Hele de bunlar, günlük hayatta sık sık tekrarlanan isimlerin kısaltması olursa..
Günlük hayatımızda, etrafımızda, TBMM, TCDD ve PTT"den tutunuz da, AYM, HKSY, EGO; İETT"ye ve SGK"ya varıncaya kadar yığınla kamu kurum ve kuruluşlarını görürüz.
Günlük hayatımızdaki bu gibi yığınla kısaltmalara, başta siyasî partilerin ve ülke çapında bilinen kamu veya özel kurumlarının ya da ideolojik gruplaşmaların, derneklerin isimlerini de ekleyebilirsiniz. Ki, bu kısaltmaların açılımlarının ne olduğunu da çoğumuz bilmeyiz bile.. Mesela, PKK"nin de, gerçekte, "Partiye Kargeriye Kurdistan (Kürdistan İşçi Partisi)"nden geldiği de genelde bilinmez.
Bunları tekrar hatırlamak ihtiyacı niçin mi duyuldu?
Gün oldu, PKK de, Türkiye Cumhuriyeti yerine "TC" kısaltmasını kullanmaya başlayınca bu kez, bazıları,; T.C. kısaltması yapılmasından rahatsız olmaya ve bu kısaltmadan istifade edenleri, "Nasıl olur da T.C. dersiniz? PKK ağzıyla konuşmaktasınız.." diye suçladılar.
*
Ve daha sonra ise..
Sağlık Bakanlığı"nın yazışma kağıtlarında veya bazı hastanelerin tabelâlarında, "T.C." kısaltmalarına yer verilmediği görülünce, ortalığa bir velvele verilmeye kalkışıldı, belli çevrelerce.. Halbuki, daha düne kadar T.C. kısaltmasından istifade edenler, "PKK ağzıyla konuşmak"la itham ediliyorlardı.
Yeni Sağlık Bakanı da, koparılan bu gürültü karşısında, paniklercesine, "Benden önceki Bakan zamanına aid bir tasarrufmuş.." gibi tuhaf ma"zeretlere sığınmak ihtiyacını duydu.
İncir çekirdeğini doldurmayacak mes"elelerin bir toplumun gündemine nasıl getirilebildiğinin, bir kamuoyunun ve bir toplumun nasıl şekillendirilip güdülebildiğinin ilginç bir örneği..
*
Bir diğer konu..
Bayrak mes"elesi..
Toplumda öyle bir bayrak fetişizmi geliştirilmiş ki, bayraklar, âdetâ kutsal bir sembol/ nesne imiş gibi addediliyor.
Halbuki, bayrakların, devletin hâkimiyetini sembolize etmekten başka bir mânâ ve değeri yoktur. Kendisini devletin yanında veya devleti kendi yanında göstermek isteyenlerin bütün bir topluma bir laik-kutsal olarak kabul ettirilmiş olması tuhaf değil mi? Öyle ki, o bayrakların en karanlık ve en ahlâksız işlerin yapıldığı yerlerde, M. Kemal fotoğraflarıyla birlikte bulundurulması bir ayrı traji-komik durum..
Birileri bu hassasiyete karşı çıktı mı, hemen, "O türk bayrağıdır, o kutsal bir bayraktır! Onun kırmızılığı, şehidlerin kanındandır!" gibi itirazlar sökün eder..
Kaldı ki, türk kavminin/ kavimlerinin kendilerine özgü bir bayrağı yoktur. Bugünkü TC. bayrağı, sadece TC. devletinin bayrağıdır. Vatandaşlarının çoğunluğu türk kavminden olan Kazakistan ve Kırgızistan gibi ülkelerin bayrakları, TC. bayrağına hiç benzemez ve hilâl işareti taşımadıkları görülür.
Ama, Malezya"dan, Pakistan, Tunus, Libya ve Moritanya"ya kadar, halkları türk kavminden olmayan müslümanların ülkelerindeki bayraklarında da, hilâl vardır.
