Baas rejimi ve onun başındaki Esed ve hanedanı ise, Suriye halkının en fazla yüzde 15 civarındaki küçük bir inanç grubuna dayanarak, bir müslüman halk’a karşı tahakkümünü zorla, diktatörlükle sürdürmeye devam ediyor ve birileri de Beşşâr Esed’in kanlı diktatörlük rejiminin kazanması gerektiğine o kadar angaje olmuş ki, onun zaferini, kendilerinin ve tarihte ilk kez Akdeniz'e kadar ulaşmak gibi bir stratejik zafer olarak açıklıyorlar.
Suriye'deki 51 yıllık Baas diktatörlüğünün, Lübnan'dan yardımına koşan 40 bin kadar Hizbul... güçleriyle birlikte olmasına ve onların muhaliflerinin de kendi aralarında birlikte hareket etmek noktasına ulaşamayıp birbirleriyle de kanlı şekilde savaşmalarına ve Esed rejiminin ve tarafdarlarının, yine de duruma hâkim olamamalarına rağmen, iki yıla yakın zamandır, kanlı cinayetlerini 'Zafer yakın..' diyerek daha bir iştihalı şekilde sürdürdükleri de ortada.. Zaferlerinin bir hayal olması bir yana, bütün bu vahşi cinayetlerinden sonra, zâhiren bir zafer kazansalar bile, o utanç yüklü bir zafer olmayacak mı?
Bu vesileyle ekleyelim ki, Baasçı Beşşar Esed diktatörlüğünün ayakta durabilmesi için bundan sonra da seyirci kalmayıp ona vargüçleriyle destek vereceklerini ilan eden birilerinin düştüğü durumu daha geçen hafta, Muhammed Rıza Zairî isimli ve huccetulislam unvanlı bir zatın, Suriye'ye barışçı niyetle yaptığını belirttiği ziyaretten dönüşte, İran medyasında şaşırtıcı şekilde, ilk kez farklı şeyler söyleyerek yaptığı açıklama ortaya koyuyordu. Mezkûr kişi; 'Suriye konusunda halka gerçekleri, şeffaf şekilde söylemedik.. Sadece bazı şehirlerin kurtarıldığını haber olarak verdik, ama, o şehirlerin kimin eline, ne zaman ve nasıl düştüğünü halkımıza söylememiştik..' diyordu. (Tabnak, 04 Khordad 1393/ 25 Mayıs 2014, No:402624). Aynı kişi, bu açıklamasından birkaç gün önce de, 'ülkemizde, maalesef, resmî işaretler olmaksızın, kendiliğinden toplantılar, gösteriler yapılamıyor, bu gerçekler öğrenilemiyor ..' diye dert yanıyordu.
Bu kişi ayrıca, bugün artık Suriye’de, Baas rejiminin geçmişte Hizbullah güçlerine neler yaptığını konuşmanın zamanı olmadığını ve bugün Suriye ordusunun ve Baas kurumlarının da değişmekte olduğunu ve mevcud durumda en iyi çarenin Beşşar Esed’in yanında yer almak olduğunu da dile getiriyordu..
Hizbullah lideri H. Nasrullah ise, Keyhan gazetesinin 07 Khordad (28 Mayıs) Çarşamba günkü sayısında yayınlanan açıklamasında; ‘Biz Suriye konusunda ellerimizi birbirine kavuşturup temaşacı olamıyacağımızı tekrar tekrar söylüyoruz..’ diyordu
*
Bütün müslümanlar bir millettir: İslam Milleti..
3- Bir diğer okuyucu da, 'Erdoğan’ın millet derken İslam milletini anlatmak istediğini’ söylüyorsunuz. Acaba, tek bayrak, tek dil derken ne demek istiyor, biraz da bunun açılımını yaparsanız o zaman daha âdil bir yaklaşım olur. Bir de, başbakan her konuşmasında demokrasi vurgusu yapıyor. Bunu derken başka bir şeyi mi kasdediyor?’ diye soruyordu.
