İstiklal Marşı'nı yazan Kur'an şairi Mehmed Akif Ersoy, vefatının 76. yıldönümünde anılıyor.
Gerek Milli mücadele döneminde gerekse sonrasında sürekli milletin yanında olan Mehmed Akif, cumhuriyetin kurulmasından sonra yeni rejimi kuranlarla fikir ayrılıklarından dolayı 1925 yılında Mısır'a gitmek zorunda kalmıştı. Mısır'dayken memleketinden ayrı kalmanın hüznüyle hastalanmış, 1936'da Türkiye'ye dönmüştü. Döndükten altı ay sonra, 27 Aralık 1936'da vefat etmişti.
CENAZESİNDE YALNIZCA MİLLET VARDI
Kurtuluş savaşı sürecinde yazdığı yazılar ve camilerde verdiği hutbeler ile halkın duygularını coşturan Mehmet Akif, milli mücadeleye önemli katkılarda bulunmuş I.Mecliste Milletvekili olarak da görev yapmıştır. Mehmet Akif Ersoy yazdığı İstiklal Marşı ile de milletimizin yazdığı destanı şiirleştirmiş yine onu asıl sahibine yani millete armağan etmiştir.
Kurtuluş savaşının ardından yeni kurulan rejim ile fikir ayrılıklarından dolayı 1925 yılında Mısır'a giden Mehmet Akif Ersoy, 1936 yılına kadar Mısır'da bulunmuştur. Mısır'da bulunduğu sürede üniversitede edebiyat dersleri de veren Akif, ülkesinden ayrı kalmanın verdiği üzüntünün de etkisiyle hastalanmış ardından 17 Haziran 1936 tarihinde Türkiye'ye dönmüştür. Mehmet Akif Ersoy rahatsızlığı ilerleyince tedavi görmeye başlamıştır. İstanbul'da bulunduğu süre içinde eski dostları, sevenleri tarafından sık sık ziyaret edilen Mehmet Akif, 27 Aralık 1936 tarihinde Beyoğlu'ndaki Mısır apartmanında kaldığı dairede hayatını kaybetti. Gazeteler ertesi günü Akif'in vefat haberini verdiler.
Mehmet Akif Ersoy'un vefatı ülkede büyük bir üzüntüye sebep oldu. Beyazıd Camisinde yapılan cenaze törenine onu seven binlerce genç ve dostları katıldı. Yapılan cenaze törenine resmi kişilerden ve kuruluşlardan katılan hiç kimse olmadı. Mehmet Akif'in Cenaze törenine bir hukuk fakültesi öğrencisi iken katılan Prof.Dr.Sulhi Dönmezer 5 Ocak 1987 de Tercüman gazetesinde "Akif'in Cenaze Töreni" başlıklı yazısında o günü şöyle anlatıyor :
'...O zamanların ülkemizde egemen tek partinin otoriter düzeni içinde kimse idare ile çelişkiye düşmek istemediği için basında Mehmet Akif'in yurda dönüşü ve hastalığının seyri hakkında pek fazla haber yayınlanmazdı.... Bizler alana geldiğimizde, namaz saatinin yaklaşmış bulunmasına rağmen bir tabuta rastlamadık, hep birlikte bekliyoruz. Birden lokantanın ön kısmını bir cenaze otomobilinin geldiğini gördük, iki kişi üzerine örtü dahi konmamış bir tabutu indirdiler. Yoksul bir fakirin cenazesinin getirildiğini düşünerek bir kısım arkadaşlar yardıma teşebbüs ettiler. Fakat tabutun Mehmet Akife ait bulunduğu anlaşılınca bir anda yüzlerce genç ağlamaya başladı. ...Gençler hemen Emin Efendi Lokantasının bayrağını alarak tabutun üstüne örttüler. Sonra merhumun bir kısım arkadaşları gelmeye başladı ama ne vali, ne belediye reisi ve ne de tek partinin zimamdarlarından hiç kimse ortalarda yoktu."
Ülkenin bağımsızlık mücadelesinde sembol isimlerden biri ve yazdığı İstiklal Marşı ile milletin gönlünde önemli bir yer etmiş olan bu saygıdeğer insana yapılan bu haksızlık tek partili rejimin de milletten ne ölçüde uzaklaşmış olduğunu göstermiştir.
MEHMET AKİF ERSOY
Şair, fikir ve mücadele adamı Mehmed Âkif, Fâtih'te, Sarıgüzel mahallesinde mütevazı bir evde 1873'te doğdu. Fatih Medresesi müderrislerinden Mehmed Tahir Efendi'nin oğludur.
