Çağdaş sömürü günümüzde evrensel diye nitelenen ve şu kavramlarla özetlenebilecek hayat tarzının ihracıyla, insanlığa benimsetilmesiyle gerçekleşmektedir: Demokrasi, bireysel özgürlük, liberalizm (serbest piyasa ekonomisi, yani zayıfın(sömürülen milletlerin) güçlüye karşı korunmadığı), çağdaş yaşam veya modernizm, hümanizm, konforizm.
Hızlı ve güdümlü kültür değişimi batı teknolojisinin ürünü olan her malı kolaylıkla tüketebilmeye yatkın ve üstelik istekli standart insan yığınları oluşturmayı hedeflemektedir. Batının amacı, bütün dünyayı bir pazar haline getirebilmektir.
Bireysel özgürlük ve konforizm dünyevi nimetlerden zevk ve lezzet alma esasına dayalı bir yaşama tarzını ifade etmektedir. Dünyayı amaç edinen, hep daha iyisini ve fazlasını tüketme hevesi olan, mutluluğun ölçüsünü sahip olunan maddiyat miktarına ve tüketim miktarına göre belirleyen bir hayat tarzı. Bu hayat tarzının en belirleyici sonucu olarak önce ve sadece kendini düşünen menfaatine göre hareket eden insanların yetişmesidir. Bu da toplumlardaki birlik ve beraberliğin yıkılışı, geri gelmez şekilde kayboluşu demektir.
Bu sonuç tam sömürgecilerin isteği şey. Böyle insanlardan oluşan toplumlar batılı ürünlerin sürekli ve hevesli müşterileri. Çünkü bir defa alınıp bozuluncaya, bitinceye, eskiyinceye kadar kullanmak yerine zevk ve hevesinin peşinde, pazara sürekli sürülen ürünlerin daha iyisini, güzelini, prestijlisini almak, sürekli satın almak, yani sürekli üreticilere kazandırmak, lüzumsuz yere günler, aylar süren emeklerin batılıların hizmetine sunulması, birikimlerin ve kaynakların batıya aktarılması, yani modern sömürü.
Netice: Teknolojik seyri belirleyen ve üretimi yapan, satan ve daha da zenginleşen sömürgeciler, heveslerinin peşinde sürüklenen, en son teknolojik üretimleri kullanarak modern yaşadığını, mutlu olduğunu sanan, ama gerçekte kullandığı teknolojiyi üretemeyen, sözde modern, gerçekte hem ülkesinin hammadde kaynakları hem kendi emeği sömürülen insanlar " Ve kendi nefislerinin hoşuna giden ileri teknolojiyi üreten milletlere hayran, onların üstün, erişilmez, en doğru düşünen, saygı duyulması gereken ve kazançlarını (doğru ifadesi sömürülerini) haklı bulan yani onları efendi, onlardan olmayanları hizmetkar gören zavallı ve köle olan insan yığınları" hem de azad kabul etmez köleler" Çünkü köle olduğunun farkında olmadığı için bu durumdan hiçbir zaman kurtulamayacak olan talihsiz zavallılar..
Liberalizm, rekabetçilik, açık ekonomi gibi kapitalizmin düsturları şartlar eşit olmadığı için hep sömürgeci ülkelerin şirketleri lehine işleyen kavramlardır. Bu kavramlar ülkelere girişi kolaylaştırmaktadır. Çünkü kendileri ileri teknoloji ve yüksek sermaye gücü ile henüz filizlenme aşamasındaki diğer ülke şirketlerini, kuruluşlarını yutmaktadır. Tavşan ile kaplumbağanın yarışının sonucu eşit şartlarda bellidir"
Batılıların ülkeleri sömürmedeki başka bir yöntemi de sözde düşük olan faizle kendi kontrollerinde olan dünya bankası, IMF gibi kuruluşlar aracılığıyla borç vermek. Fakat enteresan bir durum faizle borç alarak belini doğrultan, gelişen bir ülke yok. Sonuçta borç miktarları artar, o kadar ki faizi bile büyük meblağlar tutar. Yani ülkelerin kaynakları, insanların emekleri faiz yoluyla sömürülür, batıya akıtılır. Ülke insanları ise kemer sıkma, mali disiplin gibi isimlendirmelerle sefalete mahkum edilir. Ülke insanlarının emeklerinin sonucu olarak işçiye, memura, köylüye, emekliye verilmesi geren paralar faiz yoluyla sömürgecilere akıtılır. Sömürünün anlamı bu değil de nedir?! Böylece ülkeler hiçbir zaman bellerini doğrultamaz. Yaşamak için çalışmaya aslında Batılı efendilerine hizmet için çalışmaya devam ederler. Bu hizmetlerine karşılık yaşayacak kadar karşılık alırlar. Yaşasınlar ki hizmete devam etsinler!!!
Emperyalistler matbaada renklendirdikleri kağıtları (para!) öyle bir kullanırlar ki istedikleri ülkelerin ekonomilerini altüst edebilirler. Büyük sermaye birikimine sahip (önce dünyayı sömürerek, sonra matbaada kağıt basarak elde ettikleri birikim) bu ülkeler, menfaatleri icabı büyük miktarlarda parayı bir ülkeye sokarak veya paralarını çekerek o ülke parasının değerini aşırı yükseltir veya düşürürler. Böylece birinci durumda maliyetleri artan yerli üretim küresel üretimlerle rekabet edemez. İkinci durumda üretilen ürünlerin değeri çok düşük kalacağı için üretimler yani emekler bedavaya dışarıya gider. Birinci durum milli şirketleri iflasa sürükler. İkinci durum ülke kaynaklarının, özellikle emperyalistlerin ihtiyacı olan hammadde kaynaklarının ve tarım ürünlerinin çok ucuza dışarıya gitmesi anlamına gelir. Yani modern sömürü. On liraya alınan bir hammadde işlenip tekrar bize üç yüz, beş yüz hatta bin liraya satılır. Halbuki maliyet belki yirmi olmuştur belki otuz. Bu da modern sömürünün bir başka yoludur.
