Lübnan savaşının bir dünya düzeni perspektifinde değerlendirilmesi, egemen devletlerin kabul edilen uluslararası sınırları içindeki hükümetsel kontrol uygulamalarında, uluslararası çatışma oyun sahasının kısıtlanmasına dayanan bir savaş sisteminin yaşayabilirliği algılamasını teşvik edebilir.
Lübnan Savaşı"nın anlamı konusunda çok fazla yorum yapıldı. Savaşın galibi konusunda da sonu gelmeyen bir tartışma var, öyle ki zaferin anlamının ne olduğu konusunda da aynı durum söz konusu.
Hizbullah ve İsrail arasında, büyük ölçüde BM istikrar gücüne ya da İsrail ile onun düşmanları arasındaki diplomasiyi canlandırmaya dayanan, yeni bir savaşı önleme konusunda çeşitli tavsiyeler dolaşımda. Hizbullah ve Hamas"ı konuşmanın zamanı geldi mi? Savaşın sonuçsuzluğu bize böylesi bir çatışmada askeri üstünlüğün sınırları ve faydaları hakkında ne anlatmaktadır? İsrail, askeri kapasitesini daha etkin kullanabilir miydi? Bunların tümü önemli meseleler ve diyaloğu, ifade edilmeyi hak ediyor ve umut edilen o ki barış ve güvenlik arayışlarında tüm tarafları şiddetten döndürmeye teşvik eder.
Bu acil kaygılardan başka dünya düzeni ve Lübnan savaşından ve onun sonucundan sonra ortaya çıkan zayıflık ve boşlukların boyutu konusunda sorular gün yüzüne çıkmaktadır. Aslında, dünyanın şekillendirilmesi meselesi, 1990"larda Sovyetler Birliği"nin yıkılmasından bu yana gündemde. Buna ilk şekil, BM Güvenlik Konseyi"ni Soğuk Savaş"ın ardından kolektif güvenliğin etkin bir unsuru olarak kullanma ihtimalini tanımlamak için süreci "yeni bir dünya düzeni" olarak nitelendirilen George H.W. Bush tarafından verildi. Güvenlik Konseyi artık doğu ve batı arasındaki yaygın karşıtlık tarafından açmazda olmayacaktı ve Birinci Körfez Savaşı"nda Irak"ın Kuveyt"e karşı saldırganlığını tersine çevirmedeki liderliğinde gösterildi. Sözleşmeyi, kolektif bir kendini savunma ile bir bütün olarak dünya toplumunun saldırganlığın ve işgalin kurbanlarını korumak için uygulanabileceği görüldü.
Ancak, BM Güvenlik Konseyi"nin, 1991 yılında Amerikan liderliğindeki koalisyonun savaşa girmesi konusunda sınırlı olmayan bir yetki vermesi eleştirilere neden oldu ve bunu daha sonraki dönemlerde BMGK"nın hedeflerini ve çatışma sonrası diploma dinamiklerini kontrolü belirledi. Böylesi bir üstlenme, Kuveyt"in egemenliğini etkin bir şekilde savundu ve belki de görevin tamamlandığı iddia edilebilir. Ancak, Washington tarafından sessiz sedasız terk edilen, üst düzey bir Amerikalı diplomatın yeni ruh hali olarak tanımlamasıyla rafa kalkan yeni dünya düzeni düşüncesinden sonra Irak"ta silahlar susmadı.
Ancak, ABD hükümeti BM"nin böylesine geniş bir otoritesini onaylamada isteksiz görünüyordu ya da kendisini, daha emin bir Güvenlik Konseyi tarafından gelecekte üstlenilecek görevleri imzalarken bulmaktan memnun olmadı. Zaten, 1990"ların sonundaki gelişmeler, BM"nin dünya düzenindeki meselelerin halline yaklaşımına güven konusunda Birleşik Devletler"i BM"den uzaklaştırdı; 1993 yılında Somali"deki barış gücünün başarısızlığı, Ruanda"daki (1994) soykırımın yanıtsız kalması ve BM"nin Bosna"da şoke eden beceriksizliği, özellikle de 1995 yılında BM barış gücü askerlerinin Srebrenitza"da Sırplar tarafından 6 bin Müslüman erkeğin katledilmesine seyirci kalması.
