Kürtajı Diyanet konuşmayacak da, kasaplar mı konuşacak?

Hasan Karakaya

 
Bazı "kıt beyinli"lerin düşünemediği veya düşünüp de dile getirmek istemediği gerçek şudur: "İlk insan Hz. Adem"den bu yana, insanoğlunun bütün hayatına yön veren, "sağlık"tan "sosyal" hayata, "ikili ilişki"lerden "yeme-içme"ye ve hatta "uyuma"ya kadar, 24 saatini düzenleyen, hayatın bütün evreleri hakkında "kural" koyan, "hüküm" veren "din"dir!..

Son din "İslâm"da da böyledir, "Hıristiyanlık" ve "Musevilik"te de böyledir.

Daha açık ifadesiyle;

"İnsanlığın doğuşu"ndan bu yana gelmiş-geçmiş "bütün dinler" insan hayatını kuşatmış ve onun "doğumdan-ölüme" kadar geçer süreçteki "attığı her adım"ı tanzim etmiştir.

Uzun lâfın kısası;

İnsanoğlunun; gerek "yazılı" olarak, gerek "sözlü" olarak koyduğu kuralların tamamı "din kaynaklı"dır, "din refenaslı"dır...

"Anayasa" ve "yasa"larda "suç" olarak tanımlanan "eylem ve söylem"lerin büyük çoğunluğu aynı zamanda "günah"tır!..

İnsanoğlu, hangi eyleme "suç" demişse, o aynı zamanda "günah"tır!..

KURALI, YARATAN KOYAR!

Şimdi, ortada böyle bir gerçek varken, hiçbir şahıs, ortaya çıkıp da; "Bu işe din niye karışıyor?.. Din işleri ayrı, dünya işleri ayrı" diyemez!..

Diyen de, "embesil"dir!..

Zira, "insanı yaratan" Cenab-ı Allah, onun için neyin iyi, neyin kötü olacağını da en iyi bilendir... Kuralı da, "Yaratan" koyar!..

Nasıl ki;

Bir "otomobil" veya "eşya" alırken yanında "kullanma kılavuzu" veriyorlar ve bizler "kılavuzda yazılanlara" riayet ediyoruz, "insan"ın kılavuzu da "dini kitaplar"dır!..

Müslümanın Kur'an,

Hıristiyanın İncil,

Musevinin Tevrat...

"Din"lerin ortak noktası, insanları; "doğruluğa, güzelliğe ve iyiliğe davet" etmesi, "kötülük ve ahlâksızlıklardan men etmesi"dir!..

Hâl böyle iken;

Kalkıp da; "Bu işe din ne karışır?" demek, tek kelimeyle "angut"luktur.

Sen, eğer "insan" isen,

Din, elbette karışacak!..

Sana "doğru"yu gösterecek ki, başka insanlara zarar vermeyesin!

DİYANET'İ KİM KURDU?

Hele hele;

CHP'li Akif Hamzaçebi ve adını yeni duyduğum CHP Genel Başkan Yardımcısı Perihan Sarı gibi; "Türkiye laik bir ülkedir... Laik bir ülkede hukuku dinî kurallara göre düzenleyemezsiniz!.. Diyanet İşleri Başkanı kürtaj konusunda niye konuşuyor?.. Diyanet; anayasa ve yasalarla belirlenmiş olan yetkisi dışına çıkamaz!" diyenler var ki, sormak lâzım kendilerine;

"Anayasa ve yasa dediğiniz ne ki?.. Onların kaynağı da dini kurallar değil mi?"

"Dini bir mevzu"nun konuşulduğu bir yerde de, elbette "Diyanet" girecektir devreye!..

Ne yani;

"Kürtaj" gibi "dini bir mevzu"da Diyanet İşleri Başkanı konuşmayacak da, "Mal Müdürü" mü konuşacak?..

Neymiş;

"Diyanet İşleri Başkanı, bu konuda açıklama yapmaya yetkili değil"miş!..

Peki, kim yetkilidir?..

CHP'li Akif Hamzaçebi ve Perihan Sarı'nın konuşmasında "adres" yok, ama "kürtaj" meselesi, "anne rahmindeki bebeği kesme, biçme, doğrama ve koparma" meselesi olduğuna göre; bu işin uzmanları, herhalde "kasap"lar olmalıdır!..