Kağıt para belki de emperyalistleri güçlü yapan en önemli unsur olmuştur. Çünkü paraları dünyada kabul gördüğü için ihtiyaç duyduklarında basıp bu ihtiyacı karşılarlar. Hatta birkaç kişinin birkaç hafta çalışarak bastığı kağıt para ile bir ülkeyi bile satın alabilirler. Dikkat edilsin birkaç kişinin kısa ve zahmetsiz çalışmasıyla belki milyonlarca kişinin aylar, yıllar süren emeği ele geçirilmiş oluyor. Bu çok korkunç bir durum" İnsanların modern yoldan nasıl köleleştirildiğini gösteren acı bir gerçek. Bu yüzden hatta kendi içlerinden vicdanlı bir kişinin itirafıyla kağıt paraya şeytan icadı demek gerekir. Bu sebepten sömürgecilerin en korktukları şeylerden biri dünya ticaretinin kendi para birimleriyle yapılmaması, kendi para birimlerinin boykot edilmesi. Bu onlar için tam bir yıkım olur. Böyle bir düşünce daha filizlenme aşamasındayken üzerine gidilerek yok edilmeye çalışılır. Dünya ticaretinin güçlü ülkelerin parasıyla yapılması mecburiyetten kaynaklanıyor. Çünkü her ülke başka ülkelerle ticaret yapmak zorunda. Bunun için de ortak para olması lazım. Eskiden altın para herkesin kabulüydü. Fakat dünya ticaret hacmi 1970li yıllrdan sonra aşırı artınca piyasadaki altın miktarıyla bunu yapılması zorlaştı. Ortak bir karar da alınamadığı için teknolojik ve askeri bakımdan hakim ülkeler,n parası uluslar arası ticarette kullanılmaya başlandı. Böylece her ülkenin kendi üretim gücü oranında basması gereken parayı bu ülkeler basmaya başladı. Yani büyük gelirler elde edildi ve edilmekte. Bu yüzden kendileri menfaatleri doğrultusunda bütün dünyaya yetecek kadar para basarken diğer ülkelere enflasyona sebep olur safsatasıyla para bastırmamaya çalışırlar. Halbuki para insan gücünün ekonomik üretime katılması için bir araç durumundadır. Piyasadaki yetersiz para yeni iş imkanlarının kurulmasını engeller. İşsizlik nüfus artışına göre artar.
Bu çağdaş sömürünün aktörleri batılı büyük şirket ve holding sahipleridir. Bu yüzden batılı devletler her zaman kendi şirketlerinin pazar paylarının muhafazasını isterler. Başka ülkelerde özellikle ileri teknoloji üretip kendilerine rakip olabilecek bir yapılanmayı istemezler. Zor şartlar altında büyük emeklerle kurulup zamanla büyüyen yerli şirketler, piyasa fiyatının çok üstünde verilen teklifler gibi kapitalizmin çeşitli söylemleriyle satın alınır. Kendilerine rakip olabilecek şirketler böylece rakip olmaktan çıkar. Kendilerinin hizmetine girer. Amaç, kar marjı çok yüksek, ileri teknoloji veya stratejik üretim tesislerinin kendilerinde olması, küçük ve kendi asıl üretimlerine ara mal veya hammadde üreten yani kendilerine hizmet eden, karşılığında da hizmetçilik bedeli kadar yani yaşayacak kadar kazanç sağlayan küçük firmaların ise yerli aktörlerde olması. Çünkü tersi bir durum o ülkeleri de kendi seviyelerine çıkaracaktır. Yani dünya kaynaklarını sömürmede kendilerine ortak. Şimdiye kadar bu küresel sermaye ve büyük şirketlerin haksız rekabet ve kazançlarına karşı milli şirketlerini güçlendiren ve sayısını artıran kendi özel şartlarının da etkisiyle ancak bir ülke olmuştur: Japonya. Yani hizmetçilikten efendiliğe; işçilikten, sömürülmekten patronluğa tam anlamıyla bir ülke yükselebilmiştir. İşte her toplumun bu şekilde kendi sanayisini ve şirketlerini hem sayı hem kalite bakımından arttırması emperyalistlerin sömürülerini, dünya hakimiyetlerini bitirecektir. İnsanlık dünya nimetlerinden eşit istifade edecektir. Bu durum emperyalistlerin en büyük korkusudur. Bu sebepten bu yola giren ülkeler hedef alınıp özelleştirme maskesiyle, şirketlere piyasa fiyatının çok üzerinde teklifler verilmesiyle şirketleri satın alınarak bu durum engellenmektedir. Özelleştirmelerin yüceltilmesi de bu sebeptendir. Bu şekilde dünyanın üretim araçları kendi kontrollerinde olacaktır. Yani kendileri dünyanın patronu, bütün dünya insanları ise onlara hizmet eden işçiler"
Bu şirketler çoğu zaman gizli Batılı siyasi, ideolojik ve ekonomik seçkin sınıfların denetimindedir. Bu seçkin sınıflar ellerinde bulundurdukları iletişim gücünü (televizyon ve gazeteleri), şuurlu bir şekilde kendilerini tepede tutan ürünlerin, zevklerin, değerlerin ve kültürlerin kısacası modern hayatın, çağdaş yaşamın yaygınlaşarak ebedileşmesi için kendi menfaatlerine ters olan şeyleri karalamak, yok etmek için kullanmaktadırlar.
Batılı uluslar arası dev holdingler mallarını dünyanın en ücra köşesindeki insanlara da satabilmek için yani onları da köleleştirmek için toplumdan topluma değişen kültürel kimlikleri ortadan kaldırıp aynı hayat tarzını benimseyen tek boyutlu, toplumlar ortaya çıkarma gayretindedirler. Bunu da yan kuruluşları olan medyalar aracılığıyla yapmaktadırlar. Çünkü televizyon hem kulağa, hem göze hitap eden tesirli bir iletişim vasıtasıdır. Bu vasıtayla dizilerde, filmlerde ustalıkla yerleştirilmiş bu hayat tarzının (modern hayatın) unsurları insanların şuur altına yerleştirilmektedir. Eğer denetim altına alınmaz, iyiye, doğruya, toplum yararına kanalize edilmezse faydası olan bu nimet insanları köleleştirici bir araç olmaktadır. Tıpkı insanlar için büyük faydaları olan ateşin menfaatperest insanların elinde ölüm aracı haline gelmesi gibi.
Batı kültürünün özgürlük kavramı toplumsal yapıda şu değerleri ortaya çıkarmaktadır:
Serbest cinsellik, nikahsız beraberlik, eş aldatma, açık saçıklık, teşhircilik, alkolizm, uyuşturucu müptelalığı, zina, içki, kumar, ruh hastalıkları, intihar, nesepsiz çocuklar, kirlenmiş çevre, sefahat, aşırı ve lüks tüketim ve sefalet"
Yeni dünya düzeni bu değerler üzerinde yükseliyor. Bu değerler yüceltilmiş bir söylemle dile getiriliyor. Çevre kirlenmesi aslında uygarlığın(!), nikahsız birliktelik, açık saçıklık ve diğer parametreler de özgürlüğün(!), ifadesi olarak sunuluyor.
Çağdaş yaşam, modernizm gibi süslü kelimelerle bu tarz hayat şuurlu olarak toplumlarda yaygınlaştırılmaya çalışılıyor. İnsanlar eğlenceye, tüketmeye yani nefislerin hoşuna giden maddiyatın kutsallaştırıldığı, zevklerin putlaştırıldığı, mutluluğun maddiyata, tüketim miktarına bağlandığı bir hayata alıştırılıyor. Bu amaçla emperyalistlerin ve onların destekçisi, hayranı içerideki aldanmışların ellerindeki televizyonlar, gazeteler kullanılıyor. İnsanlara seviyesiz eğlence programları, faydasız, boş magazin programları, fanatizm derecesinde başta futbol olmak üzere spor programları sunuluyor. Açık saçıklık, nikahsız birliktelik, eş aldatma, içki, kumar, zina, lüks tüketim ve rahat yaşama, düşünmeyi unuttururcasına eğlence gibi kendilerince modern hayatın unsurları, popüler hale getirilen dizilerin, filmlerin içine ustalıkla yerleştirilerek insanların şuuraltına yerleştiriliyor. Bu ahlaksızlıklar biz farkına varamadan düşünce dünyamızda normalleştiriliyor, sıradanlaştırılıyor. Bunların tersi islami ahlak ise çağdışılık, gericilik olarak gösteriliyor.
