Editör Notu: Yazamız Selahaddin Eş Çakırgil tarafından kullanılan cakirgil@yahoo.de mail adresi artık kullanılmamaktadır. Bu mailden gelen iletilere okurlarımızın itibar etmemesini rica ediyoruz.
(Herbirisine dair uzun uzun makaleler yazılabilecek bazı önemli konulara, günü geçmeden, kısa kısa da olsa değinmek istiyorum..)
"Kralın atı bana baktı..." gibi bir öğünmeye düşülmemeli..
Davos"ta, siyonist İsrail rejiminin başkanı Şimon Perez"e, "Siz öldürmeyi iyi bilirsiniz.." hitabıyla "Arab sokağının kahramanı" olduğu söylenen, ama, aynı şekilde, siyonist yahudi lobilerinin hışmına uğrayacağından ve dahası, Amerikan siyaset/ diplomasi çevrelerinde muhatab kabul edilmeyeceğinden ve Türkiye"nin dışsiyasetinde de derin olumsuz etkiler bırakacağından söz edilen Tayyîb Erdoğan"ın o tavrının Türkiye"ye bir de Amerika"da bile itibar kazandırdığını söyleyenler de haklı çıktı denilebilir..
Çünkü, yeni Amerikan Başkanı Obama"nın ilik ziyaret edeceği ülkeler listesinin baştaraflarında Türkiye"ye yer vermesi, Erdoğan"ı Batı aşkına eleştirenlerin beyinlerini allak-bullak etti.. Bazıları sevindiler..
Obama, kendisini Amerikan emperyalizminin kaptan köşküne getiren iradeye uygun hareket etmek, o emperyalist düzenin maslahat ve menfaatlerini korumak için gelecektir herhalde..
O, Amerikan emperyalizminin dolabına yeni koşulan beygir konumundadır..
Nitekim, Alman Şansöylesi (Federal Başbakanı) Angela Merkel de 9 Mart günü, "Türkiye"yi AB üyeliği veya bir başka yolla, Batı sistemine daha güçlü bağlamalıyız.." diyordu..
Asıl mes"ele bu sözlerdedir.. Bu açıdan, Merkel ile Obama veya kapitalist dünyanın diğer önde gelen güç odakları ve liderlerinin görüşleri çok farklı değildir.. Belki, uygulamaları farklı olabilir.. Osmanlı"ın enkazı üzerinde kurulan bütün rejimler gibi Türkiye üzerinde de, "Türkiye"yi kendi haline bırakamayız.." diyen bir emperyalist ipotek ve vesayet vardır.
Unutulmamalıdır ki, 15 Kasım 2003"de, İstanbul"da meydana gelen büyük ve serî patlamaların daha ilk saatinde, emperyalist odakların güç merkezleri ve resmî sözcüsü durumundaki kimselerin ağzından açıkça söylenen söz, "İstanbul"u, Türkiye"yi başkalarına bırakamayız.." idi.. Bu söz çok açık idi ve bir dostluk nişânesi değil, bir sahiblenme idi..
Böyleyken, bazılarının konuyu hâlâ, Türkiye"ye beslenen sempati ve verilen itibarla izah etmeye kalkışması; Kral"a yaptığı üstün hizmetlerin karşılığını almak için çırpınan saftrik kölelerin, "Kral"ın atı bana baktı.." diye öğünmelerindeki traji-komik duruma benzemektedir.
*
*Bayrakları bayrak yapan, temsil ettiği otoritedir..
Hilalli bayrakların ekseri müslümanlar arasında, Haçlı Seferleri döneminden bu yana bir ortak kabul halinde gelenekleştiğini belirtip, "bayrakları kutsamanın mantığı yoktur.." dediğim için, bazılarının itirazlarına muhatab oldum.. "Bayrakları bayrak yapan üstündeki kandır.." gibi hamâsî mısralarla.. Ya da, Ârif Nihad Asya"nın bayrak şiirinden mısralarla.. Halbuki, çoğu ülkelerin bayrakları üzerinde de kırmızı renk yok değildir..