Bu okuyucu kardeşe ve onun gibi düşünmesi mümkün olanlara belirtmeliyim ki; Erdoğan’ın, 'millet' terimini, geçmişte ve bugün bir arada yaşamış olan, yaşayan müslüman kavimlerin hemen herbirisini devamlı belirterek, 'Bizi millet yapan değerler onları bir arada tutan değerlerdir..' demek suretiyle, 'İslam Milleti / Millet-i İbrahîm' mânâsında kullandığını hissettirmeye çalıştığını düşünüyorum.
Onun için Erdoğan, sık sık, şehidliklere vurgu yapıyor, oralarda, Bağdad’dan, Bingazi’den, Kırım’dan, Baku’den, Medine’den, Haleb’den, Kahire’den, Cezayir’den, Saraybosna’dan, Üsküb’den, vs. diyarlardan İstanbul’u savunmak için gelmiş insanların birbirleriyle aynı dili konuşmadıkları halde, aynı inanç dairesinde oldukları için, İslamî inançlarının savunması için dünya hayatlarından vazgeçtiklerini sık sık belirtiyor.
Daha geçen hafta, Bosna’da meydana gelen büyük sel felaketi üzerine, ilk büyük uluslararası yardımın Türkiye’den uçaklarla gönderildiğini belirten Erdoğan, orada, çamur deryası içinde kalmış evlerinden bir şeylerini kurtarmaya çalışan Bosnalıların TRT tv. muhabirlerini görünce, onlara, o en olumsuz şartlar altında bile, Türkiye’deki Soma Faciası’nı sorduklarını söylüyor ve o yine, ‘İşte bizi bir millet yapan değer budur..’ diyordu.
Böylesine 100 yıllık katı bir türkçü kavmiyetçiliği anlayışından sonra, yine o sistemin katı kuralları değiştirilememesine rağmen, bir başbakan’ın bu vurguları yapmasından başka nasıl bir mânâ çıkarılabilir?
Bunun böyle anlaşılması, aynı zamanda temennim de.. Çünkü, ’millet, hem inanç /din mânâsındadır; hem de o inanca, dine bağlı olan insanlar mânâsında.. Bugün halkımızın dilinde kullanılan şekliyle değişik millet kelimesinin karşılığı, kavim, nation, etnisite.. vs.’dir. Hattâ, bazı sosyal grupların mensubları için bile halk dilinde millet denildiği, bu terimin gelişigüzel kullanıldığı da ortadadır.
Bayrak konusuna gelince.. Bayrakların bezinde bir kutsallık aramamak gerek.. Ama, kendi inanç ve ideolojilerine kutsallık verenler, o kutsallığı bayrakta da görebilirler. Ancak, devletlerin resmî bayrakları, devletler için hâkimiyet ve istiklâl sembolü olduğundan, bir ülkede bayrağın tekliğinin vurgulanmasında bir mantıkî çelişki olmasa gerek.. Hele de ayrışma- bölünme istek veya tehlikelerinin sıkça telaffuz edildiği bir ülkede, bu vurgulama siyaseten gerekli görülmüş olabilir.
Asıl olan ise, elbette ki, ağızdaki dilin bir olması değil, gönül dilinin, kalb dilinin bir olmasıdır. Ağızdaki dilin bir olması, bizleri birleştirmek kadar, birbirimize düşman etmekte ve ayrıştırmakta da etkili bir silah olabilmektedir.
Ama kalb, gönül ve ideal beraberliğinin dili, insanları birbirine bağlamaktadır. Nitekim, bugün dünyanın çeşitli yerlerindeki müslümanlar, yeniden, birbirleriyle geçmişe dair besledikleri karamsarlık ve umutsuzluk duygularını bir kenara atıp, uluslararası çapta yeniden birbirleriyle gönül diliyle, kalb diliyle, birbirleriyle anlaşmanın yoluna koyulmaya başlamışlardır.
