Generallerin, yüksek rütbeli subayların da suç isnadlarından kurtulabilmeleri için yargıya çekilmeleri ve gerekenlerin tutuklanmaları henüz birkaç yıl öncesine kadar hayâl bile edilemezken, artık bu noktaya gelinmiş olması, ülkemizin geleceği açısından elbette memnuniyet verici bir gelişmedir..
Yüksek rütbeli subayların, generallerin tutuklanmaları üzerine, onların aileleri sabahın köründe önce Genelkurmay Başkanı"na koştular; ama, Koşaner"den, eski Genelkurmay Başkanları"nın yaptığı gibi havalı, iddialı ve tatmin edici bir karşılık alamadılar ki, Anıt-Kabr"e yöneldiler..
Koşaner sadece yanına kuvvet komutanlarını alıp, tutuklu generalleri ziyaret etmek üzere, Hasdal Askerî Tutuk ve Cezaevi"ne gitti.. Bu bir nev"i gönül alma ve sizi terketmedik gösterisi idi..
Tayyîb Erdoğan"ın 25 Şubat günü, ATV"de yayınlanan mülâkatında gazetecilerin sorusu üzerine, bu ziyaretin kendisinin bilgisi dahilinde yapıldığını ve bunun insanî bir hassasiyetin, gereği olduğunu belirtti.. Bir takım dengeleri gözetlemenin, arabayı devirmemenin de ilm-i siyaset gereği olduğu düşünülebilir..
Gözaltı ve tutuklamaların, yargıdan kesin hüküm sâdır olmadıkça, kişinin suçluluğuna karine teşkil etmiyeceği, kişinin suçsuz sayılacağı anlayışının tutuklama ve yargılama merhalesinde bulunan herkes için düşünülmesi için, umulur ki, bir başlangıç olur bu ziyaret.. (28 Şubat 1997 Zorbalığı günlerinde, Kudüs Gecesi tertiblenmesi dolasiyle tutuklanan Ank.-Sincan Belediye Başkanı Bekir Yıldız"ın, dönemin Adâlet Bakanı Şevket Kazan tarafından ziyaret edilmesi üzerine, kocaman kocaman TSK generallerinin ve onların goygoycuları olan medya mensublarının ne ağır bir buhran havası oluşturduklarını hatırlayalım..)
Şimdi, Genelkurmay Başkanı ve Kuvvet Komutanları"nın yaptığı böyle bir ziyaret, yargıyı silahlı güç gösterisiyle etkilemek gibi bir sonuç vermez mi?
İnisiyatif, siyasî iktidarın elinde olursa, yargı da, aynı dikkati göstersin ve o ziyarette bir tehdid seziyorsa, bu gibi etkileme çabalarına asla prim vermiyeceğini daha biri dikkatli göstersin..
Ancak, bunlar kesmemiş olmalı ki, bu kez de, tutuklanan generaller ve diğer subaylara destek vermek için, geçen hafta, binlerce subay aileleri Anıt-Kabr"e gittiler.. Kemalist-laik çevreler de onlara desteklerini bildirdiler..
İnsan niye gider ölmüş insanların mezarlarına?
Laikler, halkın günlük hayatlarında yaptıkları türbe ziyaretlerini alaya alırlar, "ölülerden meded ummak zavallılığı geriliği ve ilkelliği" olarak nitelerler, devamlı..
Halbuki, bu gibi ziyaretleri yapanlar, o mezarlara, itibar ettikleri kişilerin taşıdıkları değerlere itibar ettiklerini ve bağlılıklarını bildirmek ve de onları hayırla anmak ve onların âkıbetlerini düşünmek ve ölümü hatırlamak vs. gibi hedefleri güdebilirler..