Bayraklar bir otoriteyi temsil etmek için kullanılırlar.. Bu arada belirtmeliyim ki, bir DTP m. vekilinin, "Türk bayrağı değil, Türkiye Bayrağı" nitelemesi, bence daha doğrudur ve desteklenmelidir.. Türk kavminin ayrı bir bayrağı olduğu iddiasına sarılanlar, mantıken, başka kavimlerin de kendileri adına bayraklarının olması gerektiğini kabul etmek zorunda kalırlar..
Biz müslüman halkların gerçek ve ortak bayrağı "Lailaheillallah" ibaresinde hulâsa edilebilir ki, o da, kalblerde dalgalandırılması, o mânanın düşünce, duygu ve davranışlarımıza yansıması şartıyle.. Ama, kutsal mâna ve ibarelerin suistimaline asla izin vermemeliyiz..
Sözgelimi, Suudî bayrağında yazılı olan "Kelime-i Şehadet" gerçekten de, o manânın otorite ve hâkimiyetini mi temsil ediyor; yoksa, o ibarenin altına yerleştirilmiş bulunan kılıçla yansıtılmak istenen Suûdî tahakkümünü mü?
*
*Hiç bir dilden korkmamak ve hiç bir dili yüceltmemek..
Geçenlerde, DTP Gen. Başk. Ahmet Türk"ün, partisinin Meclis Grubu"nda kürdçe de konuşmak istemesi üzerine çıkan tartışmalara katılmayışımın sebebini soranlar oldu.. Gerçekten de üzerinde durulması gereken önemli bir konu idi.. Ama, konuların çokluğu arasında, fırsat bulamamak da bir ayrı mes"ele..
Önce belirtmeliyim, Ahmet Türk"ün veya başkalarının kendi ana dilleriyle konuşmaları en tabiî insan haklarındandır..Ancaak, Türkiye"deki kemalist rejimin 80-90 yılda nasıl bir siyaset izlediği ortadadır.
Bu durumu düzeltmeye çalışan bir siyasî irade de bugün, fincancı katırlarını ürkütmemeye çalışan bir temkinlilik içinde bazı düzenlemeler yapmaktadır..
Ahmet Türk de, bu konuya, bir lûtuf olarak değil, kendi hakkları olarak baktıklarını göstermek için, öyle bir yol seçmiş olabilir.. Böyle bir yaklaşım, muhakkak ki, başkalarınca da, "Bizim adım adım düzeltmek istediklerimizi, gerilim yoluyla hızlandırmak adına, baltalamak istiyor.." şeklinde değerlendirilebilir.. Bu gibi taktiklere başvurulması, siyaset mesleğinde yazık ki, tabiî sayılıyor..
Mes"elenin özüne ise, herhalde, "güzel mânâ ve muhtevalar için kullanılan her dil güzeldir, kötü mânâ, muhteva ve emeller için kullanılan her dil de çirkindir ve zararlıdır.." çerçevesi içinde bakmak gerekir.. Güzelliğin ölçüsü de, insanların/ toplumların taşıdığı temel hayat değerleri ve ölçülerine göre belirir..
Ve türkçe konuşan halklar adına, ülkemde öteki halkların dillerine yapılan 80-90 yıllık baskılardan dolayı, ana dilleri türkçe olmayan ve dilleri yasaklanmış ve aşağılanmış, konuşulmaması için baskılar uygulanmış olan diğer kitlelerin gönlü alınmalı, yeniden kazanılmalıdır.. Keşke, hiç bir dilden korkulmasa..
Daha da önemli olan ise, ağızdaki dili, kalb dilinin dışa vurumunu ortaya koyan bir vasıta olarak görebilsek ve asıl o büyük ni"mete, kalb diliyle birliğe ulaşabilsek..
*
*İstiklâl Marşı, milletin istiklalini temsil ediyor mu, sahi?
"Resmî marş" diye sözettiğim için, "İstiklâl Marşı"na saygılı olmamı hatırlatanlar oldu.. Hatırlatmaları için teşekkürler, amma.. Resmî marş ifadesinin neresinde saygısızlık var?.
Kaldı ki, ona öyle demekle, "İstiklâl"in marşı olup olmadığının düşünülmesini hedeflemiştim..
Eğer, o, gerçekten de milletin özlediği "istiklâl"i yansıtan bir marş olsaydı, Mehmed Âkif, o marşı ne yüksek ümid ve ideallerle yazdıktan birkaç sene sonra, bu toprakları derin bir inkisar-ı ümid ile terkeder miydi?