Babası, Arnavutluk'ta ipek kasabası Suşisa köyünden İstanbul'a gelip, Yozgatlı Hacı Mehmed Efendiden icazet aldı. Annesi Buharalı bir aileye mensup. Mehmed Âkif, bu anne ve babadan İstanbul'un Fatih semtinde, Sarıgüzel mahallesinde doğdu. Ebced hesabıyla doğum yılını veren "Ragif" (H. 1290) kelimesi babası tarafından ad olarak verildi. Bu ad yaygın ve bilinir olmadığından "Âkif" şeklinde söylendi ve bu isimle tanındı.
Dört yaşındayken Emir Buharı Mahalle Mektebi'ne başladı, İptidaî (ilk) öğreniminden sonra Fatih Merkez Rüşdiyesi ve Mekteb-i Mülkiye'nin idadî (lise) kısmını bitirdi. Mülkiye'nin âlî (yüksek) kısmına geçmişken, aynı yıl babası öldü ve Sarıgüzel'deki evleri yandı (1887-88). Bu yüzden yeni açılan yatılı Halkalı Mülkiye Baytar Mektebi'ne geçti. Şiirle ilgisi bu mektepte başladı.
ÂKİF'İN RESMİ HAYATI
Baytar Mektebi'ni birincilikle bitiren (1893) Mehmed Âkif, Umûr-ı Baytarîye ve Islâh-ı Hayvanât Umum Müfettiş Muavinliği'ne tayin edildi.
Kendi ifadesine göre, üç-dört yıl Rumeli, Anadolu ve Arabistan'da bulaşıcı hayvan hastalıklarının tedavisi için dolaştı. Edirne'de baytar müfettişi, Adana'da vilayet baytarı olarak bulundu.
Bu arada İsmet Hanım'la evlendi (1898). Halkalı Ziraat Mektebi (1906) ve Çiftçilik Makinist Mektebi (1907)'nde hocalık yaptı. Darülfünun Edebiyat-ı Osmaniye Müderrisliği'ne tayin edildi (11 Kasım 1908). Ziraat Nezareti'nde son memurluğu Umûr-ı Baytariye Müdür Muavinliği'dir. Balkan Savaşı'ndan sonra Ziraat Nezareti'ndeki vazifesinden aynı daireden bir kimseye yapılan haksızlığa kızarak istifa etti (11 Mayıs 1913).
1913 yılı sonunda, İttihatçıların Sebilürreşad'ın yayınlarını tasvip etmemeleri, bu derginin yöneticisi olan Mehmed Âkif'in üniversitede ders vermesini eleştirmeleri üzerine Dârülfünûn'dan istifa etti. Yalnız Halkalı Mektebi'ndeki vazifesi devam etti. Balkan Savaşı'nın sonlarında kurulan Müdafaa-yı Millîye Heyeti Neşriyat Şubesi'ne aza seçildi. I. Dünya Savaşı'ndan önce Mısır ve Hicaz'a gitti (1914). Savaş sırasında Almanya'daki Müslüman esirlerin durumunu görmek için Alman hükümetinin daveti üzerine, Teşkilât-ı Mahsusa (Osmanlı gizli teşkilâtı) aracılığı ile Berlin'e gönderildi (1914). Aynı yıl Darü'l-Hilafeti'l-Aliye Medresesinin orta bölümünde Türkçe-edebiyat dersleri vermeye başladı. Gene Teşkilât-ı Mahsûsa tarafından Necid Emiri İbnürreşid'e gönderildi. İbnürreşid, İngilizler tarafından Arap Kralı olarak ilân edilen Şerif Hüseyin'in aksine Osmanlı Devleti'ne bağlı idi. Mehmed Âkif 1918 Temmuzunda Mekke Emiri Şerif Haydar Paşa'nın davetlisi olarak Lübnan'da iken Dârü'l-Hikmeti'l-İslâmiye Cemiyeti'nin başkâtipliğine tayin edildi ve gezi dönüşü vazifeye başladı.