Herhalde, kemalist-laiklerin ziyaret ettikleri resmî ve de "laik kutsal türbe"den istedikleri de herhalde aynıdır.. Nitekim, oraya gidip, şikayetlerini dile getiriyorlar, gözyaşı döküyorlar, sen kalk atam, nerdesin diyorlar, ziyaret defterine, kocaman kocaman kişiler acaib dilekçe yazar gibi, veya tekmil verir gibi laflar yazıyorlar.. (Ahmet Necdet Sezer"in başlattığı ve o deftere yazdıklarını etrafındakilere yüksek sesle okumak şeklindeki tuhaf âdetini, yazık ki, Abdullah Gül de devam ettiriyor.. Halbuki, kim böyle bir şeyi kimden ister ve zorlayabilir. Dahası, Cumhurbaşkanı ve Başbakan ve gibi devletin üst kademelerinden bir yılda, kimbilir kaç kişi, kaç kez gidiyorlar bu "laik türbe"ye ve kaç çelenkler bırakıyorlar?)
Ama, üzerinde asıl durulması gereken, şu ki, bu kemalist-laikler değil mi, başkalarının ölülerden bir şey istemelerini alaya alan...
Alınız size, son bir Anıt-Kabir sığınmacılığı daha..
Yeni HSYK"nin Yargıtay ve Danıştay"a tayin ettiği yeni hâkimleri protesto için, Danıştay Başkanı M. Birsen efendi, etrafına kendisi gibi düşünen Danıştay üyelerini de alıp hemen Anıt-Kabr"e gitmiş, 25 Şubat günü ve bu yeni tayinlerden dolayı şikayetlerini oradaki ölüye bildirmiş ve ondan yardım beklercesine, deftere bir şeyler yazmış.. Danıştay Başkanlığı"na kadar gelmiş bir kimsenin, kendisi gibi oraya seçilecek şartları haiz başka hâkim arkadaşlarını partizanlıkla suçlayan bu gibi yaklaşımları, gerçekte kendilerinin nasıl bir baskıya ve diktacı eğilimi yansıttığını göstermiyor mu?
Yahu, hani sizler laiktiniz ve tabiatiyle materyalisttiniz, ruhun varlığına ve insanın manevî hayatına inanmazdınız.. Ve, hani, ölümle insan, moleküllere dönüşüyor ve yokoluyor, ve ölüm sonrası diye bir hayat ve irade yoktu, materyalist inancınıza göre.. O halde, ölmüş bir kimseden niye böyle acaib şeyler istiyor ve meded umuyorsunuz?
Yoksa, her konuda olduğu gibi, bu konuda da mı tam bir diktatörlük anlayışıyla hareket edip, sadece kendilerinin türbelerinin gidilip ziyaret edilebileceğini, sadece kendi ölülerinden bir şeyler istenebileceğini mi anlatmak ve dikte etmek istiyorlar, topluma..
Galiba öyle..
Ahh, bu hokkabazlık..
Şimdi şöyle bir düşünülsün..
Sözgelimi, bir memur hakkında 5816 sayılı kanuna, (hani, günümüz dünyasında Kuzey Kore hariç, dünyanın başka biç bir ülkesinde örneği ibulunmayan bir ilkellikle varlığını sürdüren kanuna), yani M. Kemal"in manevî hatırasına hakareti cezalandıran kanuna aykırı hareket ettiği iddia edildi ve derhal açığa alındı, derhal hakkında dava açıldı..
Adam da hakkında yapılan idarî tasarrufun haksızlığı gerekçesiyle Danıştay'a müracaat etti.. Danıştay sözkonusu olduğu için, memur örneğini verdik..
Kamuda vazifeli olmayan başxka insanlar için de aynı suçlamalarla ne tutuklamalar oluyor ve mahkemelerde ne cinayetler işleniyor..