Hattâ öyle ki, 11 sene ayrı kaldığı bu topraklara, ağır hasta vaziyette ve vefatından ancak iki ay kadar önce dönebilmişti.. Ve onun vefatı millete de o günün ülke çapındaki geçerli iletişim araçlarıyla duyurulmamış ve nice sevenleri bile, M. Kemal rejiminin ceberrutluğuna mâruz kalabilecekleri endişesiyle, korka korka kaldırmışlardı, Âkif"in cenazesini..
O da herhalde, "istiklâl" yüzündendi?!
Bu bakımdan, birilerinin yaldızlayıp sunduğu bu gibi isimlerin, gerçeği yansıtıp yansıtmadığını düşünmeliyiz..
Bu hassasiyeti, her konu için de geçerli olacak şekilde düşünmek gerekiyor..
Sözgelimi, İstiklâl veya Kurtuluş gibi yaldızlı ve iddialı isimlerle anılan bir savaş sonunda elde edilen askerî zaferlerin içinden, kendi sosyal bünyemize, aslî değerlerimize, inancımıza, kültürümüze karşı ne korkunç darbeler indirildiğini gördüğümüz halde, yine de o isimlendirmeleri sorgulamaz ve başkalarının sunduğu yaldızlı lafları tekrarlarsak, kendi kendimize gol atmış olmaz mıyız? Evet, nice yenilgiler var ki, içinde nurtopu zaferler filizlenmiştir ve nice zaferler de vardır ki, içinde en tasavvur edilmez ve onulmaz hıyanetler ve zehir-zakkumlar yuvalanmıştır..
*
*"Tek resimli, tek heykelli bir ülke" ilkelliği hep mi sürsün, yani?
Tayyîb Erdoğan"ın miting meydanlarında, ana muhalefet partisi CHP"yi, M. Kemal"in ölümünden sonraki CHP yönetimini, "M. Kemal"in resimlerini, paralardan pullardan, devlet dairelerinden kaldırdılar.." diye eleştirmesi, kendisini ucuzun ucuzu bir politikacı durumuna düşürmektedir..
Üstelik, İsmet İnönü"nün, iktidarı ele geçirince, kendinden önceki şefin resimleri yerine kendi resimlerini koydurtması, belki de yaptığı nâdir iyi işlerden birisi idi.. Keşke, ondan sonra gelenler de, -kendilerini yüceltmekten vazgeçemiyorlar ve resimsiz bir anlayışı sergilemiyorlarsa,- hiç değilse, kendi izlerini kendi dönemleriyle sınırlı olduğunu anlatacak bir anlayış sergileyebilseydiler..
Böyle bir olumlu çizgiye gelinebilseydi, en azından, "tek resimli, tek isimli, tek heykelli" olmak bir ilkellikten kurtulmaya hizmet edilmiş olurdu..
Hele, her resmî açıklamanın yapılabilmesi için, hemen bir resmî ideolojinin tek ismine ve resminin altına sığınılarak yapılması, dünyadaki modern devlet yönetimlerinde örneği çok az görülen bir ilkel anlayıştır..
Bu geleneği tamamiyle değiştiremese ve bütün resimleri kaldıramasa bile, Abdullah Gül, geçmiş tarihimizdeki nice anlı- şanlı yöneticilerin resimlerini de, kendinden önceki cumhurbaşkanlarının resimlerinin yanına asarak, "tek resimlilik" geleneğini kırabilmelidir..
Hem putlaştırma yoktur derler, kemalistler ve hem de tek isim ve resimden başkasına tahammül edemezler..
*
*Asıl nüshayı bile geride bırakan kopya kemalist/ laik kişilikler..
"Şecaat arzedeyim derken, merd-i qıptî, sirqatin söyler.." (Hırsızın yiğiti, cesaret göstereyim derken, çaldıklarını söyler..) misali, "Tankları Sincan"da asıl ben yürüttüm.." diye öğünen bir 28 Şubat generali (em. Korg. Eyigün), daha sonra emekliye sevkedilince, feryad etmişti.. Çünkü, emekliye sevkedilme gerekçesi olarak "irticaî ibir takım davranışlarının tesbit edildiği" iddia edilmişti.. Halbuki o koskoca general, utanmadan, "Ben ömrümde bir defa camie gittim, o da, "şehîd"ler için okunacak mevlide Vali ile birlikte katılmam için" Genelkurmay"dan verilen emir gereği.. Biz ailece 50 yıldır halk CHP"liyizdir, benim camiye başka gitmişliğim yoktur.." demişti..