*
Mükemmel olmasa da, alınan mesafeler küçümsenmemelidir
Bu açıdan, Erdoğan'ın, dil birliğinden sözettiğini ben bilmiyorum; tersine, bu konudaki geçmiş uygulamaları düzeltmeye çalışıyor. Bu hususta 10 yıl öncelerde tasavvur edilemiyecek derecede ilerlemelere kaydedilmesinde de, onun büyük çaba ve hizmetinin olduğu herhalde insafla düşünüldüğünde kabul edilebilir. Bununla kimseye lütufta bulunulmuyor, ama, jakoben/ tepeden inmeci kemalist-laik-türkçü rejimin, temel yapısının 100 yıllık yerleşik, kemikleşmiş anlayışlarını değiştirmek kolay değildi.. Hatırlayalım ki, henüz 13-14 sene öncelerde, dönemin başbakanı B. Ecevit, ’kürdçe diye bir dil yoktur..’ diyordu, İskandinavya’dan gelen medya mensublarına..
Ama, aynı Ecevit, makamından ve siyasetten ayrılmak zorunda kaldıktan sonra ise, kendi dedesinin de Kastamonu’nu (sanıyorum) Azdavay ilçesindeki mezar taşında Kürd Şerif Efendi yazısının bulunduğunu, ama, bu hususu, CHP’nin tek parti döneminin prof.’larından olan babasına (Kadri Ecevit’e) bile soramadığını, bu konuların evlerinde de asla konuşulmadığını açıklamak zorunda kalmıştı; kendisinin kürd asıllı olduğunu da zımnen söylemek sûretiyle..
Bugün gelinen noktayı anlamak için, bırakınız 50 yıl, hattâ 15-20 yıl gerilere bir göz atmak bile öğreticidir.
Kezâ, kanûnî bir gereklilik olmadığı halde, ’Andımız’ diye anılan bir saçmalık, onmilyonlara, belki yüzmilyonlarca çocuğa sabahları, okullarda 80-90 yıl boyunca bir kutsal metin, bir dua gibi okutturulmuşken ve kaldırılabileceğine dair bir beklenti de hayal sanılırken, geçen sene, hem de Taksim-Gezi Hadiseleri’yle sarsıldığı sanılan o karışıklık günlerinden bir kaç ay sonra, o andı kim kaldırıvermiştir?
Evet, kanûnî bir dayanağı bile olmayan bir uygulamanın kaldırılması büyük bir kararlılığı gerektiriyordu.
Bu sözler, kimsenin propagandası sanılmamalı; yapılan hayırlı işleri destek vermekten, o hayırlı işlerin daha da genişletilmesi için yüreklendirme çabasından başka bir niyet taşımamaktadır. *
4- ‘Yazınızdan dolayı teşekkür ediyorum. Ancak, Erdoğan’ın Almanya /Köln’de dört parmağıyla gösterdiği Rabia işaretinin içeriğini, “Tek bayrak, tek millet, tek vatan ve tek devlet” şeklinde değiştirmesine de değinmeniz gerekmez miydi?’ diye yazan kardeşe:
Mısır'daki Askerî Darbe'ye itiraz sembolü haline gelen Rabia' işaretinin iç siyasetle ilgili olarak da kullanılması, siyasetçilerde 'bir taşla birkaç kuş birden vurmak' arzusunun bir yansıması olmalı.. Ama, Erdoğan'ın 'Millet'i, kavmiyet- nation-etnisite vs. olarak anlamadığı, -yanlış bir türkçü millet anlayışının tahakkümü altında geçen bir asırlık yanlış uygulamaların ve kanunî mahzurların etkisiyle- üstü kapalı söylemlerinden anlaşılıyor ve o yaklaşımın doğru olduğunu düşünüyorum.