Milletin kutsalına karşı savaş açmak için, milletin hayatına musallat olan laik rejimin yeni bir kutsal ihtiyacıyla ürettiği yeni bir laik-kutsal odağı halindeki bu Anıt-Kabir ziyaretleri"ni hemen her resmî üst derece vazifelilerin çeşitli vesilelerle sık sık tekrarladıklarını düşününüz.. Aynı laik-türbe ziyaretleri, Yargı"nın en tepe noktasındaki Yargıtay ve Anayasa Mahkemesi mensublarınca da tekrarlanmıyor mu?
Böyle bir durumda, vatandaşların sözkonusu kanuna aykırı etmekten dolayı cezalandırılması karşısında, bu yargı mekanizması nasıl tarafsız kalacaklardır? Çünkü, onlar bir taraf olmuşlardır..
Çünkü, M. Kemal'in ilke ve devrimlerini, hukukun kaynağı olarak kabul eden ve onun devrim kanunlarının insan hakk ve hürriyetlerine aykırı olduğunun iddia edilemiyeceğini hükme bağlayan bir anayasa, zorla kabul ettirilmiştir ve kimse ona dokunamamaktadır..
Bu durumda..
Bu Danıştay, Yargıtay veya diğer yargı kurum ve mensubları mı, M. Kemal'in mezarını bir ' laik ve de kutsal türbe'ye çeviren ve tarafını ortaya koyan ve davranışlarıyla 'ihsas-ı rey'de bulunan, yani 'redd-i hâkim' sebebi olan kişiler mi tarafsız davranacaklar? (Ki, bir kişi veya konu hakkında önceden 'ihsas-ı rey'de bulunan, görüş açıklayan bir hâkim'in öyle bir dâvaya bakamıyacağı, genel hukuk kuralıdır..)
Bu duruma göre, T.C."deki yargı kurumunun hangi merhalede olduğu bir daha düşünülebilir..
Ne kadar âdil bir yargı değil mi?
*
Gerçi, özellikle son anayasa değişikliğinden sonra, bir takım düzelme işaretleri de ortaya çıkmakta.. Bu arada, hattâ, askerî yargı konusunda bile bazı ilginç gelişmelerin olduğundan söz edilebilir; henüz erkense de..
Hatırlanacağı üzere, Büyükanıt"ın "iyi çocuklar" diye sahib çıktığı birkaç astsubayın, Şemdinli"de bir kitab dükkanına, bir kişinin ölümüyle sonuçlanan bir bomba atmaları sonrasında gelişen hadiseler, başbaşka bir mecraya çevrilmiş ve Şemdinli İddianâmesi"ni hazırlayan ve zamanın KKK. Org. Büyükanıt"ı da suçlayan Van Savcısı Ferhad Sarıkaya, o zamanki HSYK tarafından sadece savcılıktan atılmakla kalmamış ve bütün kamu hizmetlerinden de yasaklanmıştı..
Ama, sivil mahkeme, sanıkları 39"ar yıl hapse mahkûm etmiş ve lâkin Yargıtay"da görülen dâvasında, bu kişilerin asker oldukları ileri sürülerek, yargılanmalarının askerî yargıya aid olduğuna hükmedilmiş ve askerî mahkeme de, bu kişileri tahliye etmiş ve duruşma tutuksuz olarak devam etmişti.. Ama, yapılan temyiz incelemesinde, bu kez de Askerî Yargıtay ilginç bir karar alarak, bu dâvanın sivil mahkemede görüşülmesi gerektiğine karar verdi..
Yani, sil baştan olacak.. Bakalım, evvelki sivil mahkeme hükmü de geri döndürülecek mi ve de Büyükanıt ve 'iyi çocuklar'ı hesaba ciddî olarak çekilebilecekler mi? En azından, yeni HSYK, yargı üzerine abanan bir grup hâkimin zümre hâkimiyetini, oligarşisini kısmen de olsa sona erdirebilecek mi? Bu yolda umutlandırıcı gelişmeler yok değil..
