Dün de kısaca ifade ettiğim gibi, “Salı günü akşamı başlayıp, Cumartesi günü akşamı”na kadar devam eden “5 gün” boyunca “Balkan toprakları”ndaydım...
Peki, daha “kısa bir süre önce” gittiğim Kosova’ya, yeniden niye gittim?..
Efendim; 2008 yılının Ramazan ayında, dönemin Bayrampaşa Belediye Başkanı Hüseyin Bürge’nin davetlisi olarak gittiğim Kosova ve Makedonya’yı çok sevmiş, dönüşümde, “eşimin yengesi Şemsigül Hanım”la gördüklerimi paylaşmış ve onun “doğduğu toprakların hasretiyle yanıp-kavrulduğunu” hissetmiştim...
Çünkü Şemsigül yenge, “9 aylık”ken Türkiye’ye gelmiş, evlendikten sonra 1-2 defa Prizren’e gitmiş ama “tam 40 yıldır” oralara gitme imkânı bulamamıştı.
Kendisine demiştim ki;
“Sana söz veriyorum... Bir fırsat doğduğunda, seni oralara ben götüreceğim.”
Aradan 6 yıl geçti...
Bu arada, ben; Başbakan Yardımcısı Emrullah İşler ve TİKA Başkanı Serdar Çam’ın davetlisi olarak bir defa daha Priştine ve Prizren’e gitmiş ve “Osmanlı eserleri”ni bir defa daha görmüştüm...
Bir gün, Rin Tur’un sahibi İlyas Say ile görüşürken, bir “Balkan Turu” düzenlemek istediklerini, gelip-gelemeyeceğimi sordu...
“Fırsat, bu fırsat” deyip, Şemsigül Yenge’yi arayıp, “pasaportunu hazırla” dedim... Bu arada; “eşim” ve misafirimiz olan “Sabahat Ablamız” da pasaportlarını hazırladılar.
Anlayacağınız; 10 Haziran Salı günü, “ücret”lerimizi ödeyip, “Rin Tur organizasyonu” ile yola çıktık... Uçaktan indiğimiz Priştine’de “kısa bir şehir turu” yaptıktan sonra, Prizren’e vardık.
Biraz sonra, kaldığımız otele “Şemsigül yengenin akrabaları” geldi... O anı, bir görmeliydiniz... Sarılmalar, kucaklaşmalar ve sevinç gözyaşları...
Dile kolay;
“40 yıl sonra” buluşuyorlar!..
Ben; hem bu “mutluluk tablosu”nu görmenin, hem de “sözümü yerine getirmiş olma”nın sevincini yaşıyorum...
DEDELERİNİN KÖYLERİNDE
Kafilede, bizimle birlikte “45 kişi” var... Kimi İstanbul’dan, kimi Manisa’dan kimi Tokat Niksar’dan, kimi Adapazarı’ndan...
Öğreniyorum ki;
Tokat Niksar’dan gelen ve aynı zamanda “Tokat Niksar Rumeliler Derneği’nin üyeleri” olan 30-35 kişinin amacı, “Balkanlar’da dedelerinin izini sürmek.”
“Yol masrafları” Bağcılar Belediye Başkanı Lokman Çağırıcı tarafından karşılanan bu 30-35 kişi, bizim kafileden ayrılıp, “1912 yılında dedelerinin bırakıp gelmek zorunda kaldıkları topraklar”a gidip, “köy”lerini aramışlar, bir “akrabaları”nın bulunup bulunmadığını öğrenmeye çalışmışlar.
Kimi bulmuş, kimi bir daha gelip, birkaç gün kalmayı ve “göç ettikleri köyleri” bulmayı kafalarına koymuş...
Anlayacağınız;
Kendilerine “ayrı bir otobüs” tahsis edilen bu 30-35 kişi, “dedelerinin izini bulabilmek” için çıkmış bu yolculuğa... Onlara “maddi katkı” sağlayan Bağcılar Belediye Başkanı Lokman Çağırıcı’yı takdir etmemek mümkün değil...