Benzer bir durumu İTÜ Rektörü Muhammed Şahin de sergiledi, 8 Mart 09 tarihli Hürriyet"in Pazar ekinde yayınlanan söyleşisinde..
"İşçi emeklisi, marangoz bir baba ile ev kadını bir annenin 5 çocuğundan biriyim.." diyen, yani mütedeyyin bir ailenin çocuğu olduğu anlaşılan ve de ebeveyninin adını Mehmed değil Muhammed diye aslî telaffuz şekline uygun olarak koydukları Prof. Muhammed Şahin, Abdullah Gül tarafından İTÜ Rektörlüğü"ne tayin olununca.. Epeyce suizanlarda bulunulmuş hakkında..
"-Hak etmediğim suçlamalar... Muhafazakar olduğum, Ak Parti"ye yakın olduğum söylendi...
Değil misiniz?
-Tabii ki değilim. Ben sosyal demokratım; Atatürkçü laikim. Ailecek öyleyiz. Oysa eşimin kapalı olduğu bile söylendi. (...)
Tepkiler karşısında üzüldünüz mü?
-Hak etmediği bir şekilde suçlanmak insanı üzer tabii. Beni bir gün caminin önünden geçerken yakalasalar, tamam diyeceğim... Halbuki benim duruşum belli. İçki içerim, hayatım boyunca hiç oruç tutmadım."
Ahmed Taşgetiren, onun bu sözleri üzerine 10 Mart tarihli Bugün"deki yazısında, Abdullah Gül"ün 1 ay kadar önce gerçekleşen Suûdî gezisinde Prof. Şahin"le birlikte bulunduklarını ve o geziye katılan bütün gazeteciler (Hürriyet"in gazetecileri bile) Gül"le birlikte umre yapmışken, bu kişinin umre yapmaktan da kaçındığını yazdı.. Taşgetiren, Mustafa Karaalioğlu, Nuri Elibol, Şeref Oğuz , Güngör Uras ve Vahap Munyar gibi gazetecilerin ve işadamlarının heyecanla katıldığı o umre ziyaretine, yapılan onca telkınlere rağmen, Prof. Muhammed Şahin"in "Ben solcuyum arkadaş.. Sosyal demokratım.." diye katılmadığını ve sadece, "Annemi getirmeliydim ben umreye.. Ne kadar sevinirdi?.." dediğini yazdı..
"Laik mahalle baskısı"nın, müslüman ailelerin çocuklarını ne hale getirdiğini göstermesi bakımından ilginç bir örnek..
Rahmetli Necîb Fâzıl"ın, "Domuz yavrulayan kısrak tepinir.." mısraında anlatmak istediği mâna neydi, sahi?
*
*En mükemmel bir sistem de ehil olmayanlar elinde tanınmaz hale gelir..
"Siyasî hayatta, rakibini bertaraf etmek için verilmekte olan acımasız mücadeleleri zikrederken, keşke, sempati duyduğumuz, ümid bağladığımız bir inkılab uygulamasından da örnekler vermeseydiniz, içimiz karardı.." diyenlere belirtmeliyim ki, maksadım, bir sistemi kötülemek değil, İslam adını kullanarak bir sistem kurduğunuzda bile, insan unsurunun onu tahrib ve tahrif gücünün olduğunu hatırlatmak idi.. İyi bir sistem, nefsanî zaaflarının etkisinden kurtulamamış, ihtiraslı ya da kötü niyetli olanların elinde tanınmayacak hale gelebilir..
İslam"ın başlangıcında da bu böyleydi.. Öyle olmasa, Resul-i Ekrem (S)"in rıhleti üzerinden sadece 50 yıl geçmekteyken, Kerbelâ"daki o dehşetengiz cinayet işlenebilir miydi?
Tersinden de diyebiliriz ki, kötü bir sistem de iyi yöneticilerin elinde, bayağı güzel bir sistem gibi gözükebilir ve zannedilebilir..
