Marks’tan Wallerstein’a Türkiye

Merve Kavakçı

Marksist düşünce sisteminin en temel öğesi insanlık tarihinin gelişimini ekonomik gelişmelere bağlamasıdır Marks’ın. O da hiç şüphesiz bütün düşünürlerde gördüğümüz gibi içinden çıktığı zaman ve mekânın şekillendirdiği bir düşünce yapısına sahiptir. Bu şu demektir, kendi toplumunu içten bir gözle nasıl gördüyse, ondaki zayıflıkları ve güçlülükleri kendi bakış açısı ile değerlendirmiş ve buna göre de deva reçetesini hazırlamıştır. Malumunuz, burjuva dediğimiz orta sınıfı hedef tahtasına oturtmuş ve tabiri caizse ne oluyorsa onların başının altından çıkıyor diyerek suçlamıştır. Kendini çalışan, işçi sınıfı yanında konumlandıran Marks’a göre olup biten bütün çatışmaların sebebi, savaşlar da dahil olmak üzere bu orta sınıftır. Onların tatmin edilemez talepleri, hep bana hep bana deyişleri ve bir o kadar da hiçbir şeyden memnun olmayarak her daim daha fazlasını istiyor olmaları Marks’ı işçi sınıfının haklarını savunmaya itmiştir. Onun düşüncesini kendilerine bir yerde sıçrama tahtası diyebileceğimiz bir şekilde araçsallaştıran bir dizi düşünce adamı da uluslararası siyaset hakkında kafa yormuştur. Bu bir nevi Marks’ın lokalite ve iç düzen ve siyaset hakkında söylediklerini uluslararası skalaya taşımak anlamına gelir. Marksizmi devletler arası ilişkilere yansıtmaktır. Trotsky’den Lüxembourg’a, Lenin’den Wallerstein’a kadar hepsi bundan beslenir. Sonuncusunun Dünya Sistemleri Teorisi tam anlamıyla Marks’ın gözüyle görünen bir küreden söz eder bize.

Wallerstein üç kategoriye ayırdığı dünyada merkez, perifer ve semi perifer yani yarı çevre sayılabilecek ülkelerden bahseder. Bu ülkelerden merkezde olanlara demokrasiyi ve onunla gelen bütün nimetleri atfeder. İki kelime ile tasvir etmek gerekirse bu ülkelere sanayileşmelerini tamamlamış gelişmiş Batı ülkeleri diyebiliriz. Ne enteresandır ki Amerika’yı bu gruba yerleştiren mevzubahis kategorizasyon paketin içinde mündemiç olan fakir fukaraya ayrılan devlet bütçesinin hemen hemen yüzde sıfırlarda olduğunu görmezden gelir. Oysa merkez ülkelerin en temel unsurlarından biri iyi bir sosyal devlet anlayışına sahip olarak ihtiyaç içinde olan vatandaşlarının yanında yer almaktır. Sınıflandırma daha büyük ölçüde mesela İngiltere ve Kanada gerçeğini yansıtıyor olabilir ama ABD konusunda hatalıdır diyebiliriz.

Bir başka itiraz da Türkiye konusunda yapılabilir. Şöyle ki gelişmekte olan bütün ülkeleri üç aşağı beş yukarı ikinci ve üçüncü kategoriye sokan yani çevre ve yarı çevre ülkeler altında sınıflandıran sistem Türkiye’nin sağlamış olduğu self sufficient yani kendine yetebilen ekonomisini göz ardı etmiş olur. Popüler siyaset diliyle söylemek istersek yerli ve milli olanla yetinmenin ötesinde onu tercih etmeyi önceleyen bir ekonomik yapılanmanın bu sınıflandırmadaki yerini henüz idrak edememiştir.

Wallerstein’ın hazırladığı temel iskeleti baz alırsak, Türkiye hem merkez ülke konumundadır, hem de onun iddialarını çürütür seviyede istismardan uzak duran bir ülkedir. Beklenti merkezin hem direkt olarak çevre ülkelerini istismar etmesidir hem de indirekt olarak yani yarı çevre ülkelerinin çevre ülkelerini istismar etmesi sebebiyle “istismarcı” ve “çağdaş sömürgeci” konumunda olmasıdır. Oysa Türkiye hem demokratik hem de istismardan uzak duruşu, bilakis kavrayıcı oluşu Marksist sistemi altüst ediyor.

yeniakit