Dün size Hasan Celal Güzel’in 5.3.2006’da yayınlanan “İtiraf ediyorum ben bir enayiyim” başlıklı yazısını aktarmıştım. Bugün de onun aynı mealde kaleme aldığı, 14 Mayıs 2013’de Sabah gazetesinde yayınlanan yazısını aktarmak istiyorum.
Hasan abi ile aramızda 4-5 yaş fark var. Benden önce Erbakan’ın danışmanı Hasan abi idi. Ben geldim o ayrıldı. Halef-selef olduk, ama bir daha da ayrılmadık.
Aramızda, Erbakan, Demirel, Türkeş ve Özal’ı en iyi tanıyanlardan biri de Hasan Celal Güzeldi. Aramızda devleti (Görüneni-görünmeyeni ile) en iyi bilenlerden biri de o idi.
12 Eylül sonrası, Özal döneminde, Milli Eğitim Bakanı ile Milli Eğitim Şura’sında, 21. YY Eğitim Politikaları Forumunda ana konuşmanın yanında, genel kurul tebliğini de bana okutmuştu.
Erbakan’ın bir sözü üzerine dava açıldığında o söz içinde Anadolu’da il il dolaştık, Tayyib Erdoğan “o şiir”i okuduğunda da meydanlarda, stadyumlarda, kapalı spor salonlarında on ilde o şiiri okuduk.
Başörtüsü eylemlerinde de meydanlardaydık.
En son, Türkiye’nin entelektüel birikimini ortaya koyan “Yeni Türkiye” dergisinin yayın kuruluna adımın bulunmasını istemişti.
Sonuçta bugün bir “dava arkadaşı”mı kaybettim.. Ama gittiği yeri biliyorum. Bir gün biz de gideceğiz. O bizden önce gitti. Onu tekrar rahmetle anarken, dünküne benzer, ama daha sonra yayınladığı bir makalesini tekrar köşeme alıyorum. O yaşarken birilerine bu mesajı duyuramadı. Ben onun bu çığlığını birilerine duyurmak için onu köşeme misafir ediyorum.
Allah hepimizi yoksulluğun ezikliğinden ve zenginliğin fitnesinden, yenilginin perişanlığından, güç ve zaferin sarhoşluğundan, aşkın ve öfkenin fitnesinden muhafaza buyursun.
“Meğer ben ne enayiymişim!.. (Sayın Milletvekillerine ithaf olunur)
Efendim, artık 68 yaşında, su katılmamış bir avanak, hakikî bir budala ve gayrikabil-i ıslah bir ‘enayi’ olduğumu itiraf ediyorum. Bana küçük yaşımdan itibaren ‘beytülmal’in mukaddesliğini öğretmişlerdi. Hiç kimse ‘Devlet malı deniz, yemeyen domuz’ dememişti. Bütün ömrüm tâbir-i âmiyanesiyle ‘eşşek gibi’ çalışmakla geçti. Çalışma hayatımda tek gün dahi izin kullanmadım. Bir gece bile doyasıya uyuyamadım. Kimileri bana ‘uykusuz müsteşar’ adını takıp uçup kaçtığımı söylerdi ama ‘Ne akılsız adam yahu!’ şeklindeki fısıltılar, her gün yüzlerce telefon konuşmasıyla çınlayan kulaklarıma kadar gelirdi.
Üzerinde ‘T.C. Hükümeti’ yazan kurşun kalemleri, silgileri ve kâğıtları, sadece resmî hizmetlerde, âdeta okşar gibi incitmemeye çalışarak kullanırdım. Çocuklarım devlet malına ellerini dahi süremezlerdi. Plakaları kırmızı ve siyah renkli resmî arabalara bir defa dahi binmediler. Yüzlerine bakmaya kıyamadığım Mustafa’m ve Elif’im, bir saat daha az uyuyup belediye otobüsleri ve okul servisleriyle okula gittikleri esnada, bendeniz müsteşarlık ve bakanlık yapıyordum. Bırakınız eşime araba tahsis etmeyi, evde devletin personelini çalıştırmayı; idarecilik ve siyaset hayatımda lojmanda oturmadım. Koruma görevlisi de kullanmadım. Arabamın önünde ve arkasında fiyakalı eskortlar hiç bulunmadı. Meğer ben ne enayiymişim!...