11 Eylül"den doğru dersler çıkarılamadı
Bu olaylar, ılımlı, uluslararası düşünen Amerika eski Başkanı Bill Clinton"un başkanlığı döneminde vuku buldu. Bu yeni eğilim 1999 yılında, Kosova"da, Washington"un BM yetkisinden faydalanılmaksızın tartışmalı bir insani müdahale örneği olan (muhtemelen Çin ve Rusya böylesi bir kararı veto edecekti) ve Washington"un gönüllü oluşturduğu bir koalisyon ile, NATO himayesi altında bir savaşa neden olan etnik temizlik tehdidi belirdiğinde zirve noktasına çıktı. Ve daha sonra 2003 yılında, ABD ve İngiltere"nin Güvenlik Konseyi"nin bir güç kullanımı konusunda ikna etmede başarısız olmasına rağmen Irak Savaşı ile devam edildi. Bu her iki örnekte de, hem insani hem de jeopolitik hedeflerin peşinden gitmede geleneksel müttefiklik diplomasisine duyulan güven yenilenmiş görünüyor. Yeni bir dünya düzeninden ziyade, hakim egemen devletlerin kendi çıkarlarına hizmet etmesi ve kendi değerlerini ilerletmelerini sağlayan evvelki dünya düzeni düşüncesine yeniden dönüldü.
Aynı zamanda, güvenlik sahası (alanı) dışında, dünya düzeninin doğasını değiştirme konusunda tartışılan diğer düşünceler de bulunmaktaydı. Bazı gözlemciler, enformasyon teknolojisinin ve uluslararası sermayenin hareket edebilirliğinin bir sonucu olarak zaman ve mekan baskısıyla birleşen piyasa güçlerinin yükselişinin, pek çok kişinin "küreselleşme" olarak benimsediği sınırları olmayan bir dünyayı hasıl etmekte olduğu görüşünü ifade etti. Diğerleri ise, internetin tek bir şebekeye bağlanmış bir dünya tarafından oluşturulan sivil toplumun uyum içinde hareket edeceği dürtüsüne dayalı dünya insanlarını "ikinci bir süper güç" kılan olağanüstü bir unsur olduğu mütalaasında bulundu. Ve diğer bölümü de, durumun aciliyeti karşısında sadece etkili bir küresel yönetimin kurulmasıyla önlenebilecek tsunamilere, kasırgalara, kutup erimelerine, kıtlıklara ve insan hayatını tehdit eden iklim değişikliğinin devrimci etkisine vurgu yaptı.
Bu gelişmelerin tümü, 21. yüzyılda dünya düzeninin doğasını anlamamızı büyük ölçüde güçleştirdi, ancak aynı zamanda Birleşik Devletler"e düzenlenen 11 Eylül saldırılarının içerdiklerini ve Amerika"nın karşılık olarak teröre karşı küresel savaş ilan etme kararını da anlamak durumundayız (Irak savaşında olduğu gibi). Lübnan savaşı, 11 Eylül"den çıkan derslerin alınmadığı nitelememi güçlendirmektedir. Bu derslerin en önemlisi gücün ve güvenliğin doğasındaki değişikliktir: Geleneksel en güçlü devlet bile, şimdi devlet dışı unsurlarca kararlı ve ustalıklı hazırlanan yıkıcı bir saldırıya karşı kırılgan durumda ve bir düşman devletin aksine, bu düşmanın kendisi askeri unsurlarla düzenlenen karşı bir saldırıya karşı oldukça dayanıklı. Bu tarz bir düşman ne bir toprak işgal eder ne de bir hedef gösterir ve ele geçirilebilecek bir liderliği de yoktur. 11 Eylül"den çıkan derslere önem vermedeki başarısızlık, tehdidin devlet dışı doğasına karşı bir yanıt benimsemek yerine düşmanı yok etmeye yönelik bir savaş stratejisine yaslanılmasıyla sonuçlandı. Yerinde olan şey, 11 Eylül"den sonra savaşın genelleştirilmemesi, bunun yerine uluslararası hukukun yeniden düzenlenmesinin de eşlik ettiği, ayrı ayrı mütalaa edilen bir dizi önlem ile, istisnai durumlarda özel güçler tarafından bölgesel bir hükümetin ya da BM"nin izni ile üstlenilen karşılıklar olmalıydı. Böylesi bir denetim yaklaşımının başarılı olabilmesi, yasal şikayetlerin böylesi aşırı şiddeti harekete geçirmede rol oynayıp oynamadığının tespit edilmesiyle birleştirilmelidir.
Şiddet başarı getirmedi...
Peki, Lübnan savaşı bu resme ne tür bir katkı yaptı? Bu olay, devlet gücü ile devlet dışı düşman arasındaki savaşa dair yeni güç orantısını daha canlı bir moda içinde güçlendirmiştir. Devletin askeri makinesi neredeyse sınırsız bir yıkım sağlayabilir ve sivil toplum üzerinde büyük bir acıya neden olabilir; ancak devlet dışı düşmanın geri saldırı kapasitesini devamlı olarak yok edemez. İsrail, güvenliğine karşı meydan okuyan Arap devletlerini çok sayıda savaşta sürekli bir biçimde yenilgiye uğrattı ve onların gözünü korkuttu. İsrail"in askeri beceri ve kapasitesi, geçmişte yenilmezlik ünü yaratırken, topraklarını genişletmesini, prestijini artırmasını, düşmanlarını korkutmasını sağlayan bir dizi savaşta bir dizi politik zafer kazanmada başarılı bir biçimde kullanıldı. Ancak, zayıf görülen silahlı muhalefete karşı askeri bilek gücüne dayanan bu farklı dünya düzeninde, İsrail için bile. Aksine, militarizm devlet dışı politik düşmanlarının etkili taktiklerine karşı askeri güç merkezlerinin giderek artan kırılganlığını ortaya çıkarmaktadır. Elbette, her biri ayrı ayrı kendi paradigması içinde öğreniyor. İsrail, gelecek savaş planlarını Lübnan"daki başarısızlığın üstesinden gelmeye göre ayarlıyor, Hizbullah ise bir sonraki mücadele boyunca yıkıcı direnişini daha da geliştirme planları ile İsrail"in bu yeni düzenlemelerini öngörmeye çalışacaktır.