Bu arada, "üzerimize farz olmayan siyasî tartışmalara girildiği" gibi sözleri ise anlamak, daha bir zor.. Biz müslüman olarak, hangi konumda olursak olalım, bir sosyal yapıyı bütünüyle kendi ölçülerimize göre düzenleyemesek bile, her durumda, Allah"ın kullarının, halkın yaşayışını daha iyiye, daha doğruya yönlendirecek ek çalışmalar yapmakla, uygulama imkanı olan , pratize edilmesi mümkün teklif ve tedbirleri düşünüp, gündeme getirmekle mükellef değil miyiz?
*
*Devlet denilen sosyal organizasyonu, siz kurmazsanız, başkaları kurar ve..
Bir okuyucu da, "Son zamanlarda müslüman camiada, Resul-i Ekrem"(S)"in devlet kurmadığı, bu kelimenin Kur"an"da da bulunmadığı ve bundan hareketle, devletin gerekli olmadığı gibi tartışmalar yaşanıyor.. Kimisi de müslüman olmayanların bile devletin yönetimine ortak olduklarını- edildiklerini söylüyor.. Kafalarımız karışıyor.. Bu hususlara nasıl yaklaşmalıyız? İdeal bir İslam devleti örneği yok mudur?" diyor .
Devlet kelimesinin, bugün kullanılan ve bir toplumun yönetim mekanizmasını, sosyal organizasyonunu anlatmakta kullanılan devlet kelimesi manasında olmadığına bakıp, öyle bir iddiada bulunulması, çok yanlıştır.
Devletten maksad, bir sosyal hayatın yönetimi için oluşturulan sosyal orgazinasyondur.. Bu sosyal organizasyon, Resul-i Ekrem'in öncülüğünde ve müslümanların egemenliğinde Medine'de kurulmuştur ve orada bu otoriteyi kabul eden (gayri muslim)ler de müslümanların bu sosyal otoritesinin garantisi altına girmiştir ve onlar da bu yapının içinde müslümanlar gibi yer almışlardır..
Ferdî hayatların yönlendirilmesinde, İslam"ın devlet olması, mutlak mânada şart değilse bile, inancımızın hayata hâkimiyeti devletsiz nasıl kâmil mânada olur?
Hududullah denilen ve sınırları Kur"an"da belirtilmiş suç ve onlar için verilecek cezaların, devlet organizasyonu olmadan kim tarafından verildiğini düşündüğümüzde, bunun İslam tarihindeki karşılıkörneklerini bulmakta elbette zorlanmayız..
Hz. Resul-i Ekrem"in Medine"de kurduğu sosyal organizasyon, genel çerçevesiyle, bir devlet niteliğindedir.. Ve esasen, ideal İslam Devleti modeli sorulduğunda, Medine"deki devleti örnek gösteriyoruz, gösterebiliriz..
Elbette biz, inancımızı devletsiz olarak da korur ve zamanın geçmişteki derinliklerinden gelen köklerini geleceğin derinliklerine doğru uzatmakta üzerimize düşenleri sınırlı bir sorumlulukla yerine yine getirebiliriz.. Ama, dünyaya düzen vermek, insanlığa hayat yaşama tarzı sunduğuna inanılan bir dinin en mükemmel, en olgun şekilde yaşanabilmesi için, adı devlet, hükûmet veya başka birşey olan bir sosyal otorite organizasyonuna sahib olması gerekliliği, aklen de kabul edilebilir..
İnsan, cemiyet halinde yaşamaya mecbur olan bir özellikte yaratılmıştır ve bir sosyal otorite organizasyonunu insanlar akıl yoluyla bile bulmuşlardır.. Bir otorite ve üstün gücün tanzim ediciliği olmadığı takdirde, ortaya çıkacak olanın tam bir nihilizm ve anarşi olacağı beşerî akılla da anlaşılmıştır.. Ve hattâ bu otoriteyi, diğer canlılar bile, kendi aralarında fıtrî olarak, dişleriyle, tekmeleriyle, boynuzlarıyla, kuyruklarıyla, zeka oyunları ve kurnazlıklarıyla, tesis etmeye çalışmaktadırlar.. Tabiatta boşluk yoktur.. Siz bir meşrû otorite kuramazsanız, başkaları gayrimeşru otoritelerini tesis eder ve bunu meşru gibi gösterip, bizi kendisine itaat ettirirler..
