Hükümetin Demokratik Açılım konusundaki yaklaşımını şöylece özetleyebiliriz: Bu bir süreç. Kısa vadede, orta vadede ve uzun vadede yapılacak işler var. Kısa vadede, Kürtçe isimleri değiştirilen yerleşim yerlerine eski isimlerinin iadesi, Kürtçenin okullarda seçmeli ders olarak okutulması, üniversitelerde Kürdoloji bölümlerinin açılması gibi adımlar atabiliriz, ama PKK'ya af çıkaramayız"
Meselenin bir kalemde, bütün boyutlarıyla, tamamen çözülmesi elbette mümkün değil. Demokratik Açılım'ın bir süreç olduğunu söyleyen Başbakan Erdoğan'ın hakkı var. Fakat süreci 'af yok' diyerek başlatmak çok yanlış olur. O kadar yanlış olur ki, bütün süreci tehlikeye sokabilir.
Silahların gölgesi altındaki bir çözüm süreci sağlıklı işlemez. Silahları susturmak lazım. PKK'nın "Silahlı mücadeleyi bıraktık" demesi için gerekli adımları atmak lazım. Bunun için de, PKK'yı doğuran şartların kesinlikle tarihe karıştığını ortaya koyan bir deklarasyonla beraber, silah bırakan PKK'lılar hakkında hiçbir adli işlemin yapılmayacağını ve bunların sicillerinin tamamen temizleneceğini ilan etmek lazım. Lider kadronun da bu uygulamaya dahil edilmesi veya bunlara belli şartlarda (bir süre için Avrupa'da ikamet gibi) takibattan kurtulma garantisi verilmesi- lazım. Abdullah Öcalan konusunda da 'tansiyon düşürücü' bir perspektif sunulmalı.
"Af" ve "Etkin Pişmanlık" gibi ifadelerin geçmediği bir "Barış Yasası" çıkarmak, kısa vadede yapılması gereken işlerin başında geliyor. Kısa vadede bundan başka hiçbir somut iş yapılmasa (sadece yukarıda mezkûr deklarasyonda bulunulsa) bile, hükümetin mevcut kısa vade programından daha faydalı, daha bilgece bir siyaset sergilenmiş olur.
Deklarasyona gelince"
Daha önce de yazdığım gibi; cumhurbaşkanı, "Barış Yasası"nın yürürlüğe girdiği gün, en üst düzey askeri yetkililerin ve yüksek yargı üyelerinin de izleyici olarak hazır bulunduğu olağanüstü bir Meclis oturumunda şöyle bir konuşma yapacak:
"Sevr'in gölgesinde kurulan devlet, derin korkulardan mustaripti. Bu korkular devlete vahim hatalar yaptırdı. Farklı ırkların ve dillerin varlığı bir zenginlik olarak görülmedi, tehdit gibi algılandı. Jakoben anlayışla gerçekleştirilen bir toplumsal mühendislik projesiyle rejimin ideolojisine uygun tek tip insan yetiştirilmeye çalışıldı. Güneydoğu Anadolu'da Kürtleri isyanlara sevk eden ağır tahrikler oldu. İsyanları bastırmak adına büyük kıyımlara yapıldı. Bölge halkının bilinçaltına devlet düşmanlığı kazındı. Bu büyük bir trajedidir ve bu trajedinin başlıca sorumlusu devlettir. Son çeyrek asırdır yaşanan trajedinin temelinde de devletin vahim hataları yatıyor. PKK'yı doğuran şartları devlet kendi elleriyle hazırladı. 40 insanımızın hayatına mal olan savaşın temelini devlet kendi elleriyle attı. "Kürdüm diyenin yüzüne tükürün!" kampanyası, Kürtçenin sokaklarda bile yasaklanması, Diyarbakır Cezaevi'nde Kürt kimliğinin sistematik işkenceyle ezilmeye çalışılması, insanların bir köpeğe tekmil vermeye dahî zorlanması, hülasa insanlık haysiyet ve şerefine amansızca taarruz edilmesi pek çok Kürt'ü devlet düşmanı yaptı. Bir dönem bölge halkının kahir ekseriyeti devletle bütün köprüleri atma noktasına geldi. Bunda, PKK ile mücadelede başvurulan bazı hukuk ve insaf dışı uygulamaların da büyük etkisi oldu. Masum insanlar 'derin devlet' güçleri tarafından vahşice katledildi, köyler yakıldı, insanlara pislik yedirildi" Velhasıl, devletin hataları bir 'Kürt Sorunu' doğurdu ve bu sorun zaman içinde ayyuka çıktı. Şimdi, Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı olarak, devletin başı olarak, ordunun başkomutanı olarak geçmişteki bu hatalardan pişmanlık bildiriyor, bunların geçmişte kalacağını taahhüt ediyor, devletin incittiği herkesten devlet adına özür diliyor ve adaleti, barışı, kardeşliği ihya edecek yepyeni bir Türkiye müjdeliyorum. Bu yepyeni Türkiye'de insanlara hiçbir kimlik, hiçbir ideoloji zorla kabul ettirilmeye çalışılmayacak. Bu yepyeni Türkiye'de insanlar kendilerini nasıl tanımlıyorlarsa öyle kabul edilecekler. Bu yepyeni Türkiye'de Kürt'ün adıyla sanıyla Kürt olarak anılmasında zerre kadar tereddüt gösterilmeyecek. Bu yepyeni Türkiye'de çokluk içinde birliğin izi sürülecek. Bu yepyeni Türkiye'de klasik ulus devlet anlayışı dahil her türlü sistem meselesi masaya yatırılarak özgürce tartışılacak. Yapısal sorunlarımızın derinliği yüzünden tartışmalar ister istemez şiddetli geçecektir, ama şiddet inşaallah hep sözde kalacak. Silahlar konuşmayacak artık, savaş olmayacak. Herkes kendini emniyette hissederek konuşacak. Dağlarda, cephelerde, mahkeme salonlarında, zindanlarda değil, Meclis'te, basında, sivil toplum platformlarında konuşacak. İnandığı gibi, içinden geldiği gibi, özgürce konuşacak. Yeni bir sayfa açtık. Önümüzde bembeyaz bir sayfa duruyor. O sayfaya ne yazılacaksa hep beraber yazacağız. Sözünü ettiğim yepyeni Türkiye'yi hep beraber kuracağız; tartışarak, uzlaşarak, bir orta yol bularak" Allah yâr ve yardımcımız olsun."
Böyle bir deklarasyonla beraber gelecek bir "Barış Yasası"ndan sonra ancak ondan sonra- neyin nasıl ve ne kadar yapılabileceğini doğru dürüst tartışabiliriz. Yapılanların hayrını da ancak o zaman görebiliriz