ŞİİR VE MÜCADELE
İzmir'in işgalinden (14 Mayıs 1919) sonra, Batı Anadolu'da yer yer beliren direnmeleri güçlendirmek için Balıkesir'e gitti. Vaazlarla halkı irşada çalıştı. Balıkesir izlenimlerini Sebilürreşad'da yayımladı. İstanbul'un işgalinden sonra Anadolu'da başlayan Millî Mücadele'ye katılmak üzere harekete geçti. Nisan ortalarında İstanbul'dan ayrıldı, muhtemelen 23 veya 24 Nisanda Ankara'ya ulaştı. Bu faaliyetlerinden ötürü, Darü'l-Hikmeti'l-İslâmiye'deki görevine son verildi (3 Mayıs 1920). TBMM'ne Burdur Milletvekili olarak katıldı (5 Haziran 1920). Konya isyanının bastırılması için bu vilayete gönderildi. Daha sonra Kastamonu'ya geçti. Burada Nasrullah Camii'nde vaazlar verdi (meşhur hitabe 19 Kasım 1920). Buraya gelmiş bulunan Sebilürreşad'ın sahibi Eşref Edip'le buluştu. Sebilürreşad'ı bir süre Kastamonu'da yayımladı (1920 Kasım). Tekrar Ankara'ya dönüp Tâceddin Dergâhı'na yerleşti. Bu sırada yazdığı şiir İstiklâl Marşı olarak kabul edildi (12 Mart 1921). Şer'iyye Vekâleti tarafından kurulan Te'lîfât-ı İslâmiye Heyeti'ne seçildi (1922). Millî Mücadele neticelendikten sonra İstanbul'a döndü (Mayıs 1923).
HAYAL KIRIKLIĞI VE SONRASI
İslâm dâvasının bir neferi olarak Türkiye'nin kurtuluşu için çalışan Mehmed Âkif, üst kademe yöneticilerin Millî Mücadele'nin başlangıçtaki amaçlarından uzak, tamamen ters yöndeki tavırları ile çelişti.
Bu yüzden 1923 Ekim'inde Abbas Halim Paşa ile Mısır'a gitti. Kışı orada geçirdikten sonra baharda döndü. Bir kaç yıl kışları Mısır'da, yazları Türkiye'de geçirdi. Bu yıllarda ilk devrim hareketleri başlatılmış; Cumhuriyet idarecileri ülkenin ve toplumun İslâmiyet'le bağlarını koparmaya yönelik faaliyetlere girişmişlerdi. Mehmed Âkif 1926 kışından sonra memlekete dönmedi. Kahire civarında Hilvan'a yerleşti, Camiatü'l Mısriye Darülfünunu'nda (Mısır Üniversitesi) Edebiyat-ı Türkiye (veya Türk dili) müderrisliği yaptı (1929-36). 1935'te karaciğerinden rahatsızlandı ve Temmuz ayında hava değiştirmek için Lübnan'a gitti (Âliye yakınında Sûku'1-garb köyü). Bu sırada daha önce yakalandığı sıtma da ortaya çıktı. Bir süre Antakya'ya da uğrayan Mehmed Âkif, sağlık durumu düzelmeden Mısır'a döndü. Sıla hasreti iyice ağırlığını hissettiriyordu. Memleketine dönmeden Mısır'da ölmekten korktu. 1936 yaz başlangıcında (17 Haziran) İstanbul'a geldi. Nişantaşı Sağlık Yurdu'na yatırıldı. Mısır'da uzun süre kalanlarda görülen siroz (teşemmu-ı kebed)'un tedavisi buradan zamanında uzaklaşamadığı için imkânsız hâle gelmişti. Sağlık yurdundan sonra bir süre Said Halim Paşa'nın oğlu Halim Bey tarafından Alemdağı'ndaki Baltacı Çiftliğinde misafir edilen Mehmed Âkif, Beyoğlundaki Mısır Apartmanında vefat etti (14 Şevval 1355-27 Aralık 1936). Edirnekapı Mezarlığı'nda Babanzâde Ahmed Naîm Efendi'nin yanına gömüldü. Hükümet ve güdümlü basın cenazesine ilgi göstermedi. Yakın günlerde ölen ve edebiyatımızdaki yeri Mehmed Âkif'le kıyaslanamayacak olan Samipaşazâde Sezai'ye gösterilen ilgi bile Mehmed Âkif'ten esirgendi. Resmî cenaze merasimi yapılmadı. Fakat millî şairi, İstiklâl Marşı'nı bir mümin ve millet mistiği olarak âbideleştiren bu mücahidi, milleti ve gençliği büyük bir cemaatle uğurladı.
Kahire'de Mehmed Âkif'in ders verdiği üniversitenin bir amfisine Mehmed Âkif Ersoy ismi verildiği haberi 2005 yılı sonunda gazeteler yansıdı (bk. Yeni Asya, 27.12.2005)
BİR MECBURİ ŞAİR DOĞUYOR
Doğduğu ve yetiştiği İstanbul'un fakir Müslüman muhiti Mehmed Âkif'in sonraki edebî şahsiyetinin şekillenmesinde rol oynayan belli başlı unsurlardandır. Ana tarafı Buharalı bir aileye dayanan Âkif, bu yönüyle Doğu İslâmlığı, Arnavutluk'tan gelen babası tarafından da Batı İslâmlığı ve doğup büyüdüğü muhitle de Osmanlı merkezî İslâmlığının etkilerini taşır. Fatih semti özellikle Mehmed Âkif'in çocukluk ve gençlik yıllarında Müslüman İstanbul'un ilim merkezi durumundadır. Cami merkez olmak üzere yüksek seviyede eğitim-öğretim kurumları bu semtin çehresinin oluşmasında etkili olmuştur. Mehmed Âkif, kendinden çok başkalarını, toplumu düşünen, iyi ahlâklı, namuslu bir insan, örnek bir Müslüman olarak bu etkileşimlerin çocuğudur.