*
*El"Beşîr, Sûdan ve Darfur üzerine...
General Ömer el"Beşîr.. Müthiş bir pragmatist.. Sûdan"da askerî darbeyle kurduğu sultasının 20 yılı dolmuş bulunuyor.. Ama, son yıllarda, giderek daha bir kıstırılmış vaziyette..
Sûdan"da, diktatör general Cafer en"Nûmeyrî"yi deviren Gen. Muhammed Savar"uz"Zeheb, "bir yıl içinde serbest seçimler yapılacağını, kim kazanırsa iktidarın ona devredileceğini" açıklamış ve dediğini de yerine getirmiş ve Sâdıq el"Mehdî seçimleri kazanıp, 1987"lerde iktidara gelmişti..
Ömer el"Beşîr o günlerde, El"Mehdî"nin hemen arkasındaki seçkin komutanlardan birisi olarak gözüküyordu..
Ama, El"Mehdî, (aynı zamanda eniştesi de olan) Hasan Turabî"yi o seçimlerde sahne dışına itmişti.. Çünkü, Turabî onca aydın müslüman kimliğine rağmen, Numeyrî zamanında, onunla
sıkı işbirliğine girmiş Adalet Bakanlığı"nı üstlenmiş ve kendi öğrencilerini de, devlet kadrolarına geniş çapta yerleştirmişti..
Ama, Numeyrî, 15 seneyi geçen diktatörlüğünün son döneminde huzursuzluklar artarken, Amerika"nın da baskısıyla, İslamî eğilimli onbinlerce insanı bir gece içinde, bütün devlet dairelerinden uzaklaştırmış ve birkaç ay sonra da, kendisi devrilmişti.
Ancaak, Turabî kendisini siyaset sahnesi dışına atan El"Mehdî"yle mücadelede her vasıtayı mübah görürcesine, onu vargücüyle yıpratmaya ve başarısız kılmaya çalışıyordu..
Güney Sûdan"daki animisit/ totemist ve de hristiyan güçlerin başındaki ayrılıkçı hristiyan lider olan John Garang, Kenya gibi komşu gibi ülkelerin ve de Amerika"nın yardımıyla başkent Hartum"a doğru ilerliyordu.. Okumuş kesimler üzerinde derin etkisi olan Turabî ve adamları, El"Mehdî"nin çırpınışlarının boşa çıkması için elden geleni yapıyordu..
Bu durumda, Turabî"nin de desteğiyle, asker içinden bir grup, Sâdıq el"Mehdî hükûmetini deviriyordu.. İhtilalci askerlerin başındaki general, Ömer el"Beşîr idi..
Oynanan tahtırevallinin bir tarafı ağmış, El"Mehdî devrilip hapsedilmiş; Turabî ve kadroları yeniden işbaşına gelmiş ve "müslüman eğilimli ve etkili tahsilli kadrolar" Turabî sâyesinde yeniden devlet mekanizmasına dönmüştü.. Turabî, Sûdan Meclis Başkanlığı"na gelmişti.. Turabî, Sûdan"da "İslam İnkılabı"nı gerçekleştirdiklerini iddia ediyordu..
Halbuki, Ömer el"Beşîr"in, Baas ideolojisinin Sûdan ordusundaki etkili isimlerinden olduğu da anlaşılacaktı.. Hattâ o kadar ki, El"Beşîr, Saddam"ın yanında olduğunu göstermek için, İran İslam Cumhûriyeti"yle diplomatik ilişkisini de kesmişti..
Ancak, tam o sırada, Saddam Kuveyt"i işgal edip, Amerika"yla arası bozulunca.. El"Beşîr de, Saddam"ın yanında yer alanlardan birisi olarak sevimsizleşiverdi.. Yalnız kalan El"Beşîr, bu kez de, pragmatistliğini sergilemekte gecikmedi ve İran"a el uzattı ve Saddam"dan uzaklaştı..