Kendilerinin politik sorunlara karşı askeri çözümler olarak görülmesine alışan, Irak ve Lübnan"daki deneyimler karşısında hayal kırıklığına uğrayan devletler, muhtemelen çizim tahtalarına yeniden dönecek, yeni silah ve taktikler planlayacaklardır; ancak gelecekte, zenginlik ve teknolojik kapasite tarafından sınırlanmış olarak askeri güç üstünlük ilişkisini yeniden inşa etme ihtimali olacağına ikna olacaklardır. Bu pahalıya patlayacak bir hata olacaktır. Bu bakış açısı, 21. yüzyılda savaşın, daha istikrarlı, işbirliği içinde bir dünya yaratılması ve yaşam standartlarının yükseltilmesi gibi daha yararlı alanlarda kullanılabilecek inanılmaz miktardaki kaynağı boşa harcayarak fonksiyonelliğini yitirdiğini görememektedir. Peki askeri güç yanıt değilse, yanıt nedir? Ortadoğu"nun çözülmeyen, derin çatışmalarına sürdürülebilir çözümler bulmak hiç bu kadar önemli olmamıştı? İsrail"in sorunları, Filistin"in haklarını tanımasıyla, Suriye topraklarını iade etmesiyle ve Lübnan topraklarından tam anlamıyla çekilmesiyle adaletli bir politik uzlaşı ile çözülebilirdi.
Birleşik Devletler de benzer şekilde, hukuk ya da ahlakta yeri olmayan savaşları bırakarak güven ve güvenlik sağlayabilir ve dünya toplumlarını aşırıcı şiddetten korumak için diğer ülkelere katılabilir, küresel bir yönetim ve geliştirilmiş bir uluslararası işbirliği için yapısal düzenlemelere girişebilirdi. Sadece, ekonomik entegrasyon olduğu genel kanısının aksine, AB sınırları içinde bir savaşın patlak vermesini neredeyse düşünülemez kılan gerçek bir barış kültürünün kurucusu Avrupa"nın 1945"ten bu yanaki en büyük başarısını da göz önünde bulundurmak öğretici olacaktır.
Lübnan savaşının bir dünya düzeni perspektifinde değerlendirilmesi, egemen devletlerin kabul edilen uluslararası sınırları içindeki hükümetsel kontrol uygulamalarında, uluslararası çatışma oyun sahasının kısıtlanmasına dayanan bir savaş sisteminin yaşayabilirliği algılamasını teşvik edebilir. Savaşın bu rolüne en büyük meydan okuma kitle imha silahlarının zuhuru oldu, özellikle de, çeşitli şekillerde insanlığı tehdit etmeye devam eden nükleer silahların varlığı. Ancak, devlet dışı aktörlerin uluslararası oyuncular olarak yükselişiyle muhtemelen savaşların şekli zaferden ziyade ölümcül çatışmalar olarak devam edecektir. Birleşik Devletler son zamanlarda dünyanın geri kalanının tümünden daha fazla askeri kapasiteleri üzerinde harcama yapmaktadır ve tarihinde hiçbir zaman kendisini saldırılara karşı bu kadar kırılgan hissetmemiş ve savaş alanındaki sonuçların arzu edilen politik sonuçlara dönüştürülememesini hiç böylesine tatmamıştı. Bir bütün olarak ele alındığında Lübnan Savaşı, muhtemelen yeni bir Ortadoğu"nun (Condoleezza Rice) doğum sancıları olarak değil, aksine savaşı egemen devletler arasındaki ilişkilerde değişimin ve istikrarın kaçınılmaz temeli olarak kabul eden dünya düzeni sisteminin son can çekişmeleri olarak hatırlanacaktır.
(*) Bu yazıyı Zaman için kaleme alan Prof. Falk, dünyaca ünlü uluslararası ilişkiler hocasıdır. Princeton Üniversitesi öğretim üyesi olan ve Filistin Raporu büyük yankı uyandıran Falk, değişik dillerde yayınlanmış çok sayıda kitap ve makalesiyle bilinmektedir.