Ayrıca, resmî ve hususî tahsili onun bir hayat olarak yaşanan İslâm'la birlikte Doğu ve Batı kültürleriyle de temasını sağladı. Mehmed Âkif'in özel öğrenimi, babasından aldığı dinî bilgiler, Arapça ve akaitle başlar. Babası için "hem babam hem hocam" der. Fâtih Camii şiirinde babasının küçük yaşlarda elinden tutup Fatih Camii'ne götürdüğünü tasvir eder (Safahat, I).
Sekiz yaşında kadardım, babam "gelin bu gece
Sizinle câmie gitsek çocuklar erkence
Giderseniz gelin amma namazda uslu durun
Meramınız yaramazlıksa işte ev, oturun!"
Deyip alır da benimle kardeşimi...
Daha sonra da Fatih Camii Baş imamı Arap Hoca'dan Kur'an'ı hıfza (ezberlemeye) çalıştı. Selânikli Esad Dede'den Farsça, Halis Efendi'den Arapça okudu. Bu doğu dilleri yanında Baytar İbrahim Efendi'den Fransızca öğrendi.
Mehmed Âkif'in ilk şiir çalışmaları Baytar Mektebi'nde okuduğu yıllarda başlar. Yayımlanan ilk şiirleri Hazine-i Fünûn dergisindeki iki gazelle (1893-1894); Mektep Mecmuası'ndaki Kur'an'a hitap'tır (C. II, Mart 1311/1895). Mehmed Âkif de şiir duygusunun geliştiği bu yıllarda Edebiyat-ı cedidecilerin edebiyat anlayışı yaygınlaşıyordu. Ancak Âkif'in eğilimi gelenekten yanadır. Bu yüzden ilk yazdığı dergilerden biri de gelenekçi ediplerin yer aldığı Resimli gazete'dir (1896). Gençlik şiirleri arasında bulunan Terci-i bend'de Ziya Paşa'nın tesiri hissedilir. Asıl gelenekçi yönünü besleyen Mülkiye'den hocası olan Muallim Naci'dir. Gelenekçiliğin o dönemdeki en önemli isimlerinden olan Muallim Naci, Batı tarzı yenilikçilerle gelenekçiler tartışmasında gelenekçilerin sözcüsü durumunda görünmüştür. Mehmed Âkif gelenekçi eğilimlerine rağmen, sonradan ilk gençliğinde yazdığı gazelleri "nafile" olarak nitelemiş ve gelenekçiliği, konu ve tarz olarak yenilikçi olmasını engellememiştir. Bu çerçevede üzerinde tesiri olanlardan biri de Abdülhak Hâmid (Tarhan)'dir. Bu tesir 1908'den sonraki şiirlerinde hissedilmez. Gerçekte Mehmed Âkif, genç yaşta başladığı edebî faaliyetleri bırakıp on yıl süren bir bekleme devresine girer (1898-1908). Bu dönem, onun hayatın gerçeklerinden edindiği tecrübelerle hazırlandığı bir devre olarak değerlendirilmelidir.
Mehmed Âkif'in şiir anlayışını etkileyen isimler arasında İranlı (Şirazlı) Hafız ve Sadi de vardır. 1898'den itibaren Servet-i Fünûn'da yayımladığı tercümeler arasında Hafız'in şiirleri de bulunur. Sadi ise, hikmetli hikâyeleri nazmetmesi ile Mehmed Âkif'i etkiler.
1898'de Resimli gazete'de yayımlanan şiirlerinden biri 'Sadi'dir. Bu Acem şairinden de tercümeleri vardır. Ayrıca bazı şiirlerinde Sadi'den iktibaslara rastlanır. Servet-i Fünûn'da yayımlanan bir ankete verdiği cevapta en çok tesirinde kaldığı edibin Sadi olduğunu belirtmiştir (1919). Batı'dan tesirini ifade ettikleri ise Lamartine ve Alexandre Dumas Fils'dir.