Evet, evet;

"Kürtaj" konusunda konuşması gereken tek meslek erbabı, "kasap"lardır!..

Dedik ya; "kesme, biçme, doğrama" işlerinin erbabı "kasap"lardır!..

Bu işten "Diyanet İşleri Başkanı" ne anlar?!?.. Hayatında, eline "bıçak" alıp da, et mi doğramış?..

Ya da, eline "kürtaj aleti"ni alıp da, anne rahminden bebek mi kazımış?!?..

O halde, niye konuşuyor ki?..

Tamam; Akif Hamzaçebi ve Perihan Sarı, farzedelim ki, doğru söylüyorlar...

Yani Diyanet "açıklama" yapmasın, "fetva" da vermesin!..

İyi ama, sorarlar adama;

Diyanet, 3 Mart 1924 tarihinde kurulmadı mı?

Kurduran da; CHP'yi de kuran Mustafa Kemal Atatürk değil mi?..

Peki, siz nasıl CHP'lisiniz ki; hem "Atatürk'ün kurduğu parti" olmakla övünürsünüz, hem de "Atatürk'ün icraatı"na karşı çıkarsınız?..

Ne yani;

Milli Mücadele yıllarında "fetva"lar yayınlamak "Diyanet'in görevi"dir de, "kürtaj" konusunda görüş açıklamak "görev dışı" bir iş midir?..

Ohh ne alâ memleket!..

Atatürk döneminde "baştacı" olan Diyanet, şimdi "tu kaka" ilân edildi, iyi mi?..

Benim kafam karıştı...

Ya bunların "Atatürkçülük"leri çakma ya da Atatürk "CHP'li" değildi!..

ATATÜRK BİLMİYOR MUYDU?

Ben, şunu da düşünüyorum:

Diyanet İşleri Başkanlığı, hem de Atatürk'ün talimatı ile 3 Mart 1924'te kuruldu... Artık, "elden-ayaktan düşmüş" ve "ağır hasta" olsa da; aynı Atatürk, 5 Şubat 1937'de de, laikliği ilân etmiş ve kabul ettirmiştir!..

Peki, "laik" bir ülkede "Diyanet İşleri Başkanlığı" gibi bir kuruluşun "olmaması" gerektiğini Atatürk bilmiyor muydu?..

Hem laik bir ülke!..

Hem de Diyanet!..

İkisi bir arada olmaz!..

Bunu, elbette Atatürk de biliyordu ama Diyanet'in bulunması işine geliyordu ve bu yüzden 1937'de laikliği ilân etti ama Diyanet'i kaldırmadı!..

Demek oluyor ki; "Diyanet'in varlığı laikliğe aykırı değil!"

Aksini iddia eden varsa, buyursun Atatürk'e dil uzatsın!..

Sonra da, görsün anasının hörekesini!..

Diyanet'in varlığı "laikliğe aykırı görülmediğine" göre, bu da demektir ki, Diyanet İşleri Başkanı'nın konuşmaları da laikliği ilgilendirmez!..

Öyle ya;

"Halkı Müslüman bir ülke"de, insanlar "dini kurallara" göre hareket ederken, "sonradan çıkma" laikliğe uymak zorunda değil ki?..

Hem sonra;

"Laiklik, din işleriyle dünya işlerinin birbirinden ayrılmasıdır... Din işlerine devlet karışmayacak, devlet işlerine de din karışmayacak... İşte laiklik budur!" diyen sizler değil misiniz?..

"Kürtaj" meselesi, elbette "dini bir konu"dur... Dolayısıyla, Diyanet İşleri Başkanı'nın, bu konuda konuşması gayet normaldir!.. Peki, "dini" bir mevzuda, "laikçiler" niye konuşuyor?..

Hani; "din işleri ile dünya işleri ayrı"ydı, hani "herkes kendi işine bakacak"tı?..

Bu konuda, asıl "susması" gerekenler "Diyanet"çiler değil, "laikçi"lerdir!..

Ne yani; bir bebeği dünyaya getirmek nasıl ki sizin elinizde değildir, onu öldürmeye de hak ve yetkiniz yoktur!..