Ayrıca, Şemdinli İddianâmesi"ni hazırladıktan sonra sadece yargı kurumundaki hizmetlerden değil, bütün kamu hizmetlerinden de mahrum edilen Van Savcısı Ferhat Sarıkaya da, anayasa referandumundan sonra yapılan değişiklikle yeniden oluşturulan yeni HSYK"ya başvurarak, savcılığa dönmek talebini dile getirdi..
Bu talebin kabul edilmesi herhalde, zulüm mekanizmalarının birgün gelip, zâlimlerin başlarına döneceğine çarpıcı bir örnek teşkil edecektir..
Ama, bu yeni değişiklikleri ve gelişmeleri, askerî yargıda çöreklenmiş odaklar, yine kendi istedikleri gibi, keyfî bir şekilde yorumlamaya çalışmıyorlar değil..
Sözgelimi, Yüksek Askerî Şûrâ (YAŞ) kararlarına karşı yargı yolu kapalı iken, 3 generalin terfiinin Başbakan Erdoğan tarafından imzalanmaması dolayısiyle, yani YAŞ kararının tamamlanmamasına rağmen, sözkonusu generallerin "Askerî Yüksek İdare Mahkemesi" (AYİM) tarafından görüşülüp, ısrarla terfi kararı verilmesi bu cümleden.. Bu yüksek askeri yargıçlar ki, yıllarca, YAŞ kararlarına karşı yargı yolu kapalıdır diyorlardı; anayalsalarında, idarenin hiç bir tasarrufu yargı dışı kalamaz diye bir hüküm bulunduğu halde..
Şimdi, bu yeni inadlaşma ve parmak ısırma ve güç gösterisine karşı Hükûmet"in nasıl bir yol izleyeceği ayrı bir konu..
Ama, siyasî iktidarın kararlı tutumuyla yargıdaki ve TSK"deki oligarşik yapının bir taraflarından da çözülmelerin başlıyacağı görülmüştür..
*"Tâciz", sadece bir "bezdiri" eylemi değildir ve iki yönlüdür!
Geçen hafta, Türk Dil Kurumu (TDK), uzun müzakerelerden sonra, nihayet, "tâciz" kelimesine türkçe bir karşılık bulmuş: "Bezdiri.."
Gerçi, "tâciz", "acz" kökünden gelmekte olup, karşı tarafı âciz bırakmak gibi bir lafzî mânası olması hasebiyle 'bezdiri'den sözedilebilse bile; 'tâciz' terim olarak âciz bırakmaktan çok farklı bir şeydir.. Yani, bir sözgelimi, bir fino ısrarla paçanıza yapışmaya çalışır, kovsanız da gitmek bilmez; bir taraftan havlar, bir taraftan pantalonuzu çekip ısırmaya çalışır ve bu, "bezdiri" olabilir.. Ve bunun üzerine, siz de nihayet bir-iki kötek vurursunuz, o yaratık da kuyruğunu kıstırır gider.
Ama, buradaki 'bezdiri' durumu 'tâciz" teriminin taşıdığı mânayı yansıtmaz..
Çünkü, 'tâciz', bir insanı bezdirmenin ötesinde, ileri derecede rahatsız eden, insanın hayatını, haysiyetini, şerefini hedef alan sözlü, yazılı veya fizikî saldırı eylemi mânasını taşıyan bir terimdir..Arabça olsa da, arabların da öyle anlaması gerekmez..
Bu bakımdan, TDK"nun da bu gibi yetersiz ve gereksiz çabalarıyla, kelime üreteyim derken, toplumu bezdirmemesini temenni ederim..
Kaldı ki, bir halkın günlük konuşma diline başka dillerden karışmış pek çok kelimelerin olması, o dilin fakirliğini değil, bazen zenginliğini de gösterebilir.. Günlük konuşma dilindeki yığınla başka kelimeler vardır ki, gereksiz yere sözüm ona türkçeleştirildiler, ama türkçe konuşanların dilinde yaşamıyor o kelimeler, zoraki medyada tutturulmaya çalışılıyor..