Mehmed Âkif'in edebî ve fikrî hayatında dönüm noktası 1908 yılıdır. Bu yıl içinde Darülfünun Edebiyat-ı Umûmiye müderrisliğine tayin olundu. Böylece edebiyatla uğraşması kolaylaştı. Ebülûlâ (Mardin) ile Eşref Edib (Fergan) tarafından yayımlanmakta olan Sırât-ı müstakim'de (VIII. C. den sonra 8 Mart 1912'de Sebilü'r-reşâd adını aldı) yazmaya başladı. Bu dergide 1908'de 29, 1909'da 5, 1910'da 7 şiiri yayımlandı. Bu şiirler arasında Küfe ve Seyfi Baba gibi ona geniş ün sağlayanlar da vardır. Mehmed Âkif asıl edebiyatçı kişiliğini 1908'den sonra bu dergide yayımladığı şiirlerle bulmuş, bilhassa manzum hikayeleriyle dikkati çekmiştir.
Çocukluğundan beri hikâye ve masallara meraklı olan Mehmed Âkif'in ilk okuduğu eserler arasında klasik bir aşk hikâyesi olan Leylâ ve Mecnûn (Fûzulî)'un da olduğu biliniyor. Edebî hayatının yeni başlangıç döneminde Edebiyat-ı cedîdeciler'in manzum hikâye modası yaygındı. Mehmed Âkif bu dönemde toplum hayatının çeşitli kesimlerinden çıkardığı konuları canlı ve ilgi uyandırıcı bir şekilde işledi. Hikâyelerin konularını sosyal olaylardan, hayatından ve İslâm tarihinden almış, bazı seyahatlerini de manzum olarak hikâye etmiştir.
ŞİİR VE FİKİR
Mehmed Âkif'in edebî şahsiyeti fikir adamlığı yönü ile bütünlenir. Edebî bazı sohbet yazıları dışında, bütün nesirle¬rinde ve şiirlerinde belli bir fikrin takipçisi oldu. Diğer çalış¬maları dikkate alınmadan da, yalnız şiirleriyle, fikir adamlığı yönünü ortaya koymak mümkündür. (Şiiri bir mücadele ara¬cı olarak kullanırken, Batıcılığın belli başlı simalarından Tevfik Fikret'le hayli sert bir münakaşaya girmekten de kaçınma¬dı. Bu münakaşanın yankıları sürekli olmuştur.) XIX. asrın ikinci yarısında dünyada cereyan eden olaylar karşısında hem kendiliğinden oluşan bir halk şuuru ve hem de İslâm ül¬kelerinde daha çok entelektüel planda bir hareket olarak baş¬layan İslâmcılık, Mehmed Âkif'in şahsında kuvvetli popüler temsilcilerinden birini bulmuştur. Cemâleddin Afganî (1838-1897), Muhammed Abduh (1848-1905) ve Abdürreşid İbra¬him (Safahat'ın II. kitabı Süleymaniye kürsüsünde'nin kahra¬manı, 1853-1944) bu hareketin ilk önemli isimlerindendir. Ce¬mâleddin Afganî ve Muhammed Abduh, Paris'te el-'Urvetü'l-vüskâ (Çözülmez bağ, Sağlam kulp) adlı İslâm âleminde anti-emperyalist eğilimler doğuran bir dergi yayımladılar (1884, 18 sayı).
ASRIN İDRAKİ VE İSLAM
Batı'da gelişen teknolojinin gerisinde kalan İslâm topluluklarının önce iktisadî, sonra siyasî ve içtimaî bozulmaya uğramaları aydınların başlıca meselesi oldu. Bir kısım aydınlar hâlihazır Batı medeniyeti ve kültürünün tamamen taklit yolunu benimserken, İslamcılar, Batının ilmini, teknolojisini nakletmek ve fakat manevî-kültürel değerlerde İslâm kaynaklarına sadakati savundular. Müslümanların gerileme sebepleri arasında İslâmiyet'ten uzaklaşma ve İslâmiyet'i yanlış anlamanın rolü üzerinde durdular. Cemâleddin Afganî'ye göre, Müslümanlar İslâmiyet'i kaybetmişlerdir. Din yerine hurafeleri koymuş ve bunu İslâmiyet olarak adlandırmışlardır. Muhammed Abduh, Müslümanların bu durumdan kurtulabilmeleri için dinin asıl kaynağına, Kur'an ve sünnete dönmekten başka çare olmadığını belirtir, İslamcılar siyasî plânda da bütün Müslümanların siyasî bir birlik olmaları gerektiği görüşündedirler. Mehmed Âkif bu temel ilkeleri şiirlerinde ve yazılarında sürekli olarak işledi.