TİRAN VE OHRİ
Onlar “dedelerinin izinde” yürürken, bizler de ayrı bir “midibüs”le, bir zamanlar “Osmanlı’nın at koşturduğu toprak”larda, “dedelerimizin eserleri”ni görmeye çıktık...
Çarşamba günü Prizren’den yola çıkıp, birkaç saatlik yolculuktan sonra Arnavutluk’un Başkenti Tiran’a vardık... Kısa bir şehir turundan sonra, öğle yemeğimizi “Sofra Türk” adlı restoranda yedik.
Tiran gibi bir şehirde “Sofra Türk” adlı bir restoranda yemek yemek, hele hele restoran sahibi İsmail’in beni “Ülke TV’den tanıdığını” duymak, hayli şaşırttı... Zaten restoranda, sürekli “Türk televizyonları” izleniyor...
Tiran’dan sonra, ver elini Ohri...
Makedonya’nın hem tatil beldesi, hem de “tarım merkezi” olan Ohri, “gölü” ile ünlü... “30 kilometre uzunluğu, 14.5 kilometre genişliği ve 284 metre derinliği” olan Ohri Gölü, “dünyanın en temiz suyu olan 3 gölünden biri” imiş ve UNESCO tarafından “korumaya” alınmış!..
Geceyi, Ohri Gölü kenarındaki bir otelde geçirdikten sonra, sabah erkenden yola çıkıp, Ohri şehrini geziyoruz...
Alışveriş için girdiğimiz bir dükkanda, “Türkçe” konuşan bir hanıma rastlayınca soruyoruz: “Nerelisin?” diye... “Ben Türküm” diyor... Ve ekliyor: “Ben kızımı İstanbul’a gelin verdim... Sık sık İstanbul’a gider-gelirim.”
Ohri’ye gidip de, 1700’lü yıllarda yaşamış olan Pir Mehmed Hayati Hazretleri’nin kurduğu “Halveti Dergâhı”nı, “türbe”sini ve “cami”sini ziyaret etmeden gitmek olmazdı...
Dergâhı ziyaret edince, TİKA ile bir defa daha gurur duydum... Çünkü, burasını ve Balkanlar’daki birçok ecdad yadigârı eseri TİKA restore ettirmiş...
“Ziyaretçi odası”nın duvarlarında, dergâhı ziyaret edenlerin fotoğrafları var... En baş köşede de, “Merhum Turgut Özal’ın fotoğrafı”
Bir başka, “kapısı kilitli oda”nın duvarı önünde ise, yere atılmış, bölgesel Zaman gazetesi!..
Orada da karşımıza çıktılar!..
“Cami”nin tam karşısında “kilise” var...
Ohri halkı; “Osmanlı zamanında Müslümanlar ve Hıristiyanlar barış içinde yaşıyorlardı... Ne zaman ki Tito geldi; Müslümanların da, Hıristiyanların da huzuru bozuldu” diyorlar!..
Şehirde, benim görebildiğim; biri “restore” edilen “2 cami” daha var ama oralarda “namaz kılmak yasak”mış!.. Son yıllarda ortam “yumuşamaya” başlamış... İnşallah, bir gün o camiler de ibadete açılır.
NE ŞEHİTTİR, NE GAZİ!
Ohri’den yola çıkıp, nüfusunun 4’te 1’i Türk olan Resne’ye doğru yol alıyoruz... Öğle namazlarımızı, 1612 yılında yapılan Hacı Murat Camii’nde kıldıktan ve imam efendi ile bir hatıra fotoğrafı çektirdikten sonra, Resneli Niyazi Bey Sarayı’nı ziyaret ediyoruz...
Bir zamanlar “askeri kışla” olarak kullanılan saray, şimdi “müze” olarak hizmet veriyor...