Bu uygulama hemen bütün kültürel faaliyetlerde şuurlu olarak kullanılıyor. Sanatın, edebiyatın bütün alanları, ürünleri bu amaçla kullanılıyor. Toplumlar böylece tam bir zihin kuşatmasına alınarak emperyalizme hizmet eden hayat tarzının yaşanması sağlanıyor.
Çağdaş yaşam veya modernizm kavramları böylece batılı sömürgecilerin girdikleri toplumların ahlakını bozmak yani kendilerine direnme güçlerini kırmak için kullandıkları yeni ve görünmez, karşı konulması çok zor olan bir silah olarak kullanılıyor.
Görünüşte insanlığın yararını isteyen bir düşünüş sistemi olan Hümanizmin de temelinde bu zihniyet vardır.
Hümanizm insanın kendisini karar mekanizmasında tek yetkili görmekte insanı hayatın merkezi ve ölçüsü konumuna çıkararak yüceltmektedir. Bu da insanı her türlü gücün, iradenin baskısında kurtarmayı öngörür. Doğal olarak dini, ilahi düşünceye karşı çıkılır.
İnsan kendi hayatına kendi istek ve tutkularını hakim kılacaktır. Yani nefsini ilahlaştıracaktır. Bu da ateizm temellendirir. Gerçek İlaha inanmayan veya itaat etmeyen, insan üstün güç olarak emperyalistleri görecek ve onlara itaat edecektir. Yani onların sunduğu hayat tarzını benimseyecek, onların üretimlerini tüketecek ve neticede onların hizmetkarı olacaktır.
Emperyalist düşünüş yeryüzünde mutlak güç ve nüfuz sağlama kendi istek ve tutkularını hayata geçirme esasına dayanır. Bu Allah'a ait yetkiyi kendi tasarrufuna alma anlamına geldiğinden ilahlık iddiası olur. İslami inanışta hüküm ve emir Allah'ındır. Oysa emperyalist ilişkide yer alanlar ise dünya üzerinde mutlak hegemonya kurmak istemektedirler. Hayat tarzlarını kendileri belirlemektedirler. Bu ise inançsızlık yani ateizm anlamına gelir.
SSCB'nin dağılmasından sonra batının tek hedefinin, düşmanının İslam olmasının esas sebebi bu sömürü düzenine karşı tek güçlü sistemin İslam olmasıdır.Köleleştirmeye ve sömürüye karşı direniş sadece islami düşüncede vardır.
İslamın temel üç prensibi: Allah'tan başka ilah yoktur (La ilahe illallah); Allah en büyüktür (Allahu ekber); yalnız Allah'a ibadet etmek (İyyake nabudü ve iyyake nestain) prensipleri emperyalizmi önleyecek temel prensiplerdir.
İkinci prensip tahakküme ve zorbalığa kalkışan her güce ve düşünceye karşı Allah'ın en büyük olduğu (Allahu ekber) gerçeğini insan bilincine aktararak sonuna kadar direnmeyi mücadeleyi ifade eder.
Diğer iki prensip insanın yalnız Allah'tan emir almaya onun hükmünü kabul etmeye karar verdikten sonra bütün davranış biçimlerini ve hayat tarzını buna göre ayarlamasını; modern, çağdaş vs. süslü kelimelerle ifade edilen emperyalistlerin hayat tarzına göre değil peygamberin sünnetinde somutlaşan Allah'ın emirlerine göre yaşamayı; emperyalizmin modern yaşam, hümanizm gibi kavramlara saklayarak sunduğu nefsini ve maddiyatı ilah edinme yerine sadece Allah'ı ilah kabul etmeyi ifade eder.
İşte emperyalizmin İslam'a savaş açmasının sebebi bu prensipler, yani sömürü düzenlerine sadece İslami hayat tarzı ile son verilecek olmasıdır.
Bunun neticesi olarak bu hayat tarzının gelişeceği ve dünyaya örnek olacağı, bunun aynı zamanda ekonomik kalkınmayla da destekleneceği ülkeler ki başta Türkiye olarak özel kuşatma altında olup ve yakından takip edilmekte, İslami kıpırdanışlar ve milli ekonominin gelişimi malum yöntemlerle engellenmeye çalışılmaktadır.
Müslümanlar her ne kadar birlikten, ekonomik ve siyasi güçten yoksunsa da, her alanda iflas etmiş bulunan Batılı değerlere ve Batı tipi yaşam biçimine karşı dünyada tek alternatif, İslâmî hayat tarzıdır. ABD'nin başını çektiği emperyalizm, bütün planlarını İslâm'ın önünü kesmek ve İslâm'ı azaltmak üzerine kurmuştur. ABD'nin Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) de, İslam coğrafyasında hem sınırları, hem siyasi rejimleri ve hem de zihinsel haritaları ve kodları değiştirerek İslâm'ı geriletmeye yöneliktir. İnsan ve toplumların İslam'a önyargılı bakmalarını sağlamak için "İslam"la "terör"ü özdeş göstermek, Müslümanları Kur'ânî ve nebevî sabitelerinden uzaklaştırmak için İslâm algılarını köklü bir değişime tabi tutmak, İslâm'ı ve İslâmî duyarlılığı azaltmak, aşındırmak, kendi menfaatlerine aykırı prensiplerini (tevhid inancı, cihad, nefsine tabi olmama, kanaatkar olma, israf etmeme, örtünme, aile mefhumu gibi) değiştirmek, yumuşatmak, halkı dinin ayrıntılarıyla meşgul edip esastan, özden uzaklaştırma, İslam'ı toplumsal alandan soyutlayıp sadece camiyle, namazla sınırlamak, sonra da bir tilki edasıyla sizin namazınıza, ezanınıza mı karışılıyor denerek bununla yetinilmesinin telkin edilmesi bu sürecin ana hedefleri arasındadır.
Bugün müslüman topluluklar, müslümanlıklarının şuuruna ve dolayısıyla gücüne sahip değillerdir. Emperyalizm bu şuuru ve gücü küllemeye, islam topluluklarını birbirine düşürmeye çalışmakta, bu ülkelerin insan unsurunu kendi eğitimlerinden geçirerek kendine bağlamaya devam etmektedir.
Her mümin "kendi memleketimi, milletimi yeryüzündeki milletler içinde muvazene unsuru haline getirme mecburiyetindeyim.Şayet yeryüzünde verilecek tabakat-ı beşer çapındaki kararlar içinde benim reyim esas olmazsa yeryüzünde çok zulümler işlenecek, çok azizler zelil olacak ve zelil olması gereken çokları da aziz olacaktır. Hükmü ben vermeliyim. Muvazene unsuru ben olmalıyım." diye düşünmelidir.