FİKİR VE MÜCADELE
İslâm birliğinin savunucusu olan Mehmed Âkif, XIX. asrın ikinci yarısında başlayan Osmanlı Devleti içindeki Müslüman toplulukların ayrılıkçı hareketlerine karşı çıktı. 1908'den ve özellikle de Balkan Savaşı'ndan sonra Türk aydınlan arasında Türkçülük yaygınlaşmaya başladı. Sebilürreşâd etrafında toplanan İslamcılar, Ziya Gökalp gibi Türkçüleri İslâmiyet'in men ettiği kavmiyetçilikle suçladılar. Ancak bir süre sonra Sebilürreşâd kadrosu da ikiye ayrıldı. Âkif bu dönemde İslâmcılık görüşünü temellendirmek için âyet ve hadisleri yorumlayarak şiir ve nesirler ortaya koydu. Tercümeler yaptı. Tercümelerinin çoğu Şeyh Şiblî, Ferid Vecdî, Abdülaziz Çaviş ve Muhammed Abduh gibi çağdaş İslâm düşünürlerindendir.
Mehmed Âkif, bu asrın başında hızla gelişen birçok olayın içinde göründü. I. Dünya Savaşı'ndaki görevleri ve Millî Mücadele sırasındaki faaliyetleri dikkat çekicidir. Millî Mücadele'nin bütün İslâm âleminin kurtuluşuna hizmet edecek bir yönde gelişeceğine inanıyordu. Batı emperyalizmine karşı Türk milletinin verdiği savaş başarıya ulaşınca, diğer İslâm topluluklarının mücadeleleri için de adımlar atılabilecekti. Bu yüzden Millî Mücadele boyunca vatan sevgisi yanında, İslâm birliği ülküsünü terennümden de geri kalmadı. Ancak, Millî Mücadele'nin sonunda hâkim olan eğilimler bu umutları tamamen yok etti. Savaşı verirken alem olan mukaddesler geride kalmış, Batı'nın belirlediği statüde yer almak kaygısı, devletin geleceğine yön verenlerin tayin edici düşüncesi olmuştur. Bu safhada, Doğu dünyası bir Mecnun, İslâm Birliği ideali de erişilmesi imkânsız bir Leylâ'dır artık. Âkif'in Nisan 1922'de yazdığı Leylâ şiirinde bu duygular kuvvetle işlenmiştir. Balkan Savaşı, I. Dünya Savaşı ve hatta Şerif Hüseyin'in çevresindeki Arapların Osmanlı Devleti'ne karşı ayaklanmaları, Mehmed Âkif'in İslâm birliğine olan inancını sarsmamışken, Millî Mücadele sonrası Türkiye'nin durumu bütün ümitlerini kırdı. Yeni Türkiye Devleti idarecilerinin katı lâik, yer yer İslâmiyet'e aykırı ve karşı görünen uygulamaları bu idealin ortamını yok etmişti. Bu durum Mehmed Âkif'i umutsuzluğa ve bunalıma sevk etti. Bu dönemde çok az eser verebildi. Mısır'a yerleşmesi ve burada sürdüğü vatandan uzak hayat tasavvufî eğilimlerini ortaya çıkardı ve kuvvetlendirdi.
ŞİİR VE SANATI
Mehmed Âkif, Türk şiirinin XX. yüzyıl başlarındaki gelişim çizgisinde önemli bir yer tutar. Cenab Şahabeddin, coşkunlukla "Edebiyat tarihi, şimdiye kadar Büyük Âkif'ten daha büyük İslâm ve Türk şairi tanımaz" derken, Mehmed Âkif'le ilgili bir monografisi olan Midhat Cemal Kuntay, Türk nazmının terkip kudretinin son noktasına Mehmed Âkif'in eliyle çıktığım söyler. Bütün edebiyat tarihçileri, Mehmed Âkif'in Türk nazmına getirdiği sesi, canlılığı, dil pürüzlerinden arınmış sadeliği övmekte birleşirler. Bu kanaat, İslâm edebiyatının ortak vezni olan aruzu kullanmaktaki ustalığından doğmaktadır. Bütün İslâm şiirini bir âhenkte birleştiren aruz vezni, dokuz asırdır Türk şairleri tarafından da kullanılmaktaydı. Türkçede uzun hece olmaması yüzünden, bu veznin pürüzlerinden kurtulunamıyordu. Âkif'ledir ki bu vezin, günlük konuşmaları, en tabiî ifadeleri rahatça verebilecek bir âlet haline gelir. Onunla en duygulu mısraları büyük bir ustalıkla meydana getiren şair, manzum hikâyelerinde basit mahalle sözlüğünü de kullanarak tabiî konuşma diliyle uzun anlatımlara girmekten de geri kalmaz. Vaaz verir, nutuk çektirir, arzuhal yazar.