BEDEN SENİNSE!

Haa; "Beden, benim bedenim!.. İster doğururum, ister aldırırım... Bu işe devlet ne karışır?" diyen hanımlara da bir çift sözümüz var;

Beden senin bedenin ise; kocandan "dayak" yediğinde niye "polis"i arayıp da "İmdaaat" diyerek "yardım" istiyorsun?..

Öyle diyorsun ya;

"Arkadaşımın bedeni,

Arkadaşımın kararı,

Sana ne?"

Tamam da, sorarlar adama;

"Kürtaj" olmak istediğinde "Devlet karışmasın" diyen o arkadaşın, "dayak" yediğinde niye "devlet"e sığınıyor?..

Bırakalım, kendi halletsin!..

Bunu nasıl demiyorsak, "kürtaj" konusunda da, bir devlet kuruluşu olan Diyanet'in "açıklama" yapmasına hiçbir şey diyemeyiz..

Haa, şunu da söyleyelim:

Diyelim ki; herhangi bir konuda karar vereceğiz... İyi de "neye göre" ve "kime göre" karar vereceğiz?..

"Dinin emirleri"ne göre mi,

"Pozitif-Laik hukuk"a göre mi?..

Yani, öyle ya da böyle; birinden birini "referans" alacağız!..

İyi de;

"Asıl"lar dururken "fotokopi"lerle, "orijinal" dururken, "çakma"larla niye meşgul oluyoruz ki?..

"Bütün referanslar"ın dayandığı tek kaynak, elbette "din"lerdir!.. "Dinin koyduğu kurallar" dışında, insanoğlunun her kuralı "yapma"dır, "sahte"dir, "fotokopi"dir, "çakma"dır, "tel maşa"dır!..

"Deist"ler, "agnostik"ler, "ateist"ler, "Marksist"ler, "Leninist"ler, "Maoist"ler veya "laikist"ler, "insanın yaratılmış olduğu gerçeği"ni istedikleri kadar inkâr etsinler, Hz. Adem (as)'den bu yana insanoğluna yön veren tek amil, "din"lerdir!..

"Din"in hüküm sürdüğü bir toplumda da, "Diyanet" ve benzeri bir kurum elbette olacaktır!..

Herkes haddini bilsin!..

Şirretliğin de bir sınırı var!..

 


Seçilmiş Başkan, atanmış Başbakan!

Gazetelere ve televizyonlara bakarsanız; AK Parti Grup Başkanvekili Nurettin Canikli'nin 'sistemin normalleşmesi' için önerdiği atanmış başbakan tartışması sürüyor...

Önerisi için Fransa modelini örnek gösteren Canikli, "Artık cumhurbaşkanı halkın oylarıyla seçilecek. Yapılması gereken, başbakanlık sisteminin buna uygun hale getirilmesi. Başbakanı halk seçmemeli, atanmalı" demişti..

Aslında; Canikli'nin bu önerisi, hiç de "yeni bir şey" değil...

Türkiye'de uygulanan sistem, "Parlamenter Sistem"in de ötesinde "Yarı Başkanlık Sistemi"dir!..

Zaten Anayasa Hukuku Profesörü Ergun Özbudun da aynısını söylemektedir: "Türkiye'de yarı başkanlık ile parlamenter sistem arasında melez bir yapı var. Cumhurbaşkanı'nın yetkileri geniş. Başbakan'ı atama ve Bakanlar Kurulu'na başkanlık etme gibi yetkileri zaten var. Tek sıkıntı güvenoyunda olur. Atadığı kişi güvenoyu alamazsa geniş yetkili Başkan prestij kaybına uğrar."

Dolayısıyla, "Seçilmiş Başkan, Atanmış Başbakan" formülü, hiç de yadırganmaz... Çünkü, "fiili uygulama" zaten böyle!..

Bence, "Seçilmiş Başkan, Atanmış Başbakan" formülünün yanına, "Genel Başkan" formülü de eklenmelidir... Evet, "Başkan Erdoğan"; aynı zamanda hem "Başbakan"ı atamalı, hem de "Genel Başkan"lığı sürdürmelidir.. İşte yenilik budur!..

yeniakit