Resneli Niyazi Bey için “eşkıya” diyen de var, “Hürriyet kahramanı” diyen de...
Resneli Niyazi Bey veya Ahmet Niyazi Bey, 1873 yılında bugün Makedonya sınırları içerisinde kalan Manastır yakınlarındaki Resne kasabasında doğmuş... Bu sebeple Resneli Niyazi Bey olarak anılıyor... İttihat ve Terakki’nin önde gelen isimlerinden olup İkinci Meşrutiyet’in ilanına yol açan “ayaklanmanın lideri” olarak ve 1897’deki “Türk-Yunan savaşındaki başarıları”ndan dolayı ün yapmış... Sultan 2. Abdülhamid Han’ın Meşrutiyeti ilan etmek zorunda kalmasından sonra döndüğü Selanik’te “Hürriyet kahramanı” olarak karşılanmış!..
17 Nisan 1913’te Arnavutluk’un Avlonya limanında, İstanbul’a gitmek üzereyken İttihat ve Terakki Fırkası’nın kendisine gönderdiği koruması tarafından öldürülmüş...
Ama, nasıl?..
1913 yılı Nisan ayının 29’unda Arnavutluk’un Avlonya limanına 8 kişi gelir... Sivil giyimlidirler... İstanbul’a kalkacak vapuru beklemektedirler... İçlerinden biri bilet almaya gitmiştir... Tam bu sırada üç el silah patladığı duyulur... İki kişi yere yuvarlanır... Birkaç el daha ateş edildiği görülür... Herkes kaçışmıştır... Orada bulunanlar, yerde cansız yatan kırçıllı bir paltonun içindeki sivil giyimli şahsı zar zor tanırlar... Bu, Resneli Niyazi Bey’den başkası değildir...
Öldürülme sebebinin “karanlıkta” kalmış ve “kendi koruması tarafından vurulmuş” olması sebebiyle, kendisine atfedilen “Ne şehittir ne de gazi, pisi pisine gitti Niyazi” deyimi, Türk milletinin hafızasına kazınmıştır.
Sonradan Resneli Niyazi Bey adına Şişli Fulya’da bir okul açılmıştır.
“Müze”yi ziyaret ederken; “Ne şehittir, ne de gazi... Pisi pisine gitti Niyazi” sözlerinin kaynağın da öğrenmiş oluyorum...
Şu hâle bakın; sen yıllar yılı İttihat-Terakki’ye hizmet et ama seni ortadan kaldırtan yine onlar olsun!..
Gerçekten hazin bir son!..
ATATÜRK’ÜN SEVDİĞİ KIZ
Resne’den sonra geldiğimiz Manastır’da gezerken, rehberimiz Elvir Sadikoviç, bize “sarı boyalı bir evi” gösterip; “Burası, Mustafa Kemal’in gençlik yıllarında sevdiği Eleni’nin evidir” diyor...
Şehir turu bitip, yemeğimizi yedikten sonra, Mustafa Kemal’in “askeri eğitim” gördüğü, bugün ise “enstitü ve müze” olarak hizmet veren “idadi”nin, yani “askeri okul”un önünde durup, bilgi alıyoruz...
Mustafa Kemal, Selanik Askerî Rüştiyesi’ni bitirdikten sonra, Manastır Askerî İdadisi’nin imtihanlarına girmiş ve başarılı olmuş... Böylece, doğduğu Selanik’ten ilk defa ayrılmış... Manastır ve Selanik, Osmanlı Devleti’nin Batıya açılan önemli şehirleridir. Çok kültürlü yapısıyla dikkat çeken Manastır aynı zamanda 3. Ordu’nun da merkezidir.
Manastır şehrinin bulunduğu Makedonya bölgesinin diğer bir özelliği de Sultan Abdülhamid Han’a karşı olan Meşrutiyet taraftarlarının yoğun olarak yaşadıkları bir yer olmasıdır. Mustafa Kemal’in Manastır Askerî İdadisi’ndeki bazı öğretmenleri de Meşrutiyet yanlısı fikirlerden etkilenmiş, İttihat ve Terakki Cemiyetine üye olan subaylardı.