'Tek bayrak, tek vatan, tek devlet' şeklindeki söylemlerin ise, mefhum-u muhalifleri gözönüne getirildiğinde, başka türlü telaffuz edilmesi esasen mümkün değildir. Çünkü, herhalde hiçbir rejimin başbakanı, kendi ülkesinin bölünmesi mânâsını içerende bir kaç vatandan, birkaç devletten, farklı bir kaç resmî bayraktan sözedemez, herhalde.. Ama, bu sloganların sık sık tekrarlanması, yine de sevimli değil..
Ama, bu söylemlerle, bir takım tehlike ve korkular karşılanmak isteniyor, belki..
Çünkü, ülkemizde, öyle bir tuhaf muhalefet var ki, ülkenin temel problemlerinin çözülmesi yolunda hiç biri makul tedbir ileri süremezken ve âdeta, kan akıtılmasından meded umar durumdayken, devamlı olarak, hükûmet’in türklüğe ve resmî bayrağa düşman olduğundan sözetmekteler. Onların bu yıkıcı propagandalarına karşı, Başbakan da devamlı olarak bu hususları tekrarlıyor gibi..
*
Fethin işgal ve ilhak olup olmadığı tartışmaları, ve..
Bir başka okuyucu da, gönderdiğinde e-mail mesajında, Başbakan Erdoğan’ın, İstanbul’un fethinin 561. yıldönümü münasebetiyle, 30 Mayıs günü, Birlik Vakfı ve MTTB tarafından ortaklaşa düzenlenen "Fetih Ruhu, Fatih ve Gençlik" konulu kompozisyon yarışmasının ödül törenine katılıp, orada yaptığı konuşmada, feth’in işgal ve ilhakla karıştırılmaması ve fethin işgal ve ilhak demek olmadığı yolunda yaptığı konuşmanın tutarlı olup olmadığını soruyor.
Konuya İslam’ın savaş hukuku açısından ve savaşın ne için yapılabileceği ve yapılamıyacağı açısından bakmak gerekir.
Elbette ki, müslüman olmayan odaklar, müslümanların savaşlarını saldırı, işgal, ilhak ile bir tutmuşlardır, ama, İslam’da bu niyetlerle hareket etmeye cevaz verilmemiştir. İslam’da savaşların hedefi, ‘İlâ-y’ı Kelimetullah’dır, / Allah’ın dinini yüceltmek dâvâsıdır.
Bu dâva uğrunda yapılan savaşlar hakkında, bu niyete riayet edilip edilmediği açısından bir değerlendirme yapmak gerekir. Bu niyetle verilen savaşlarda netice olarak topraklar da ele geçebilir, ama bu hedef değil; sonuçlardan sadece bir tanesidir. Ama, öyle olmayabilir de..
Ve her ülkenin, devletin yöneticileri de, kendi eylem ve hareketlerini, savaşlarını kendi ideolojileri açısından en güzel terimlerle ve en güzel hedefleri göstererek izah etmişlerdir. Emperyalist ülkelerin de en barbarca saldırılarını nasıl güzel terimlerle süslediklerini ve dünyaya nasıl sunduklarını hatırlayalım. Sadece Afganistan ve Irak’a yönelik emperyalist saldırıların kurtarmak adına, barış adına, özgürleştirmek adına nasıl yapıldığını hatırlamak bile yeter..
*
C. Başkanı Gül’ün Amerika gezisi gereksiz ve zamansız değil miydi?
Bir diğer okuyucu da, Erdoğan’ın, Almanya- Köln’deki toplantıda 301 madencinin vefatına müncer olan Soma Faciası için, ilahîler söylenerek, laikleri çıldırtan çok özel bir tablo sergilediğini; ama, C. Başkanı Abdullah Gül’ün aynı hassasiyeti gösteremeyip, oğlunun Harvard Üni.’den mezun olması dolayısiyle, sırf mezuniyet töreninde bulunmak için refikasıyla birlikte B. Amerika’ya gitmesinin yanlış olduğunu belirtmekte, bu konuya da değinilmesini istemekte..
Bu okuyucu kardeşin hatırlatmasına katılıyorum.