Çünkü Allah müminlerin böyle olmasını arzu ediyor. Çünkü Allah müminin kafirin himayesinde yaşamasına razı değildir. Çünkü kafirin tasallutu altında yaşamaya rıza gösteren mümin iki dünyada da mezellet içinde olacaktır.
Bu yüce kelam-ı kadimin beşer çapında bir kelam-ı kadim olarak kabul görmesi ve takdire mahzar olması, onu omzunda taşıyan kimselerin bayraktar olmasına bağlı, cihangir ordulara sahip olmasına bağlı, dünyayı idare edebilecek büyük başlara, büyük siyasi dahilere bağlı, muhteşem fikir adamlarına bağlı. Maarifinin yolunda ve rayında yürümesine bağlı, devleti idare edenlerin kendi ruh köklerine bağlı olmasına, milletini ve vatanını sevmesine bağlıdır. Milli ekonomisini güçlendirmesine, ileri teknoloji üretmesine bağlıdır.
Emperyalizm, hayatiyetini hemen hemen her zaman denetimine aldığı ülkelerde kurduğu ittifaklara ve uzlaşmalara borçludur. Bu ittifak hakim güçlerle ülkelerin yerli güçleri arasında politik, diplomatik, askeri ve stratejik olarak kendini gösterir. Kendileri ile işbirliği yapacak kimseleri sahip oldukları ekonomik güç ve medya desteğiyle ülke yönetimine getirirler ve kendi menfaatleri yönünde ekonomik, kültürel, eğitim, dış politika kararları alınmasını ve sömürü düzenlerinin devamını sağlarlar. Emperyalizmin dünya için demokrasi talebini de sebebi budur. Geniş halk yığınlarını, ellerindeki veya parayla kendi lehlerine çalıştırdıkları televizyon ve gazeteler aracılığıyla istedikleri gibi yönlendirirler. İstedikleri güçleri ülkelerin başına geçirerek ülkeleri kontrol ederler.
Yoksa onlar gerçekten diğer milletlerin faydasını düşünmezler. Kendileriyle işbirliği yapan diktatörlükleri desteklemişler, aykırı olanları çeşitli bahanelerle demokrasiye geçmeleri için zorlamışlar, içerideki muhalifleri destekleyip darbelerle, olmazsa bizzat askeri güç ile o ülkeleri itaate, sömürü düzenine uymaya mecbur etmişlerdir.
Televizyonun, gücü elinde bulunduranlar için bir kültür emperyalizminin vasıtası olması bakımından çok hayati bir önemi vardır.
Kitle iletişim araçları insanımıza, takip edeceği modadan kullanacağı eşyaya, pişireceği yemekten uygulayacağı diyete, izleyeceği filmden tatil için gideceği yere, dinleyeceği müzikten edineceği nezaket kaidelerine ve seçeceği inanca kadar bütün faaliyetlerde yol gösteren, emirler veren, denetleyen hakim bir güç haline gelmiştir.
Hangi haberin bize ulaştırılması gerektiğine, dünya imajımızın hangi kelimelerle çizileceğine ve hangi gündemle meşgul olacağımıza hep bizim dışımızdakiler, hasım dünyanın müstemlekeci düşünce artıkları karar vermekteler. Bununla da yetinmeyip bize ulaştırdıkları haberleri rafine edip tahlile tabi tutarak neyi nasıl düşünmemiz gerektiğini de bildirmektedirler.
Çağımızda kitle haberleşmesi, düşünen insandan çok bu haberleşme araçlarını ellerinde bulunduranların istediği gibi düşünen insanı şartlandırmaktadır. Kitle haberleşme araçları geliştikçe kitlelerin düşünme hürriyeti de azalmaktadır.
Böylece toplumlara sömürü düzeninin devam edeceği hayat tarzı farkında olmadan aşılanıyor, hayat doğrularımız ve yanlışlarımız belirleniyor. Böylece zihinlerde Müslümanlık gericilik, yobazlık, İslam terör, vahşet dini, içki, sigara, kumar, açık saçıklık, lüks tüketim, eğlence, çağdaşlık, moderniz olarak sunuluyor ve yüceltiliyor. Medya, özellikle televizyon bu şekilde emperyalizmin emrinde ve devamını sağlayacak ortamı hazırlayıp devam ettirmekte, çağdaş sömürünün devamında kullanılıyor. Emperyalistlerin medyaya önem vermelerinin, ülkelerin medyalarını satın almalarının esas sebebi de budur.
Dünya tarihi hiçbir çağda bu kadar köleye sahip olmamıştır. Çünkü kitlelerin duygu ve düşünceleri hiçbir zaman bugünkü kadar telkin ve propagandanın açık imkanlarıyla zincire vurulmamıştır. Bu çağdaş köleliğin sınırları kadim kölelikten çok daha büyük. İşin en vahim yönü de zincirlerini kolye, kafeslerini saray zanneden günümüzün çağdaş köleleri eskiler kadar şanslı da değil. Çünkü şimdikileri köle olduklarına inandırmak çok zor. Bunun farkında olmayanın bu durumdan kurtulması da imkansız elbette.
Günümüz insanı fasit bir daire içinde çepeçevre kuşatılmış durumda. Yürürken gözüne vitrinlerden evindeki hipnoz makinesi televizyona, bindiği şehir içi otobüsün camındaki afişten, okuduğu gazeteye kadar pek çok şey reklam vasıtasıyla bu imkanları sınırlı zavallı insanı tüketime zorlamakta.
Çünkü artık yaşamak için yemek yerine yemek için yaşamak felsefesi hakimdir. Aşırı tüketim ve konforizm hakim. Yani çağdaş sömürü. Aşırı tüketim ve konforizm bir şeyler kazandıracak olsaydı batılı toplumlara kazandırırdı. Teknolojide oldukça ileri gitmiş ancak maneviyat fakiri bu ülkelerdeki zenginlik zirvede olmasına rağmen bunalımlar, intiharlar korkunç rakamlara ulaşmış durumda. Demek ki her istediğini satın alıp tüketmekle mutlu olunmuyor.
Netice:
Türk milleti ve yöneticileri her ne kadar büyük ölçüde kendi potansiyel gücünün farkında olmasa da emperyal veya süslü ifadesiyle küresel güçler bunun farkında olup kendi sömürü düzenlerini sona erdirecek bu yapıya ulaşma imkanı en çok olan ülkelerin en başında gelen Türkiye'nin sosyal ve ekonomik olarak gelişmesini önlemek için yukarıdaki düsturlar doğrultusunda ellerinden geleni yapmaktadırlar. Yani hep söylenen ama açık olarak tam anlaşılır açıklanamayan "Türkiye üzerinde büyük oyunlar oynanıyor." sözü doğrudur. Peki ne yapmak lazım? Yapılacak şey toplumun sosyal yapısındaki hedef birliğini sağlamayı engelleyen faktörleri düzeltmek ve sonra da ekonomik olarak gelişmektir.