Demek oluyor ki, hilâlli bayraklar, müslümanların ortak sembollerinden birisi olarak, özellikle Haçlı Seferleri"nden, yani 900 yıla yakın bir geçmişten bu yana, karşımızdaki düşmanların HAÇ işaretine mukabil müslümanları temsil ettiği kabul olunan bir semboldür ve bunun da bir kudsiyeti yine yoktur. Osmanlı döneminde de değişik renklerde hilâlli bayraklar vardı. Bu semboller elbette ki, tarihî sembollerdir; ama, tarihî olmak, kutsal sayılmak için bir gerekçe sayılamaz..
Kaldı ki, Hz. Peygamber (S) ve Khulefâ-y"ı Râşidîyn döneminde, müslümanların değişik renklerde ve üzerinde "Lailaheillallah" yazılı bayraklarının olduğuna dair bilgiler vardır, bazı kaynaklarda..
Mevcud T.C. bayrağının da elbette bir geçmişi vardır. Bugünkü bayrak, 1936 yılında bir kanunla kabul edilmiştir ve türk bayrağı demekle türklerin bayrağı olmaz. Bu bayrağa, türk bayrağı demekle, türk bayrağı sayılması; latin harflerine türk harfleri demekle, o alfabenin türk alfabesi sayılması gibi komik bir durum çıkarır ortaya..
Bu bayrak da, nihayetinde, Türkiye Cumhuriyeti"nin bayrağı olup, bu devletin hâkimiyetini ifade eden bir tarihî ve resmî semboldür. Ama, illâ da türk(lerin) bayrağı diye tutturulursa, türk kavminden olmayanların da başka bayraklar icad edip kutsamalarının yolu açılmaz mı, o zaman.. Ki, açılmıştır da esasen..
Maksadımız, bayrağı önemsizleştirmek değildir ve elbette ki önemlidir; ama, onun kutsallaştırılmasının, fetiş haline getirilmesinin yanlışlığına dikkat çekmektir.
Bu gibi konular konuşulmaya başlanınca, birileri de, "Bu, İslam bayrağıdır. Geçmiş yüzyıllarda da böyleydi.." deyip, şiir okumaya bile başlıyor: "Bayrakları bayrak yapan, üstündeki kandır; Toprak, eğer uğrunda ölen varsa, vatandır.." diye..
Hele bu, "Bayraktaki kırmızı rengin şehid kanından geldiği" söylemi, çocukça bir yakıştırmadan ibarettir ve illâ da kan rengi denilecek olursa, dünyadaki 200"ü aşkın devletin bayraklarında kırmızı rengin bulunmadığı ülke sayısı, 30"u geçmez. Demek ki, hemen bütün halkların orduları da, savaşlarda, bayraklarının, sembollerinin altında savaşırlar ve onlar da bayraklarına kanlarıyla renk verdiklerini düşünebilirler.
Aynı şekilde, "Toprak, eğer uğrunda ölen varsa vatandır.." mısraı da şairâne laftan ileri bir mânâ ifade etmez. Çünkü bir toprağı ele geçirmek üzere ölenlerin herbirisi de, orayı vatan yapmak gibi bir iddiayla savaşmaktadır. Ama, konunun bu tarafı düşünülmezse, o sözün geri dönüp, bir bumerang gibi, sahibini vurduğu görülür. Çünkü, başkaları da, bir toprağa hâkim olmak için ölümü göze alıyor ve bu düşünceyle savaşıyordur..
Bir müslüman nazarında ise vatan, inandığı değerlerin hayata hâkim olduğu topraktır.
Ama, bu gibi konulara değinildiğinde, bazıları, "o zaman, bizim değer olarak bildiklerimizin hiç bir temelinin olmadığını söyleyeceksiniz.." korkusuna kapılıyorlar.. Halbuki, bir müslüman için, "kutsal" olan, Allah ve Resulü"nün "kutsal" olduğunu bildirdikleridir. Ve sahte- uyduruk /kutsallar, gerçek kutsalların en büyük düşmanlarıdır. Bir takım uyduruk kutsalların, uzun zaman dilimlerine yayılan bir geçmişinin olması ile, onların uydurukluğunda bir değişiklik meydana getirmez.