Cumhur'un içinden nice yüzbinlerce aileler var ki, çocuklarının böyle sevinçli günlerinde, ülke içinde, birkaç yüz km. ötedeki bir mekana -ekonomik zorluklar sebebiyle- gitmekte bile zorlanırken, ‘cumhur’un başının, cumhurbaşkanının velev resmî olmayan bir gezi şeklinde bile olsa, kendi oğlunun törenine katılmak için binlerce km. ötedeki Amerika'ya gitmesi doğru mudur, sahi?’ diye düşünülmelidir.
Kaldı ki, Abdullah Gül, Harvard Üni.’de 30 Mayıs günü ‘Güncel Bölgesel Konular ve Geleceğe Bakış” başlıklı panelde yaptığı konuşma sırasında, dinleyicilerden isminin Emre Altındiş olduğu açıklanan bir genç doktorun, -son zamanlarda Türkiye’de Gezi Hadiseleri ve benzeri terör eylemleri sırasında meydana gelen ölümleri bahane ederek- ‘Siz böyle bir devletin başında olmaktan utanmıyor musunuz? Burada bize nasıl demokrasi yalanları söylüyorsunuz? İnsanlar ölürken geceleri nasıl uyuyorsunuz?’ gibi ağır sataşmalarına da maruz kalmıştır. Aynı kişi, daha önce de, Gül konuşma yapacağı mekana gelirken, 25-30 kişilik bir grupla birlikte, ellerinde, ‘Turkish President Abdullah Gul, You are not welcome in Boston../ Türk Başkanı Abdullah Gül, Boston’a hoş gelmediniz..’ gibi çirkin pankartlar taşıyarak bir gösteri de yapmışlar ve yine Emre Altındiş isimli kişi, orada yaptığı konuşmada da, -Hürr. gazetesinin aktardığına göre-, ’Cumhurbaşkanı Gül'ü burada istemiyoruz. Dün kendisi oğlunun mezuniyetine sevinirken. Soma'da ve Gezi olaylarında can veren türk vatandaşlarına üzülmedi. Kendisini burada protesto ediyoruz. Her yer Taksim, her yer direniş..’ gibi ifadeler kullanmış ve böylece Gezi Hadiseleri'ni tertibleyen entrika odaklarının Amerika’daki uzantısı olduğunu göstermiştir.
Gerçi, Cumhurbaşkanı Gül, bu sataşmaları sukûnetle dinlemiş ve cevabını mülayemetle vermiştir, ama, ister istemez, bir rahatsızlık da meydana gelmiştir. Ama, böylesi büyük bir faciadan sonra, böyle bir gezinin böylesi tepkilere yol açacağı da tahmin edilmeliydi. (Gerçi, Tayyîb Erdoğan’ın Köln’e gelişi öncesinde de benzer eleştiriler dile getirilmişti, ama, Erdoğan, en azından o ziyaretinde yapılan ve binlerce kişinin katıldığı toplantıyı, Soma Faciası’nın kurbanları için -Kur’an ve dualar okunarak ilahîler söylenerek- bir anma merasimine de çevirmeyi, toplantının inisiyatifini ele geçirmeyi bilmiştir. Bunun Amerika’da tekrarlanması için müsaid bir ortam olmadığı biliniyordu. Kendisinden bir hafta kadar önce torununun mezuniyet törenine katılmak için Amerika'ya giden Deniz Baykal'ı takib edercesine keşke, A. Gül, o şahsî geziyi böyle bir zamanda yapmasaydı.. )
*
Bu vesileyle tekrar edelim ki, netice itibariyle, her konuyu mantık ve adâlet çerçevesi içinde tartışarak konuşmanın faydalı olacağını kabul etmeliyiz, herhalde.. Sorulan her soruya verilecek bir cevabımızın ve dinleyecek bir kulak varsa, kendi ölçülerimiz içinde söylenecek bir sözümüzün de olması gerekir.
haksöz