Sosyal yapımızdaki bozukluk da yine emperyal güçlerin işgal yıllarından kalma bir sorundur. Kısa ifadesi şudur: Emperyal batı güçlerine karşı verilen milli mücadele kazanılınca bu mücadeleye önderlik edenler Türk devletinin Batı karşısında geri kalışının, zayıflayıp parçalanmasının sebebi olarak İslam dinini görüp veya gösterilip yeni devletin yapısını hakim batı güçlerine benzetme yoluna gittiler. Özellikle bir dönem dine ve dine bağlı yaşayan insanlara büyük baskılar yapıldı. Böylece dinine bağlı yaşamak isteyen insanlar bir anlamda bu büroktatik yapıdaki devlete küstürüldü. Sonra dünyadaki gelişmelere bağlı olarak bu baskı ve yasaklamalar kademe kademe azaldı. Aslında geri kalışın dinin esasından kaynaklanmadığı bilinse de serbestlik ortamında dini duyarlılık yayılmaya başlayınca kendi hayat biçimlerinin azınlığa düşüp bu sefer kendi hayat biçimlerini rahat yaşayamayacakları korkusuyla bu gelişmeyi önlemek için laiklik kılıfına sokularak bazı kısıtlayıcı uygulamalara gidildi. Üniversitelerde başörtüsü yasağının temelinde bu vardır. Aslında bu uygulama islami gelişmeyi önleyecek bir durum olmasa da bürokratik yapının zihniyetini ifade eden bir simge uygulama oldu. Bu yüzden buna karşı yapılan her şey rejime karşı yapılmıştır düşüncesiyle hareket edildi. Kamudaki bu yasaklama bu kişilerce dışlanmışlık, ikinci sınıf muamele olarak algılanmaktadır. Neticede inancını rahat yaşayamayan toplumun büyük bir kesiminde bu devlet bürokrasisine karşı bir zihniyet ortaya çıktı. Dini yasakçı ve gerici diye toplum kutuplaştı. Bu durum siyasetin de temelini belirledi. Bu mesele olduğu sürece bunu siyasette dile getireneler de olacaktır. Mağdur olanlar da siyasi tercihlerini doğal olarak buna göre belirleyecektir. Bu dinin siyasete alet edilmesi değildir. Eğer öyle bile olsa buna mevcut ortam sebep olmaktadır. Böyle olunca bu yasaklamaları dile getiren siyasiler büyük oy alabilmekteler. Karşı düşüncenin oyları da belli bir oranda sıkışıp kaldı. Neticede iktidara gelenler yasakları hafifletmeye çalışmakta karşı grup da bunları malum yapıyla engellemeye çalışmaktalar. Hal böyle olunca iktidar ve muhalefet ülkenin ve dünyanın malum sömürü yöntemlerine karşı bir uygulamayla uğraşmak yerine bunlarla uğraşarak zaman kaybedilmektedir. Bunun çözümünde iki kesime de sorumluluğu vardır. Birinci, var olan büroktarik yapıyı uygulayanlar halkın inancını yaşamasını kısıtlayıcı uygulamaları bırakarak toplumsal uzlaşmayı sağlamalıdır. Zamanla kendi yaşam şekillerinin kısıtlanacağı düşüncesi doğru değildir. Böyle düşünenler rahat olmalıdır. Aksine var olan yasaklayıcı tutum toplumda bir düşmanlık oluşturuyor. İkinci ise genellikle iktidar olan karşı siyasi görüşe düşüyor. Çoğunluğa ulaşarak kanuni düzenlemelerle uzlaşmadan bir şeyler yapmaya çalışmak sonuç vermez. Çünkü istisnasız her düzenleme kanuni yoldan iptal edilebiliyor. Yapılacak şey bu işleyişin temeline bakmak. Yani üniversite yönetimini ve yargı erklerinin seçilme şekli değiştirilmeli, bunları o kurumların tabanları seçmelidir. Bunlar tek ele bağlanınca o mevkideki kişi önem kazanmakta ve kavga sebebi olmaktadır. Şekil değişince toplumun çoğunluğunun görüşü siyasete yansıdığı gibi bu kurumlara da yansıyacak ve böylece yeni kanuni düzenlemeler yapılmadan farklı uygulamalara gidilebilecektir. Böylece içte siyasi ve toplumsal anlamda iktidar olanlar, bundan sonra esas ugulamaları yapmaya imkan bulabilir.
Bundan sonra öncelikle insanlara küresel kapitalizmin nasıl çağdaş emperyalizm uyguladığını yani yukarıdaki esasları anlatmak, daha doğrusu kavratmak gerekiyor. Bunlar bilindikten sonra meselenin yarısı halledilmiş demektir.
Sonra en geniş anlamda eğitim yoluyla (sadece resmi eğitimle sınırlı kalmadan, bunun her mümine farz olduğunun bilincinde olarak) İslami ahlakın ve düşünüş sisteminin anlatılıp öğretilmesi ve yaşanması, yani doğru İslami zihniyetin teşekkülü sağlanmalı, maneviyat güçlendirilmelidir. Emr-i bilmaruf, nehy-i anilmünkeri(İslami doğruları, bilgileri) her mümin bizzat kendisi sözü geçenlere, çevresindekilere, aile fertlerinden başlayarak, arkadaşlarına, tanıdıklarına anlatmakla mükelleftir. Herkes böyle bir faaliyet yapsa toplumda dalga misali bu şuur kısa sürede yaygınlaşacaktır.
Medyanın (televizyon ve gazetelerin) İslam ahlakına aykırı, emperyalizmin hayat tarzını topluma aşılayarak emperyalizme hizmet eden yayınları yumuşak uygulamalarla düzenlenmelidir. Belki basın, medya milli unsurların elinde olmalı ve İslami ahlaka hizmet eden bilinçlendirici yayınlarının olması sağlanmalıdır.
İslami ahlakın bir sonucu olarak aşırı ve lüks tüketim yerine ihtiyaç merkezli tüketim bilinci oluşturulmalı, alternatifi varken marka, prestij gibi kapitalist oyunlara gelmeden yabancı mal kullanılmayıp yerli ürünler tercih edilmeli hem yerli üretim desteklenmeli, hem ülke kaynaklarının dışa akıtılması yani sömürülmesi önlenmelidir. İnsanlara eğitim yoluyla bu şuur verilmelidir.