Mehmed Âkif'e göre sanat dava için, "Şeriat" içindir. Şiirle düşünmeyi edebiyatımızda en ileri noktaya vardırmıştır. Toplum hayatında bir insanın ömrü boyunca başından geçenleri şiirle anlatmak onun tutkusu gibidir. Bu yüzden şiirleri Müslüman Türk halkının, özellikle de İstanbul'un, belli bir dönemdeki günlüğü, "vekâyinamesi" daha yeni bir tabirle "gazete"sidir. Yaptığı işin şuurunda olan Âkif, bu yüzden şiirlerini "Safahat" (safhalar, dönemler) başlığı altında toplamıştır, denilebilir. 1908'den savaş yıllarına kadar olan şiirlerinde, toplumun günlük hayatı Safahat'ın ilk kitaplarında şiirleştirilmiştir. Camiler, kahveler, sokaklar, meyhaneler... belli başlı mekânlardır. Hastalar, yetimler, dullar, yoksullar, idari bozukluklar bu mekânlar üzerinde tablo tablo objektif olarak tasvir edilmiştir. Savaş döneminde bu "günlük" te de mahiyet değişikliği hissedilir. Artık günlük hayatın olağanı olağanüstüne dönüşür. Olağanüstü bu safhada "destan"dır. Mehmed Âkif'in şiiri de destanlaşır. Bu destanın kahramanı yeni neslin temsilcisi "Âsım"ın şahsında bütün Müslüman gençlik ve Müslüman halktır. Mehmed Âkif Cumhuriyet'in ilânından sonra, devrimler döneminde günlük yazmaktan uzaklaşır. Çünkü dış, yönetim, onu savaş veremeyecek kadar tecrit eder. Bu dönemdeki şiirleri kendi şahsının günlüğü olarak kabul edilebilir.
Şiiri bir tebliğ vasıtası olarak kabul ettiği, düşüncesinin emrine verdiği için şairanelik kaygısı yoktur. Söz odun gibi de olsa dâvayı anlatmalıdır. Kendisi yüksek hayallerden kaçındığını "âdi, basit şeyler"den bahsettiğini ifade eder. Eşyanın hakikatlerini hayal gücüyle değiştirip tabiatüstü bir şekle dönüştürmek yerine, her şeyi olduğu gibi, göründüğü gibi tasvir ettiğini söyler. "En fukara muhitlere gider, onları bir ressam gibi aynen tespit etmeye çalışırım" der,
...hayal ile yoktur benim alışverişim
İnan ki her ne demişsem görüp de söylemişim.
mısraları şiirdeki düsturunu, gerçekçilik anlayışını açıklıkla ifade eder.
Şiirlerinin konuları, tasvirleri, karakterleri tamamen yerlidir. Bu itibarla onu, geçen yüzyıllardaki "mahallileşme" cereyanının çağımızdaki bir temsilcisi olarak görmek de mümkündür.
Yaşanan hayat şiirinin başlıca konularındandır. "Edebiyatımızda onun kadar hayatı şiire ve şiiri hayata sokmuş şair yoktur" (Sezai Karakoç). Gerçekçilik ve toplum hayatından kalkış, fikriyatıyla birleşerek İslamiyet'in cemaatçi cephesini ifadeye götürür. Bazılarınca natüralist, sosyal gerçekçi ve hatta sosyalist sayılan yaklaşımları bu çerçevede değerlendirilmelidir.
Âkif'in şiirini oluşturan âmiller şöyle sıralanabilir:
1. Doğuİslâm şiir kültürü. Bu, Divan şiirinde Sadi ve Mevlâna'da en güzel örneklerini bulduğumuz ahlâkî manzum hikâyecilik anlayışına kadar varan çerçevededir.
2. Batı etkisi. Mehmed Âkif bu yönden, Batı sanat akımlarından realizme bağlıdır. Müsbet ilim tahsilinden gelen olaylara gerçekçi, objektif ve tahlilci bakış alışkanlığı da bu kategoride mütalâa edilmelidir.
3. Dinîtarihî çerçeve. Sıkıntılı günler yaşayan devlet ve millet hayatının İslâm ideali ile kucaklanmasından doğan bir samimiyet bu çerçeveyi belirler.
Bütün eserinde bir imân ve isyan iradesi sembolü olarak beliren Âkif, I. Safahat'ında dış dünyanın tesirlerini anlatır. Bu eser bizim hayatımız ve cemiyetimizin ortaya konulduğu bir laboratuar çalışması devresini belgeler. II. Safahat'ta ise, idealini İslâm öğretisinin mekteplerinden, haberleşme mihraklarından camide bir öğreticinin ağzından takrir ettirir. Bu kitapta yer alan fikirler onun tasavvur ettiği cemiyetin heyecanlı bir beyannamesi görünümündedir. Sonraki üç Safahat'ta dış dünyadan yola çıkarak kendi iç dünyasına kapanan, yine de bütün varlığıyla toplumunu kavrayıp sarsmaya yönelen çırpmışlar hissedilir. Âsım'da ise (6. kitap) bu çile döneminden çıkılmıştır. Şair bu kitapta fiilî tezi ortaya koyar. Âsım'ın nesli'nin pırıl pırıl heyecanlı aktivitesinden umutludur. Bu genç ülkü erleri, toplumu karanlığından; aydınları yanılgılarından sıyırıp, İslâm toplumunu inançla yükseltecektir.