Yaptığım enayiliklerin haddi hesabı yoktur... Meselâ, bendeniz milletvekiliyken -birkaç zarurî toplantı dışında- Meclis lokantasında yemek yemezdim. Zira burada çalışanlar kamu personeliydi ve çok ucuz olan yemekler milletin kesesinden sübvanse ediliyordu. Sonra, çok beğendiğim halde, aynı gerekçelerle TBMM Sigarası da içmedim. Ceplerim şıkır şıkır metal jetonlarla dolu olarak dolaşır, özel görüşmelerimi kulisteki ankesörlü telefonlarla yapardım. O zaman ‘beleş’ cep telefonlarımız da yoktu.
Hiçbir hediyeyi kabul etmez; ya reddeder veya demirbaşa kaydettirerek devlete intikal ettirirdim. Yıllarca üst yöneticilik, müsteşarlık, bakanlık yaptım; hâlen evimde bu dönemlere ait -bronz plaketler dışında tek bir hatıra eşya göremezsiniz.
Benim anladığım mânâda siyasete ‘Zengin girilir, fakir çıkılır’. Biz enayiler, devlet hizmetini ve siyaseti böyle anlıyoruz. Siyasî hayatımda önüme çıkan yüzlerce fırsatı teperek mal mülk edinmedim. Bilâkis, ANAP’taki Genel Başkanlık mücadelesinde, Bond çantalarda getirilen paraları reddederek, eşimin SSK kredisiyle aldığı Oran’daki daireyi; YDP’nin kuruluşunda da babamdan kalan Malatya’daki ev ile dedemden kalan Gaziantep’teki evin bana düşen hisselerini harcadım.
Bu arada, eşimin uzmanlığıyla ve alın teriyle hak ettiği ‘Vakıflar Genel Müdürü’ olarak tayin kararnamesini, nasıl engellediğimi de unutmayayım.
Sadece bununla kalsa neyse... ANAP döneminde, şiddetle muhalefetime rağmen çıkarılan ‘kıyak emekliliği’ reddedip tek maaşa devam ettim. Bu haksız uygulama hâlen devam ediyor. Başbakanlık Müsteşarı’yken, milletvekili maaşlarının buna göre ayarlanmasını gerekçe göstererek kendim için sözleşme yapmadım ve üç yıl müddetle emrimdeki daire başkanlarından bile daha az maaş aldım.
Meğer ben ne enayiymişim!...
Şimdi 70’ine merdiven dayadım. Hâlâ kirada oturuyorum. Kendime ait tek mülküm kitaplarım... Yani, sizin anlayacağınız, gerçek anlamda ‘Dikili ağacım dahi yok’. Hizmet hayatım boyunca, muhatabımın bıyık altından gülerek dinlediği, ‘Bu fukara millete ben bu masrafı hiç yaptırır mıyım?’ lâfım vardı.
Sevgili okuyucularım, bu yazdıklarımı okuyup da sakın bütün bunlardan pişmanlık duyduğumu sanmayınız. Enayilik öylesine içime işlemiş ki geriye dönmek mümkün olabilse gene aynısını yapardım.
Beni bütün ‘enayiliğime’ rağmen kimseye muhtaç etmeyen Yüce Allah’ıma hamd ediyorum.”
Ben onun cenazesine katılamadım. Ama onu köşeme misafir ettim. “Enayi”liğini ise manevi bir miras ve vasiyet kabul ettim. Selam ve dua ile.