Milli bir ekonominin teşekkülü sağlanmalı. Milli sermayeli, vatanının ve milletinin menfaatini düşünen, ileri teknolojiyi üretip dünya ile rekabet edebilen şirketler teşekkül ettirilmelidir. Bunlar gelişim aşamasında devlet tarafından yabancılara karşı korunmalı ve desteklenmelidir. Yüksek sermayeli veya riskli üretim tesisleri devlet eliyle kurulup belli bir gelişim seviyesine gelince yerli özel sektöre devredilebilir. Her üretim alanından en az üç firma tesis edilmeli ki rekabet ile hem kaliteli üretim sağlanmalı ve fiyat konusunda halk lehine gelişme sağlanmalı hem de aynı alandaki yabancı üretimlerin ülkedeki satış payının öne geçmesi engellenmelidir. Ve milli sermayeli bu şirketlerin yabancılara satılmasının belli yasal düzenlemelerle, daha önemlisi sahiplerine milli ve islami şuur verilerek önlemi alınmalıdır. Ülkeyi hem tarımda hem bilim ve teknolojide kendine yeten kendi üretim tesislerine sahip hale getirmelidir. Özellikle montaj sanayi aldatmacasından kurtulup makineyi üreten makineler yapabilme tekniğine sahip olunmalı çalışmalar bu yönde planlanmalıdır. Çünkü ülke nüfusunun artışına paralel olarak üretimi arttırmak için her seferinde üretim yapan makineler yüksek meblağlara dışarıdan alınacak ve ülke kaynakları dışarı akıtılmış olacaktır. Hem de nüfus arttıkça yeni üretim imkanlarına ihtiyaç duyulacak, üretimi yapan makineleri üretme seviyesinde olunmazsa bu sürekli dışa bağımlılık anlamına gelir. Yani ikinci sınıf bir ülke, veya onların süslü ifadesiyle gelişmekte olan ülke. İlavesini yapalım, gelişmeye çalışmakta ama bir türlü gelişmesini tamamlayamayacak yani ihtiyaçlarını karşılamaktan aciz olmaya devam edecek olan ülke. Ülkelerin kaynakları dışa akıyor. Nasıl gelişebilir ki? Zaten mevcut durum da maalesef budur.
Ülkenin gelişiminde faizle alınan borç paralar yerine yerel gelir kaynakları kullanılmalı veya devlet para basma hakkını kullanmalıdır. Çünkü para, mal ve hizmet üretimlerinin el değiştirmesi için bir araçtır. Aynı zamanda iş gücünün devreye sokulma yöntemidir. Mesela bir okul binası yapılacak. Bunun malzemesi, işçisi, mühendisi ülkemizde var. Fakat para yani değişim aracı yoksa okul yapılamaz. İşte bu bağlamda devlet para basıp var olan unsurların bina haline gelmesini sağlamış olur. Yani un, şeker, su olup usta olmazsa yiyecek ortaya çıkmaz. Para bu durumda unsurları harekete geçirir. Tıpkı bir ustanın suyu şekeri unu kullanıp yiyecek yapması gibi. Mal ve hizmet olup para olmazsa bu değişim sağlanmaz ve insanlar ihtiyaçlarını karşılayamaz. İş gücü emeğe dönüşemez. Yer altı kaynakları çıkarılamaz. Bu sebepten değişim aracı olan paranın borç almakla veya para basmakla karşılanması arasında bir fark yoktur. Yani para basmanın enflasyona sebep olması faizle sömürü yapan kapital güçlerin bir aldatmasıdır. Çünkü bu durum enflasyona sebep olan emeğin, üretimin karşılığı olmayan para basımı anlamına gelmez. Enflasyona sebep olan para, çalışmayan insanlara emek üretmeyenlere verilen basılan paradır. Merkez bankalarının bağımsız olmasını istemelerinin de temel sebebi budur. Para basımını önlemek, böylece ihtiyaç duyulan paranın kendilerinden faizle alınmasını sağlamak. Neticede hem ülkelerin gelişimlerini engellemiş, hem o ülke emeğini hortumlamış hem de o ülkeyi kontrollerinde tutmuş oluyorlar. Merkez bankası hükümete bağlı olmalı ve her zaman dolaşımda üretim miktarı kadar paranın bulunmasını sağlamalı ki üretilen mallar satılsın ve üretim devam etsin. Bu ekonominin işleyişinin temel dinamiğidir. Yoksa tüketim azalır, sonucunda üreticiler üretimi kısar. İşçi çıkarılır. Devlet bastığı parayı memura, işçiye, emekliye maaş ve belli şartlar dahilinde üreticiye(hizmete değil, mal üretimine yani fiziki üretime) özellikle tarım ve hayvancılığa(çünkü tarım temel olup istihdamı yüksek sektör olup üretimden yüksek kar yapamadığı için kendi gelişimini, büyümesini sağlaması zordur.) verdiği faizsiz krediyle piyasaya sokar. Dolaşımdaki paranın azalması ise faizle olmaktadır. İnsanlar param durduğu yerde artsın diye faize yatırır. Böylece dolaşımda olması gereken para piyasadan çekilir. Bu paraları toplayanlar bu parayı devlete veya üretim yapacak olanlara yine faizle verir. Netice piyasadan para çekildiği için tüketim-üretim dengesi bozulur. Üretim yapacak olanlar yeni yatırımlarını faizli krediyle yapacakları için maliyet artar. Üreticiler bunu ürünlerin fiyatlarına yansıtır. Böylece enflasyon olur. Üretim topluma dengeli dağılmaz. Paradan para kazanmak yerine üretim yaparak kazanmak esas olmalı ve sermaye sahiplerini bu yönde teşvik edecek kanuni düzenlemeler yapılmalıdır. Yüksek mevduat sahiplerinden çok yüksek vergi alınması, yatırımlardan ise vergi alınmaması gibi. Dolaşımdaki paranın piyasadan çekilmesinin ikinci sebebi üretilen malları tüketiciye ulaştıran bazılarının yüksek oranlarda kar uygulamalarıdır. Böylece üretimi yapan kesimler kendi üretimlerinden az pay almakta hizmet üreten kesim asıl üretimi yapan kesimden çok kazanmakta ve para bunlarda toplanmaktadır. Mesela domatesi üreten tarlada bunu 100 birim paraya satıyor, bu ürün tüketiciye ulaştığında değeri 200-300 oluyorsa ki ülkemizde buna benzer durumlar çok yaşanmaktadır, burada aracılar, satıcılar haksız kazanç sağlamış olur. Bu durum gelir dağılımındaki adaletsizliğin temel sebeplerinden biridir.