"Tâciz" kelimesinin yerine de "bezdiri" getirmek de öyle olabilir..
*
Gelelim asıl konuya..
Bir kısım AK Partili milletvekili tarafından Meclis"e sunulan ve "çocuklara ve reşid olmayanlara tecavüz" suçunu tekrar tekrar işledikleri belirlenen kişilere, kimyasal yollarla, ilaçlarla, bir yıllık bir süre için "hadım edilmeleri" şeklinde bir ceza verilmesi şeklindeki bir kanun teklifi üzerine tartışmalar sürerken, katı-laik çevreler, her çareye başvurarak, bu cezalandırma yolunu sulandırmaya çalıştılar.. Bu cümleden olmak üzere HT televizyonu, 16 Şubat 2011 günü, Selçuk Üni. İlahiyat Fak. Prof. Orhan Çeker"in bu konudaki görüşleri üzerine geniş bir tartışma başlattı, toplumda..
*
Prof. Orhan Çeker, şunları söylemişti, -özetle-:
"Sorunun odağında kim var? Kadın var.
Kardeşim, sen dekolte giyinirsen bu tür çirkinliklerle karşılaşman sürpriz olmayacaktır. Tahrik ettikten sonra sonucundan şikâyet etmen makul değildir. Bu konuda suçu işleyenleri savunduğum anlaşılmasın. Elbette işlenen suç son derece iğrençtir. Lakin, bu suçun işlenmesinde dekolte ve tahrik edici kıyafetler giyinen kadının da etkisi küçümsenmeyecek kadar büyüktür. Bu konuda tabiî ki erkek suçludur, ama kadının da suçu gözardı edilirse, meseleyi çözümde yanlış adım atmış oluruz. Bu olayda her iki taraf da suçludur."
Bu sözlere az-biraz şuûru olan hangi müslüman insan itiraz edebilir ve altına imza atmaz?
Prof. Çeker ayrıca, bu gibi durumların önlenebilmesi için, "Başta toplumun âcilen yaygın bir din eğitimine tâbi tutulması gerekir. Ardından bu tür suçları özendirici yayınlara yasak getirilmelidir. Yayınlanan dizilerde tecavüz sahnesinin dakikalarca gösterildiği, toplumsal ahlâkın yok edildiği durumlar var. Bu tür dizilerin asla toplumla buluşturulmaması gerekir." de diyordu..
Bu sözler üzerine toplumun kemalist/ laik kesimlerinden öyle bir itiraz yükseldi ki, ahlâksızlığı yapan, adetâ, Prof. Çeker olmuştu..
Bunun üzerine, Prof. Çeker, CNN TÜRK'teki bir proğrama davet ediliyor ve orada, "Eğer kadın tahrik edici davrandıysa, dekolte bir kıyafetle sokağa çıktıysa, erkek sarkıntılık ettiyse suç ortaktır diyorum.. Kadın vakur davranmışsa erkek yüzde 100 suçludur.." şeklinde konuşuyordu. Ama, itirazcılarını, eleştiricilerini yine de ikna edemedi..
Dahası, Selçuk Üni. Rektörü Prof. Süleyman Okudan da CNN TÜRK'ün canlı yayınına bağlanıyor ve "Tüm hanımefendilerden üniversitem adına özür diliyorum. Çeker'in açıklamaları kendisini bağlar, üniversitemin görüşü değildir. Bu konuda çok üzgünüm. Talihsiz bir beyanat olarak düşünüyorum. Her öğretim üyesinin bu üniversitenin saygınlığına zarar vermeden açıklama yapması lâzım.. Bu aslında doğru bir hareket değil. Doğru bir genelleme değil. Ne gereği var? Tabiî, öğretim üyesi özgürlüğü var. Bence hocaların da üniversitesini, şehri düşünmesi lâzım. Ne gereği var şimdi gündeme düşüp de "Konya böyle.." diye yorumlar yaptırmanın.. Ben o arkadaşımın düşüncelerine katılmıyorum." diyordu.. Sanki, Prof. Çeker utanılacak bir şey söylemiş gibi..