*
Böyleyken.. Düşünebiliyor musunuz, yurt dışındaki ve hiçbir resmî niteliği olmayan toplantılarda bile, o ülkelerde yaşayan insanlarımız, bayrağı adetâ bir kutsal nesne imişçesine sahiplenip, proğramlarını "İstiklâl Marşı" okuyarak başlatmayı bir teamül haline getirmiş bulunuyorlar. Ki, bu gibi toplantıları tertibleyen niceleri de, artık, (T.C. değil) bulundukları ülkenin vatandaşlığı"nı da kazanmış kimselerdir.
Hattâ Paris, Berlin,Köln, Brüksel gibi şehirlerin ana meydanlarında, hele de Türkiye takımlarının maçlarının olduğu günlerde, kalabalıkların arasında omuzlarından aşağı kocaman bir TC. bayrağı sarkıtarak gezinen insanların var olduğunu düşününüz.. Benzer bir duruma, bu insanlar kendi ülkelerinde kesinlikle karşı çıkarken, kendilerinin o tavrıyla birilerinin rahatsız edip etmediklerini düşünmek bile istemezler.
*
Ahh, bu komikliklerden, soytarılıklardan..
Ve "türk olmak" konusu..
Hiç kimse kendi kavmini, anne-babasını, ırkını, rengini, cinsiyetini, doğduğu aile ve sosyal çevresini, coğrafyasını, zaman ve mekânını kendisi belirlemedi.. türk kavmi de yığınla kavimlerden birisi.. Sunnetullah"ın bir takdiri..
Bütün kavimler gibi, türk kavmi üzerine, bir takım üstünlük veya düşkünlük iddiaları veya teorileri ileri sürülemez..
İslam bize, "arab olanın, arab olmayana, arab olmayanın da arab olana üstünlüğünün asla sözkonusu olamıyacağını, üstünlüğün ancak Allah"ın koyduğu kurallara riayet etmekten, taqvâ ve fazilet sahibi olmaktan geçtiğini" bildirmektedir.
Ama, ilahiyatçı prof.larımızdan bazıları bile, ekranlara çıkınca, türk kavminin yüceliğinden, üstünlüğünden söz etmeyi bir türlü terkedemiyorlar. Halbuki, hiç kimse kavminden dolayı yüce veya alçak yaratılışlı değildir ve bazı kavimleri, ırkları, renkleri diğerlerinden üstün veya düşük gördünüz mü, siz aslında insanlık anlayışı açısından yoz bir noktadasınız demektir..
*
Bir arkadaş anlattı..
"Bruksel"de navigasyonumun da kafası karıştı, yol soracağım. Birisinden yardım almak zorundayım. O civarda bulunan birisini gözüme kestirdim, Anadolu insanı havası var.
Camı indiriyor ve "Türk müsünüz?" diye soruyorum, türkçe olarak..
Karşımdaki kişi, bir an duraklıyor ve o da türkçe olarak karşılık veriyor: "Hayır türk değilim, kürdüm.." diyor ve şaşırıyorum. Benim kasdım gerçi onun kavmini sormak değildi, ama, bir yanlış yapmıştım, herhalde..
-Kardeşim her ne olursan ol, türkçe biliyorsun ya, bana şurayı tarif et, geç kaldım..
-Tamam hemşehrim.. Ama, sen bana kavmimi sordun, türkçe bilip bilmediğimi değil.. Türkçe biliyor musun?" diye sorsaydın, cevabım başka olurdu."
Haklı olup olmadığını sonra düşündüm.. Galiba haklıydı.. demektin kendimi alamadım.."
Hele de kavmiyet duygusunun bir aslî kimlik derecesine yükseltilmeye çalışıldığı bir zaman diliminde, karşımızdakine "türk müsün?" diye değil, "türkçe biliyor musun?" diye sormak çok mu zor?
17 Nisan akşamı HT"de, bir proğramda, İzmir Belediye Başkanı A. Kocaoğlu, son "Çözüm Süreci" konusunda İzmir"den aykırı seslerin yükselmesine izah getirmeye çalışıyor ve,
"Bir insana, bir şehre, faşist veya daha başka yakıştırmaları yaparsanız, oradakiler de, kendilerinin farklı anlatma eğilimine girebilirler.." diyordu.