Faizle borç sadece merkezi hükümetle ilgili değildir. Belediyelerin ve özel sektörün dışarıdan borç alması da aynı anlama gelir. Yani devlet öz kaynakları kullanarak ve para basarak bu ihtiyacı karşılamalı faizsiz olarak ihtiyaç sahiplerine kredi vermelidir. Borçlanacak olanlar yabancıya borçlanması yerine devlete borçlanmalıdır. Bu arada uluslar arası ticarette (sadece uluslar arası ticarette kullanılacak, ülke içinde yerel milli kağıt para kullanımı devam edecek) yapısı altına dayalı nitelikleri uluslar arasında ortak belirlenecek para kullanılmalıdır. Ancak böylece dünyanın ekonomik veya askeri gücü olan ülkenin kağıt parasıyla yani matbaada renklendirip alım gücüne kavuşturulan aslında hiçbir emeğin karşılığı olmayan kağıtlarla ülkelerin emeğinin, yer altı kaynaklarının bu ülkeye aktarımı yani sömürü engellenebilir. Bu kullanım aynı zamanda ülke ekonomilerini çökerten esasen sıcak para akışından kaynaklanan milli para birimlerinin aşırı değer kazanıp değer kaybetmesini de önleyecektir. Ülke içinde de altın para kullanımı enflasyonu, milli paranın değer kaybetmesini önler, görüşü yanlıştır. Altın para değerini kaybetmez ama dolaşımdaki para zamanla belli ellerde birikmeye başlar. Dolaşımda olması gereken para devletçe karşılanamaz ve böylece üretim kısılır, işsizlik olur ve zamanla ekonomi küçülerek çöker. Ülke içinde altın para kullanımı öncelikle çok büyük miktarlarda altın talebi doğuracak ve ilk etapta bunun üretimle karşılanması mümkün olmayacağı için var olan altının değeri aşırı yükselecektir. Bu da elinde altın bulunduranların yine haksız tüketim gücüne sahip olmalarını sağlayacak. Bunun haricinde altın para kullanımı yerleşince başka bir sorun çıkacaktır. Dış ticaret açığından veya yüksek kar yapanların veya toplumun genelinin yaptığı birikimlerinden dolayı dolaşımdaki para miktarı azalacak, devlet bu azalmayı kağıt parada olduğu gibi hemen karşılayamayacak ve üretimde durgunluk ve azalma ve sonuçta ekonomi gittikçe küçülecek ve çökecektir. Dış ticaret uluslararası ortak altın para ile yapılacak durumda değilse döviz hareketlerinin ülke ekonomisini olumsuz etkilemesi şöyle önlenebilir:
Ülkeye döviz giriş ve çıkışlarının milli paranın aşırı değerlenmesi veya aşırı değer kaybı önlenmelidir. Çünkü her iki durumda yerli üretimin maliyetleri artacaktır. Zira üretimdeki girdilerin bir miktarı dışarıdan bir miktarı içeridendir. Bu da satışları azaltacak. Satışlar azalınca işçi çıkarmalar olacak. İşsiz kalan insanlar tüketime katılamayacak. Bu zincirleme olarak üretimin azaltılmasına ardından işçi çıkarımına sebep olacak ve belli bir süre sonra ekonomi duracaktır. Dövizin değerlenmesi veya değerinin düşmesi üç sebepten olur. Birincisi içerideki faize dışarıdan sıcak para akışı olur. Döviz düşer. Sonra bu para çıkarken döviz aşırı yükselir. Bunun tek çaresi faizin kaldırılmasıdır. Ayrıca faizin dövizde bir değişime sebep olmadığı zamanlarda yine işsizliğe sebep olur. Faiz sebebiyle sermaye birikimleri yatırıma yönelmez. Kolay ve risksiz para kazanma yolu tercih edilir. İkincisi borsa denen gelişmiş kapitalistlerin ülkelerin kanını emmesini sağlayan sisteme bir düzenleme getirilmesi veya sadece yerliye açık olmasıdır. Çünkü kapital güçler borsa vasıtasıyla da ülkelere yüksek miktarlarda döviz akışı sağlayıp para birimlerinin değeriyle oynayıp ekonomileri amaçlarına göre yönlendirirler. Yine yerli sermayedarlar yatırım yerine borsaya yönelir ve işsizlik ortaya çıkar. Borsa yerliye açık da olsa şartları detaylı ve ince düşünülmezse faizin yaptığı gibi bir etki yapıp şirketin büyük ortağının(%51) spekülatif hareketlerle halkın birikimlerini kendine aktarması mümkün olmaktadır. Üçüncüsü dış ticaret açığıdır. Mesela 100 birim ihracat yapılıp 150 birin ithalat yapılırsa dövize talep yüksek olacağı için döviz yükselir. Bunun da tek çözümü devletin ithalata sınırlama getirmesidir. 100 birim ihracat yapılmışsa ancak 100 ithalat yapılabilir. Yani ürettiğimiz kadar tüketme hakkımız vardır. Böylece para birimlerinin değeri sabit kalır. Yani dövizin değeri devlet kontrolünde olmalıdır. İthalattaki sınırlamada ise öncelik sırası temel ihtiyaçlar(eğer ülke içinde üretilemiyorsa yiyecek, hammadde, uçak, silah, enerji gibi) ve üretimi arttıracak şeyler(üretim yapacak makineler gibi) şeklinde olmalı. Bunlardan sonra ithalat hakkının kalan kısmı diğer ürünlere, derece derece lüks durumlarına göre çeşitli ürünlere izin verilebilir. Bu uygulama gümrük vergisi uygulamasıyla ithalat ürünlerinin fiyatını yükselterek talebi düşürüp ticaret açığını dengelemekten farklı bir şeydir. Çünkü aynı uygulamayı dış ülkeler de bizim ihracat ürünlerimize yapacak ve ticaret açığı durumu değişmeyecektir. Burada ürünlerin fiyatlarına müdahale yoktur. Ülkenin ihtiyacına göre çeşit ve miktar sınırlaması vardır. Dış ülkelerin üretimlerinden daha çok yararlanmak istiyorsak biz de kendi ülkemizde daha çok üretim yapıp ihraç etmeliyiz. Üretimde özellikle miktarı az karı fazla olan üretimlere yönelmelidir. Yani sanayi ve teknoloji üretimine.
Tabi burada esas mesele halkın ekonomik refahının sağlanması olduğu için eğer mevcut sömürüyü yabancı şirketler değil de yerli şirketlerin güçlenip hatta dışa açılarak evrenselleşip, aynı şeyi yapması halk açısından bir şeyi değiştirmeyecek neticede yine halk fakirlik ve sefalet içinde sömürülmeye devam edecek, diye düşünülebilir. Fakat bu noktada şöyle bir durum var. Eğer mesele çağdaş batı merkezli kapitalistlerin yerini yerli kapitalistlerin alması olsa halk açısından bu durum doğru olurdu. Ancak burada zihniyet de kapitalist zihniyetten faklı, İslam'ın kendine mahsus sistemi olduğu için eğer bu sistem iyi uygulanırsa halkın sömürülmesi de önlenecektir. Bunun temel noktaları şunlardır. Çağdaş dünyadaki yoksulluğun temel sebebi üretimin yetmemesi bu yüzden bazı kişilerin sefalete mahkum olması değildir. Günümüzde üretim imkanları, teknikleri çok ileri gittiği için aslında üretim bütün insanların insanca yaşamasını çok rahat temin edecek ölçüde yüksektir. Mesele bu üretimin insanlara adaletli dağıtılamamasıdır. Esas üretimi yapan, yani çalışan kesime az pay düşmektedir. Bunun sebebi de kapitalizmin kendi mantığı içinde paraya sahip olanların değişik metotlarla üretimin büyük kısmını ele geçirmeleridir. Yani sömürü. İşte İslam bu dağılımdaki adaletsizliği en aza indirecek prensipler içerir. Bu en azın ölçüsü de üretime katılan herkesin üretimden ihtiyaçlarını insanca sağlayacak miktarda pay almasıdır. Burada üretilen mal ve hizmetlerin toplumun çok az sayıdaki kesimine gitmesine sebep olan temel noktaları tespit etmek gerekir.