Gerçekte ise, asıl utanılacak sözü, Rektör Okudan efendi söylüyordu..
Onun da, YÖK Başkanı Prof. Y. Ziya Özcan"ın zılgıtını yediği için böyle konuştuğu anlaşılıyordu..
Haydi onlar resmî kişiler.. Kendilerine göre bir takım gerekçeleri vardır, belki..
Ama, Prof. Çeker, sözlerinin ardında duruyordu ve doğru sözlerine doğru ve vakûr bir şekilde sahib çıkıyordu..
Evet, milletin inancına göre şekillenen ahlâk anlayışına karşı çıkanlar, öyle bir cür'etle ortaya çıkıyorlardı ki, İslam inancına göre ahlâklı olmak ve kalmak isteyenler, neredeyse kaçacak delik arıyacak hâle getirilmek isteniyordu..
Anlaşılmasında zorlanılan tutum, burası da değildi..
Resul-i Ekrem (S)"in doğum gününe denk geldiği kabul olunan Hicrî takvimin Rebi"-ul"evvel ayının 12"nci gecesinin, Mevlid Kandili"nin; bu yıl, miladî takvime tekabul eden gününde, kapitalist dünyada gayrimeşru ilişkiler günü olarak bilinen ve eskiden "Valentin Günleri" diye anılan ve Sevgililer Günü diye isimlendirilen güne denk gelmesini "güzel bir tesadüf veya tevafuk.." diye niteleyebilen Diyanet İşl. Başk. Prof. Mehmed Görmez de Prof. Çeker'in görüşleri üzerine, 17 Şubat günü, medyaya yansıyan beyanatında, "İslam dininde hem kadına hem de erkeğe kendi cinsiyetini insanlığın önüne geçecek şekilde teşhir etmede eleştiriler, yasaklar söz konusudur. Ama bunlar hiç bir zaman ne taciz ne de tecavüze mazeret olarak gösterilemez." diyerek, "hem nalına, hem mıhına" vurarak, durumu kurtarmaya çalışıyordu..
Ama, bu konuda, herhangi bir resmî zarûrete sığınma mazereti de olmayan bazı müslüman kalem erbabının da Prof. Çeker"e saldırmasını anlamak mümkün değil..
Meselâ, Yeni Şafak"dan F. Barbarosoğlu da bu konuda, Prof. Çeker"i eleştirenler kafilesine katılıp, 21 Şubat günlü ve "Sapıkları koruma seferberliği.." başlıklı yazısında, "(") Ama bir ilahiyat profesörü! Çağın dilinden bi-haber bir ilahiyat profesörü! Sana söylüyorum sen işit gelinim sözünün sırasını şaşırmış bir ilahiyat profesörü!
Söylediğim kimedir, hele benim söylediğimden sapıkların payına düşen nedir diyerek kendine sorular soramamış bir ilahiyat profesörü!" gibi ağır ifadelere yer verebiliyordu..
Dahası, aynı yazar, Diyanet İşl. Başk. Prof. Mehmet Görmez"in, Prof. Çeker'in görüşlerini eleştirmesine de hak veriyor ve amma, bunun yetersizliğine işaretle, "cümlenin sahibi ilahiyat profesörü olduğu için sözlerinin kendisine aid olduğunu, İslam ahlâkını temsil etmediğinin altını çizmek için tepkisini dile getirmeliydi.." diyordu.. Sanki, laik bir rejimin Diyanet Başkanı"nın sözleri İslam ahlâkını temsil ediyormuş gibi..
Bu arada, insan hakları konumundaki bazı davranışlarından dolayı 2007 seçimlerinde AK Parti"den m. vekili yapılan Prof. Zafer Üskül de bir açıklama yapmış ve "Bu anlayış, kadını cinsel obje olarak gören hastalıklı bir anlayıştır. Bunu kınıyorum.." buyuruyordu..