Sosyal psikolojide, kitlelerin yönlendirilmesi, ve davranışların, tepkilerin şekillendirilmesinde ilginç bir durum..
İşte böyle.. Siz insanları yüzyıla yakın yok sayarsanız, onlara aşağılayıcı, dışlayıcı yaftalarla yaklaşırsanız; onlar da sağlıksız, yanlış tepkiler verebilirler. Aynı şekilde, milyonlarca kürd insanını türk sayarsanız, o da kendisinde var olduğu söylenen öyle bir farkını size kimlik belgesi gibi hissettirme çabasına girerse, çok mu yanlıştır?
Herhalde, türklük üzerine acaib kutsamalar yükleyen bir şairin sözlerinden etkilenip, türk deyince de, "küffarla, kâfirlerle savaşmak azmi taşıyan kimseye denilir ve Anadolu dışındaki türkçe konuşan kavimler bu ölçüye uymadıkları için, türk değildirler.. Ve namaz kılmayan, türk olamaz.." gibi acaib lafları kullananlar bir daha düşünmeliler..
*
"Tek isim, tek resim, tek büst, tek heykel, tek ikon.."
23 Nisan 1920, Ankara"da bir Cum"a günü, Kur"an"lar okunarak açılan ilk Meclis"in açılış tarihidir. Çünkü, İstanbul"daki Meclis-i Meb"usân, İstanbul"un işgal altına girmesi üzerine çalışmalarını sürdürmek üzere, Ankara"ya geçmiş ve bu arada, ülkenin çeşitli yerlerinden dinî salâbet sahibi oldukları bilinen kimselerin de Ankara"daki Meclis"te yer almaları sağlanmıştı. Bu meclis, Meclis-i Meb"usân"ın o kadar devamı idi ki, orada görüşülmesi yarım kalan bir kanun layihası/ tasarısı görüşülerek kanunlaştırılmıştı. Ve o zamanki Meclis, "çeşitli anâsır-ı İslamiyye"den, (müslüman unsurlardan) müteşekkil bir hey"et-i ictimaiyye" idi. Ama, o Meclis, geleceğe dair jakobenist eğilimlerle, toplum mühendisliğine soyunmak isteyen ve halka kendi zevklerini, zannlarını doğru imiiş gibi kabul ettirmek isteyen diktatör eğilimliler karşısında biraz "ileri gidince", "ileri gelenler" tarafından dağıtılmıştı.. Çünkü, o Meclis"in hattâ, Lozan Andlaşması"nı kabul etmesi bile imkansız görülmüştü.. Onun için de dağıtılması gerekiyordu. Ve 1920"den 1930"ye varıncaya kadar, halk tarafından hür seçimlerle teşekkül ettirilmiş bir Meclis"i yoktu Türkiye"nin.. 1950-60 arasındaki 10 yıllık dönem ise, bir askerî darbeyle ve dârağaçlarıyla, zindanlarla sonlandırılıyordu.. Ondan sonra da, her 10-15 senede bir askerî darbeler yapılarak, kemalist-laik rejimin ilkeleri, millete süngü ucu ile dayatıldı..
Buna rağmen, o 23 Nisan günü, ulusal egemenlik günü olarak bunca zamandır kutlanır-durur; o ilk Meclis"in, 1920 ruhunun nasıl katledildiği hatırlanmaksızın.. Ve bunun bir de Çocuk Bayramı olduğu ileri sürülerek, onyıllardır, kelimenin tam mânâsıyla çocukça bir takım proğramlar yapılır ve "dünyada tek çocuk bayramı.." gibi çocukça avunmalarla kutlamalar yapılır ve resmî ideolojinin ikonlaştırılmış ismini yüceltici mahiyette nutuklar çekilir.