Mustafa Kemal Manastır İdadisi 2. sınıfında okuduğu esnada 1897 Osmanlı - Yunan savaşı çıkar. Mustafa Kemal, o günleri anlatırken “Gençlik hayatımın en heyecanlı günlerini yaşadım” der... 1898 yılında da, Manastır Askerî İdadisi’ni bitirir...
“İdadi”ye vardığımızda, şöyle bir ibare çekti dikkatimi... Hem “İngilizce”, hem “Türkçe” yazılı tanıtım levhasının “İngilizce”sinde, Mustafa Kemal “kurtarıcı” olarak tanıtılırken, “Türkçe”sinde, hâşa “Yaratıcı” olarak tanıtılıyor...
Böyle bir “hassasiyet”in farkında olmayıp, “kraldan fazla kralcılık” yapan “işgüzar” kimdir, çok merak ettim...
GOLD HOTEL’DE GECELEME
Bu ziyaretin ardından Manastır’ı da geride bırakıyor ve Üsküp’e doğru yola çıkıyoruz...
Günlerden Perşembe ve o akşam da Berat Kandili... Hedefimiz otele ulaşıp, odalarımıza yerleştikten sonra, “Kur’an ve Mevlid” okunan bir camiye gitmek...
Biraz gecikmeli de olsa, “Gold Hotel”e ulaşıyoruz... Gold Hotel, adı gibi, sanki “altın”la kaplanmış bir otel... Şu kadarını söyleyeyim; Üsküp’e gidenler, tam bir gönül rahatlığı içinde bu otelde kalabilirler... Hem son derece temiz, hem camilere yakın...
Otelden sonrasını yarına bırakalım...
*******************************************************************************
CHP ve MHP’ye, Ekmeleddin İhsanoğlu gibi biri yakışırdı!
Hani, “beklenen” bir şey gerçekleşmez de; “dağ, fare doğurdu” denilir ya; CHP ve MHP’nin haftalardır aradığı “Çatı Aday”ın Prof. Ekmeleddin İhsanoğlu olması, “dağın fare doğurmasından” başka bir şey değildir...
Bazı MHP’li okurlarım aradı... “Böyle bir adayı Devlet Bahçeli’nin düşünmesi mümkün değil” dediler... Aslına bakarsanız Kemal Kılıçdaroğlu’nun düşünmesi de mümkün değil... Demek ki, “birileri” telkin etti İhsanoğlu’nu... Çünkü, Kılıçdaroğlu’na; “Ekmeleddin İhsanoğlu kimdir?” diye sorsanız, katiyyen tanımaz!.. O kadar tanımaz ki; dün, “İhsanoğlu” diyeceğine, “İslâmoğlu” dedi...
İhsanoğlu üzerinde “mutabakat”a varılması “Mansur Yavaş üzerinde mutabakata varılması”ndan farksızdır... Anlayacağınız; “Ekmeleddin İhsanoğlu, CHP ve MHP’nin Mansur Yavaş’ıdır!”
Peki, “CHP’nin adayı” yok muydu ki İhsanoğlu’na mecbur kaldı?.. Elbette vardır ama asıl sorulması gereken, “İhsanoğlu” ismini “telkin” eden kimdir?.. İngiltere mi, F.Gülen örgütü mü, yoksa Aydın Doğan mı?..
Benim bildiğim Ekmeleddin İhsanoğlu, “etliye-sütlüye karışmayan, risk almayan, kokmaz-bulaşmaz biri”dir!.. Malûm, “İİT Genel Sekreteri” olmasına rağmen, Mısır’da Sisi Cuntası binlerce kişiyi katlederken gıkını bile çıkarmamıştı!..
“CHP’nin adayı” dediğin böyle olur!..