Üskül"e, "Pekiy, kadın veya erkek, kendisini bir cinsiyet objesi olarak sergiliyorsa, o zaman ne buyuracaksınız?" denilse, ne buyurur, sahi.. İnsanların, erkek veya kadın, bir cinsel obje olarak görülmesi, her iki cins açısından da sözkonusu değil mi? Ayrıca, kadının cinsel obje gibi görülmesi, sadece erkekler tarafından mı sözkonusu? Bizzat nice kadınlar da kendilerini topluma, cinsel obje olarak sunmuyorlar mı? Ve keza, nice haytalar da, kendilerini erkek olarak, topluma bir cinsel obje, bir damızlık öküz gibi göstermeye çalışmıyorlar mı?
Yani, bu çarpıklık ve behimîlik gösterisinde, tarafların pek farkı yok birbirinden.. Libidonal davranışlar her iki cins için de sözkonusu değil mi?..
*
Exhibisionism / teşhircilik bir psikiatrik bozukluk ve hattâ bazen iflah olmaz derece bir hastalıktır.. Ve kendisini teşhir etmek ve bunun için de, cinsiyetini ortaya koymak, her iki cins için de sözkonusu değil midir? Ve ayrıca, bütün toplumlarda, kendisini bir orta malı gibi, dekolte kıyafetiyle veya çıplaklığıyla, etiyle-buduyla ortaya koyan hele de kadınlara, ilgi göstermeyen erkekler bir de aşağılanmıyor mu?
Böyleyken, niçin tek taraflı olarak ve kendilerini todplumu ifsad etmek için ortaya çıkaran tipleri korumaya ağırlık verilir? Bu konu, iki taraflı bir etkileme mekanizmasının neticesidir..
Ve bizim inancımız, İslam, her iki cinsten olanları da aynı ahlâkî disiplinlere riayete davet eder.
"Efendim, tâciz, kapalı olanlara karşı da yapılmıyor mu?"
Elbette, onlara da yapılabilir.. Hattâ, H. Tuksal"ın Star"da bir uç örnek olarak zikrettiği üzere, Hacc mekanlarında da olabilir bu.. Olmaz, olamaz diyen mi var ki..
Ama, asıl mes"ele şu: Dekolte giyenlerin veya başka türlü yollarla , işveli davranışlarla bazı erkekleri tahrik eden kadınların "tâciz"den şikayete hakkı yoktur görüşü yanlış mıdır? Ve, onların tahriki de, gerçekte, karşı tarafın tâciz olunması değil midir?
O halde, niye, ikiyüzlülük yapılıyor?
Bazı kadınlar sırf, başkalarının hoşuna gitmek, başkalarının ilgisini kendi bedenleri üzerine çekerek, onların bakışlarını, beğenilerini üzerlerinde toplamaktan haz duyuyorlarsa, ve bunun için, hattâ en elverişsiz hava şartlarında bile, büyük bir tahammül göstererek, dekolte giyiyorlarsa, bu gibiler mâsum ve tertemiz ahlâk sembolü mü sayılacaktır? Ve dahası, onların tavırları de sadece tahrik olmayıp, karşı cinsi "tâciz" değil midir?
Ve tecavüz suçlarını sürekli işleyenlerin, ilaçla ve bir tenbih için geçiçi olarak, kimyasal yolla "hadım edilmesi" tasarısını Meclis"e verenler, "tâciz" ve "tecavüz"ün önünü almakta samimî iseler, bu tedbirleri sadece tek bir insan cinsi üzerinde düşünmemelidirler.. Bu etkilemelerin, bu teşvik, tahrik, tâciz ve tecavüzlerin, istisnaî sapıklık halleri dışında, genel olarak iki taraflı etkilemelerle gerçekleştiği vakıasından uzağa düşülmemelidir.
haksöz