Bu çocukça uygulamalara, yazıktır, bu darbelerden en büyük nasibini almış olan bizim dünya görüşümüzün bağlısı kadrolar da destek olurlar, bu çocukça uygulamaları rafa kaldıramazlar. Tıpkı, hergün, milyonlarca çocuğun, her etnik- kavmî unsurdan milyonlarca körpe çocuğa, sabahleyin okullarına gidince, orada, mânâsını bile bilmedikleri bir andiçme proğramı gereğince okutturulan "Türküm , doğruyum.. ... Varlığım türk varlığına türk armağan olsun.." sözlerinin de kaldırılamamasında olduğu gibi.. Ki, 12 Eylûl 80 Askerî Darbesi"nden sonra eklenen "Ey yüce atam.." gibi, tek tip insan, kurşun asker yetiştirme hedefli ibarelere değinilememesi de cabası..
Bu da yetmez, dünyanın çeşitli yerlerinden getirilen 700 kadar çocuk davet edilir.. Dünyanın masrafı.. Neticesi sıfır olacak bu gibi davetlerin yerine, o masraflar daha akıllıca yerlere harcanamaz mı, bu da ayrı bir konu..
Ama, daha da acı ve utanç verici olan, bu yabancı çocukların, Anıt-Kabr"e götürülmesi, orada saygı duruşunda bulunmaya mecbur bırakılması.. Komünist ülkelerden gelen çocuklar bile, geçmişte, babalarından, dedelerinden-ninelerinden dinledikleri putlaştırılmış liderlerin mezarları veya heykelleri karşısındaki tapınma merasimlerini duymuş olabilecekleri acaib kutsamalara canlı bir örnek..
Hele, dünyanın çeşitli yerlerinden gelen bu yüzlerce çocuğun, er yerde bir "tek adam"ın resmi, büstü veya heykeliyle karşılaşmalarının onlara vereceği ne gibi güzel bir telkın vardır? (Ki, Avrupa"ya Türkiye"den gelen çocukların, bu diyarlardaki kurucu liderlerin resim ve heykellerinin her yerde olmamasını hayretle izlemeleri ve Türkiye"ye hasret bu açıdan bile hasret duymalarındaki faciayı burada ekleyiverelim..
Daha da ağır bir facia ise.. Geçtiğimiz günlerde yaşanan bir durum..
Suriye"den gelen türkmenlerin resmî makamlarca hemen Anıt- Kabr"e götürülmesi ve düne kadar Hâfız Esed ve benzerlerinin heykelleri önünde selâm durmaya mecbur bırakılmış insanların, o zulümden kurtulunca, bu kez de yeni büst ve heykeller karşısında dikilmeye mecbur bırakılması?)
Böyle bir durumda, Cumhurbaşkanı ve Başbakan"ın hâlâ da, gittikleri pek çok yerde, arka planda, resmî ideoloji ikonuna aid ve "günün mânâ ve önemine göre"(!?) değişik fotoğrafları mutlaka bulundurmaları veya bu uygulamaya bir son verememeleri..
Dünyada böyle bir komiklik, Kuzey Kore"den sonra, bir Türkiye"de kaldı; bir de Türkiye"yi bu noktada körü körüne örnek alan ve liderlerinin resimleriyle her tarafı dolduran bir başka komşu müslüman ülkenin rejimi!!
Modern dünyada böylesine ilkel başka örnek kalmadı..
"Sahte kutsal"lar, müslüman milletimizin kutsallarına karşı her zaman ve mekanda gizli-açık savaşlarını sürdürürken.. Bunlara bir son vermek bu kadar mı zor?
*
"Çocuksu, küstah, provokatör, tahrikçi, edepsiz birisi"..
Ömer Khayyâm, İran"ın Nişabur şehrinde 950 sene kadar öncelerde dünyaya gelmiş bir şair,
bir filozof, bir yüksek matematikçi.. Ve, bir şarabçı, bir ayyâş, bir bazılarına göre de bir zındık vs.. Belki de bunların hepsi.. "Rubaî" denilen, 4 mısradan oluşan şiirleriyle tanınan ve 1000 yıla yakın zamandır muhatabları üzerinde fırtına etkisi yapan bir isim..