Birkaç yıl geçtikten sonra da, Turabî"yi ve kadrolarını devlet yönetiminden ânî bir hamleyle uzaklaştırıverdi.. Dünyadaki diplomatik temsilcileri ise, müslüman toplumlara, El"Beşîr"in Turabî"ye çok saygılı ve bağlı olduğunu ve amma, emperyalizmin baskısını bertaraf etmek için, onu kenara itmiş gibi bir taktik uyguladığını" açıklıyordu..
Ve bu iddialar içinde yıllar geçti..
El"Beşîr, arab kavmiyetçilerine ve özellikle Janjavid isimli silahlı milis örgütüne gözyumuyor, onların güçlenmesini istiyordu..
Bu arada, John Garang"ın bir uçak kazasında ölmesinden sonra, Güney Sûdan"daki isyan hareketleri etkisini geniş çapta yitirdi..
Amerikan emperyalizmi de, yeni bir çıbanbaşı bulunmasını ve Sûdan"ı rahatsız etmeyi düşünüyordu..
Bunun için, en münasib yeni çıbanbaşı mevkıi, kuzeybatıdaki Darfur bölgesi idi..
Darfur bölgesi, 2-3 milyon kadar insanın yaşadığı bir sahra, çöl.. Halkın hemen tamamı, müslüman ve ekseriyeti, zenci müslümanlar.. Üçte bir kadarı da arab müslümanlar.. Ancak, ülkenin diğer kesimlerine göre, fakirlik-yoksulluk daha bir dizboyu.. Doğru dürüst yerleşim birimleri bile yok.. Kamışlardan, çamurdan yapılmış basit sığınaklarda yaşanılan bir hayat..
Ancaak, "Janjavid"ler (bizdeki turancıları -türkçüleri hatırlatacak bir şekilde) "arab kavmiyetçiliği" fikriyle hareket ediyorlar ve sosyal hayatın tanziminde, Devlet"in himayesinde, hattâ onların gölgesi gibi hareket ediyorlar ve baştâcı ediliyorlar ve de
yerli / zenci müslüman halk daha bir aşağılanıyor, arablaştırma ve yerlileri de uzun vâdede eriterek yoketmeyi hedefliyen baskı politikaları üretiliyorlar.. .
Zâten hayvanlarından ve basit ziraat imkanlarından başka bir şeyi olmayan bu sahra halkının
aralarındaki ihtilaf da, genelde, hayvanlarını otlacak sınırlı çayırlık alanları, mer"aları kullanmaktan kaynaklanıyor.. Ki, bu gibi mer"a veya su kaynaklarını üleşememekten, paylaşamamaktan kaynaklanan ihtilaflar Anadolu"da köyler arasında da sık sık meydana gelmiyor mu? Bunlar o çöl şaratalarında daha sert ihtilaflar halinde ortaya çıkabiliyor, yaşama kavgasında.. Libya lideri de "yahu, bir deve otlatma kavgasını nerelere taşıdılar.." demekten kendini alamamıştır..
Bu gibi kavgalarda, sırtını merkezî devlete dayayan silahlı milis güçleri olan arab ülkücüleri konumundaki "janjavid"lerin tesis ettikleri baskılar ve işledikleri cinayetler, tabiatiyle, arab olmayanların sindirilmesi, kaçırılması, yerlerini -yurtlarını terkedip kaçmaları gibi büyük faciaları meydana getiriyor..
Böyle bir durumdan emperyalizm de elbette faydalanacaktı..
Hem tarafları birbiri aleyhine tahrik eden, hem onlar adına feryad eden, hele mazlumiyetleri daha fazla olanların feryadlarını dünyaya yansıtmakta daha fazla çırpınan ve karışıklıkları , sosyal kaosu körükleyip sonra da düzeni sağlıyacak bir güç gibi devreye girmeye çalışan "emperyalist kurtarıcı efendi"lerin entrikaları uluslararası çapta daha bir artacaktı..
Ve kan dökmeyi, hele de Bosna"da seyirci kaldıkları büyük trajediden sonra, Afganistan ve Irak"da da milyonlarca insanı, terörizmi yok etmek adına katleden -başta Amerikan emperyalizmi olmak üzere- bütün emperyalist güç odakları adına, Uluslararası Ceza Mahkemesi, fiilen nasıl uygulanacağı, nasıl yerine getirileceği bilinmeyen bir karar verdi, General El"Beşîr"in tutuklanmasına dair bir karar sâdır eyledi..