Bunların başında faiz ve sadece kendini düşünme yani bireyciliğin yüceltilmesi gelir. İslam'da faiz kesin olarak yasaktır. Bireyciliğe, bencilliğe karşı da zekat ve infak emirleri vardır. Faiz emeği üretime katma aracı ve üretimin tüketilmesini sağlama aracı olan parayı piyasadan çektiği için ekonomiyi yavaşlatır. İşsizliği arttırır. Haksız kazanca sebep olur. Gelirin adaletsiz dağılımının temel sebebidir. Toplumun düşük ücret alan kesimiyle yani çoğunluğuyla diğer kesimin arasında kine, düşmanlığa sebep olarak toplumsal huzuru bozar. Ayrıca İslami düşünüşte dünyanın amacı esasen ahireti kazanmak olduğu için kimsenin hakkına girmemek, dünyaya aşırı bağlanmamak, zevkleri yüceltmemek, aşırı ve keyfi tüketim yerine ihtiyaç merkezli tüketim esastır. Üretim tekniklerinin gelişmesinden dolayı herkes ihtiyacından çok fazla tüketebilecek üretimlere ulaşılsa bile bu dünyanın kaynaklarının heba edilmesi olup gelecek nesillerin hakkının şimdiden kullanılması anlamına gelir. Yani israf. Yani haram. Tüketim ihtiyaç merkezli olunca üretim yetersiz kalmaz. Yani maliyet haricinde arz yetersizliğinden kaynaklanan fiyat artışı olmaz. Ayrıca bireycilik olmadığı için, sınırsız maddiyata sahip olma düşüncesi olmadığı, ihtiyaç merkezli hayat esas olduğu için üretici ve satıcılar yüksek kar yapma düşüncesinde olmayacak. Böylece asıl üretimi yapan işçinin üretimden daha çok pay alması sağlanarak gelir dağılımındaki adaletsizlik önlenmiş olacaktır. Kar, kazanma hırsı birikime ve üreticileri yeni yatırımlara sevk eden bir unsurdur. Bu yüzden özellikle üretim yapanlarda olması gerekir. Buradaki ifade en azından üreticilerin çalışanlarına imkanları nispetinde insaflı ücret vermeyi ifade eder. Ayrıca satıcılar da yani esasen üretmeyen, üretimin dağıtımına aracılık edenler aynı düşüncede olsa satışlardaki kar marjlarını belki yüzde yirmi, otuz kırk hatta yüz iki yüz gibi yüksek oranlardan üçlere beşlere indirecekler. Yine aynı şekilde ev sahipleri zaten ekstra kar olan kira miktarlarını makul tutacaklar. Böylece mesela 100 lira harcayan bir aile yetmiş, seksen belki otuz, kırk harcayacak. Böylece alım güçleri artacak. Halkın temel ihtiyaçlarının karşılanmasındaki bu hizmetlerden istekli olarak kar oranları uygun seviyelere inmezse devlet bunu sağlayacak gerekli kanuni düzenlemeleri yapabilir. Bu sınırlamalar sadece üretilen malın tüketiciye ulaştıran aracılarla ilgilidir. Bizzat üretim yapanların ürettikleri ürünlere kar koymalarında bir sınırlama olmaz. Aksi durum üretimin düşmesine sebep olur. Aşırı kar ile üretime devam edebilenler bunu piyasa şartlarında istedikleri gibi devam ettirebilirler. Yeni yatırımlar zaten karı yüksek olan alanlara yapılacağı için üretim karı yüksek olanlar rekabetten dolayı kar oranlarını mecburen düşürme yoluna gidecektir. Bu prensip yatırımı teşvik eden, dolayısıyla piyasaya daha çok malın girmesine sebep olacak temel bir prensiptir. Sosyalizmde üretim araçları tamamen devletin elinde olduğu için kişisel gelişim tam ortaya çıkamıyor ve gelişme yavaşlıyor. Fakat kapitalizmdeki şahsi teşebbüs hürriyeti kontrolsüz olunca gelişim hızlı olsa da sermaye sahipleri çalışanları eziyor. Anlaşılıyor ki devlet ne ekonomiyi tamamen elinde bulundurmalı ne de tam serbestiyet vermelidir. Tam doğru bir ifadeyle ekonomide denetleyici ve yönlendirici olmalıdır.
Üretim mallarının saklanarak, arz yetersizliğinden dolayı fiyatların yükselmesi böylece oluşan haksız kazanç da yasaktır. Asıl olan üretimin arttırılması ve üretilen malların en kısa yoldan halka ulaştırılmasıdır. İşte devletin asıl görevi de bunları sağlayacak düzenlemeleri yapmaktır. Neticede üretimden en düşük payı alan kesimler insanca yaşayacak imkanlara sahip olacaktır. Bunun ötesinde bireysel kabiliyet ve yapılan işin niteliğinden dolayı zenginlik derece derece olacaktır. Artan bu zenginlik devlete de yansıyacak. Bu imkanlar da yine Allah'ın Kur'an'da ifade ettiği İla-yı kelimetullah, emr-i maruf yolunda kullanılacak ve İslam daha çok insana tebliğ edilecek, daha çok insan müslüman olarak dünya ve ahiret saadetine kavuşacaktır.
Son olarak: "İslam; liberaliz ve kapitalizm, faşizm, sosyalizm ve komünizm gibi bugüne kadar tatbik mevzuu olmuş içtimai ve iktisadi fikirlerin her birini, hiçbirine üstünlük vermeden masaya oturtur ve onlara şöyle karşılık verir: "Her birinizin bütünü kucaklayamadan, ayrı ayrı ve parça parça haklarınız ve hakikatleriniz vardır. Her birinizin ayrı ayrı ve parça parça arayıp da bulamadığınız hakikat birer bütün halinde İslamiyet'tedir." (N.Fazıl)
İslamiyet insanın her ihtiyacına tam ve en mükemmel cevap veren, her şeye kafi bir sistemdir. Çünkü sistemin prensiplerini belirleyen sonsuz güç ve kudret sahibi her türlü eksiklikten münezzeh olan, insanı, hayatı ve kainatı yaratan Allah'tır. Bu yüzden İslam'da hiçbir eksiklik bulunmaz.
Kullanılan ve Alıntı Yapılan Kaynaklar:
* İdeolocya Örgüsü - Necip Fazıl Kısakürek (Büyük Doğu Yayınları)
* Çağdaş Kavramlar ve Düzenler - Ali Bulaç (İz Yayınları)
* İslam Dünyasında Düşünce Sorunları - Ali Bulaç (İz Yayınları)
* Batılılaşma İhaneti - Mehmet Doğan (İz Yayınları)
* Yeni Dünya Düzeninin Sefaleti - Rasim Özdenören (İz Yayınları)