Asosyal davranışları yüzünden ("davranış bozuklukları" şeklinde tezahür eden) Down hastası olup olmadığı gündeme getirilen bir müzisyen, bir süre önce Ömer Khayyâm"a aid olduğunu ileri sürdüğü ve Cennet için "meyhane" ve daha çirkin benzetmeleri, bir takım zındıkça sözleri twitter denilen yöntemle, kendisiyle yazışanlara intikal ettirmiş ve bir kişi de bunun inançlara hakaret olduğu gerekçesiyle ve TCK"nun, "Halkın bir kesiminin benimsediği dinî değerleri alenen aşağılayan kişi, fiilin kamu barışını bozmaya elverişli olması halinde, altı aydan bir yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır." şeklindeki 216/3" maddesine göre cezalandırılması gerektiğini düşünerek yargıya başvurmuştu. Bu kişi, ayrıca, "Bilmem fark ettiniz mi nerde yavşak, âdi, magazinci, hırsız, şaklaban varsa hepsi Allahçı. Bu bir paradoks mu?" şeklinde tweet"ler atmış veya başkalarının kendisine gönderdiği tweet"leri başkalarına intikal ettirmiş..
Ayrıca, yapılan yargılaması sonunda 10 ay hapis cezasına çarptırılmış.. Tabiatiyle bunun daha temyiz yolu var.. Ayrıca, kesinleşse bile, o zaman da yine hapis yatmıyacak, te"cil edilecek..
Şahsen Ömer Khayyâm"ın öyle bir beytini hatırlamıyorum, ama, daha ağırları da vardır.
Ama, bunlar yine de te"vil edilebilirdi.. "Allah insanı halketti, insan da tevili.." deyimi boşa söylenmemiştir.
18 Nisan tarihli Hürr. de ise, Atilla Dorsay da, bu kişiye verilen ceza ile ilgili olarak, şöyle diyordu, kendisiyle yapılan bir röportajda, sözkonusu kişinin cezalandırılması konusunda şunları söylüyordu:
- ..... ... konusunda siz de görüşlerinizi belirttiniz. Ama deniyor ki, mahkûmiyet kararı, Ömer Hayyam"ın şiirini retweet ettiği için değil, Twitter"a "Bilmem fark ettiniz mi, nerde yavşak, adi, hırsız, magazinci, şaklaban varsa hepsi Allahçı" yazdığı içinmiş...
- ("). Söz konusu cümle çok ağır bir cümle. Tüm inananlara, müezzinlere, namazında niyazındakilere hakaret unsuru taşıyor. (")"ın bu tür cümlelerinin arkasında değilim. Hiçbir zaman da olmadım. Hep söylemişimdir, dindar olmasam da, inanca son derece saygılı biriyim. Ama öte yandan, insanların fikirlerini de özgürce ifade edebilmelerini sonuna kadar savunuyorum. (") Evet, "fikir özgürlüğü" diyoruz. Ama fikir özgürlüğü dine, inanca uyarlanabilir mi, şüpheliyim. Gerçekten inanmış biri, dogmasının, inancın tartışılmasına, irdelenmesine, mizah unsuru olarak kullanılmasına tahammül edebilir mi? Tamam edemeyebilir ama bir yere kadar. Biz, İslami rejimle yönetilen bir ülke değiliz. Herkesin inanç özgürlüğü var ama rejimimiz de laik cumhuriyet rejimi. (".)"ın müziğe katkıları da ortada. Bunları bilen ve değerlendirebilen bir yargıcın beraat kararı vermesini beklerdim. Karşılığı 10 ay hapis olmamalıydı...
-Dünyanın en iyi piyanistlerinden biri olması ona insanların inançlarını aşağılama, hakaret etme hakkı verir mi?
- Bakın söylüyorum, laf çok çirkin. Ama şu da var: Ben (")"ı Mozart"a benzetiyorum. Mozart da çocuksu, küstah, provokatör, tahrikçi ve edepsiz bir adamdı. Mozart tüm bu sıfatları taşıyordu ama o kadar iyi müzik yapıyordu ki, yaşadığı imparatorluk bile onu olduğu gibi kabul etti. Üstelik o zamanlar fikir özgürlüğü de yoktu. (")"
Sanırım, bu konuda söylenmesi gerekenler bu sözlerin içinde mevcud...
haksöz