Darfur bölgesi başta olmak üzere, ülkesinin bir çok yerinde yıllardır diktatörlük uygulamasıyla ayakta duran ve nice baskı ve cinayetlere gözyuman ve fikriyatının özündeki baasçılığı dolayısiyle, arabçı eğilimler de taşıyan El"Beşîr ise, halkının belli bir kısmına kendisini, uluslararası emperyalist entrikalara meydan okuyan lider olarak sunmakta başarısız sayılmaz.. Ama, o da, Saddam gibi, kitleleri kendisinin iktidarına çaresiz boyun eğmeye mecbur bırakan bir mekanizmayı kullanarak, sonuç almaya çalışıyor..
Nitekim, oldukça yüksek bir tahsil seviyesine sahib ve tabiatiyle, bağımsız yaşamak fikri daha gelişmiş bir müslüman halkı olan ve emperyalist uygulamalara karşı karşı çıkan ve emperyalizm tarafından da dikkatle izlenen bu ülkede, 20 yılı bulan iktidarında El"Beşîr, pragmatistliğinin yeni bir örneğini daha sergiledi ve uzuuun zamandır hapiste tuttuğu Hasan Turabî"yi serbest bırakarak, halkın hoşnutluk ve desteğini yeniden kazandı....
Ama, El"Beşîr"in etrafındaki çember giderek daralıyor.. Çünkü, onu emperyalist güç odakları onu yemeye kararlı gözüküyorlar ve bu yolda adım adım ilerliyorlar..
Asıl unutulmaması gereken nokta, onun emperyalist güç merkezlerince bir düşman olarak görülmesine bakılarak, haklı ve mazlum sayılıp sayılamıyacağı hususudur.. Evet, bu görüntüden Saddam da faydalanmaya çalışmış, halkının milyonlar halinde etrafında toplanmaya icbar eden bir düzenek kurmuştu ve fakat, emperyalizmin ciddî bir toslaması karşısında, halkını yanında olmadığı gerçeğiyle karşılaşmıştı..
Şimdi, bazıları Gazze için hassas olan Türkiye kamuoyunun, Darfur için niye aynı iştiyakla devreye girmediğini sormaya çalışıyor..
Gazze ile Darfur arasındaki temel farklılıkları gözönünde bulundumak gerekiyor..
Gazze"de, iradesi hiçe sayılmış, her türlü savunma imkanından mahrum, devletsiz, ordusuz ve abluka altına alınmış bir müslüman halkın, siyonist İsrail rejimi tarafından, en gelişmiş silahlarla, en barbarca usûllerle ve "modern" denilen dünyanın sessizliği içinde haftalarca ateş içinde kavrulması trajedisi yaşanıyordu..
Darfur"da ise, ırkçı bir boğuşmaya sürüklenen halkın iki tarafı da müslüman..
Ayrıca, Sudan"da ve Darfur"da emperyalizmin ekmeğine yağ süren bir diktatörlük var.. Dünya müslümanları, Irak"da da iki milyona yakın insanın katledilmesinin acısını hissettiği halde, orada müslüman kitlelerin bir kısmına sırtına dayayan bir diktatörün sebebiyet verdiği durumu da görüyor ve bu, tepkileri frenliyor.. Durum, Sûdan ve Darfur için de aynıdır, denilebilir..
Saddam"ın Baas Partisi"nin milis güçleri organizasyonunu hatırlatan "Janjavid"ler "El"Beşîr" tarafından tasfiye edilir ve El"Beşîr de tıpkı Libya Lideri gibi emperyalizmin tehdidlerine meydan okumaktan vazgeçip, yelkenleri indirirse; bu zulümler de, bu buhran odağı da gözden ırak bir konuma düşürülebilir..
Ama, El"Beşîr"in yapacağı en doğru iş, herhalde, halkının serbest iradesini ortaya koyabileceği bir seçim yapılmasının yolunu açması ve iktidarı, halkın gerçek temsilcilerine teslim etmesi ve rütbelerinden, gücünden soyunarak, kendisini halkının iradesine sunmasıdır; "Uluslararası Ceza Mahkemesi" gibi politik mekanizmalara değil..
Ve her zaman, bir General Muhammed Savar"uz"Zeheb örneği de çıkmaz..
Haksöz