Ancak, toplum hayatındaki yeni cebrî oluşum, bu gidişi durdurur. Âkif zirveden derinliğe, iç bene iner. Bu yedinci kitapta (Gölgeler) ortaya konan tasavvufa varır. Toplum hayatından ferdî tasavvufî hayata geçilmiştir. Başlangıçta böyle eğilimleri olmayan ve Vahdeti vücud'a inanmayan Mehmed Âkif de yurdundan ayrıldıktan sonra tasavvufî ve Vahdeti vücud'cu görüşler belirir. Gece, Hicran ve Secde adlı şiirlerinde tasavvufî deneylerin, arayışların ürpertileri hissedilir.
Mehmed Âkif, Gece şiirinin farklılığına dikkat çeken H. Basri Çantay'a "Benim asıl vadim bu idi. Ben şiirimi cemiyete faideli olsun diye yazdım" der.
Mehmed Âkif'in şiir dünyasındaki bütünlüğünü diğer çalışmalarında da bulmak mümkündür. Sebilürreşâd'da yayımladığı edebiyat sohbetleri, âyet ve hadis açıklamaları yanında Millî Mücadele sırasında verdiği vaazlar da aynı doğrultuda çalışmalardır. Tercümeleri bu çalışma ve tebliğ hayatını bütünler.
TESİRLERİ
Mehmed Âkif'in tesirleri çok yönlü ve kalıcı olmuştur. M. Cemal Kuntay, Tâhir Olgun (Tâhirü'l-Mevlevî). Osman Fahri, Neyzen Tevfik, A. Ulvi Kurucu Mehmed Âkif'i örnek alarak şiirler yazdılar. Ancak bu isimlerin Âkif'in çığırını tam manasıyla devam ettirdikleri söylenemez. Mehmed Âkif daha çok millî-İslâmî düşüncenin remzi (sembolü) olarak kabul görerek geniş bir kitle üzerinde etkili olmuş¬tur. Ölümünden sonraki yıllarda bu tesir ve ilgi daha da ge¬nişledi. Zamanla resmî kurumlar da Âkif'in edebiyatımızdaki yerini ve önemini kabul etmek zorunda kaldılar. Ölü¬münden 13 yıl sonra Ankara Belediyesi şairin bir süre kal¬dığı Tâceddin Dergâhı'nın bulunduğu Demir taş sokağının adını "Mehmed Âkif Ersoy Sokağı" olarak değiştirdi (1949). Tâceddin Dergâh'ı da Hacettepe Üniversitesi tarafından onarılarak müze haline getirildi (1973). Türkiye Yazarlar Birliği 1978'den itibaren Ankara'da iken ikamet ettiği Tâ¬ceddin Dergâhı'nda anma toplantıları düzenledi. Bu ve benzer ve faaliyetlerin oluşturduğu kamuoyu baskısı ile ilk defa vefatının ellinci yılında resmî tören ve toplantılar yapıldı (1986). Böylece İstiklâl Marşı Şairi'nin resmiyet nezdindeki itibarı kısmen iade edildi.
ESERLERİ
Mehmed Âkif şiirlerini 7 kitap halinde yayımladı, ilkinin adı olan Safahat sonradan şiir külliyatına ad olarak verildi. Safahat'ı teşkil eden 7 kitap:
1. Safahat (1911) 1908-10 arası Sırât-ı müstakîm'de yayımlanan şiirlerinden dördü dışındakiler bu kitapta yer alır. Kitapta mevcut şiirler içtimaî hikâyeler (Küfe, Meyhane, Mahalle kahvesi), tarihî hikâyeler (Kocakarı ile Ömer, Dirvas) ve kendi hayatından kaynaklananlar (Hasta, Bebek-yahut hakkı karar, Seyfi Baba) şeklinde sınıflanabilir. Âkif'in ilk kitabı Servet-i fününcuların da dikkatini çekti. Celâl Sahir ile Hamdullah Suphi arasında tartışmalar oldu.
2. Süleymaniye kürsüsünde (1912). Kahramanı, Doğu Türklerinden Abdürreşid İbrahim Vaaz şeklinde tek şiir.
3. Hakkın sesleri (1913). 8 âyet ve 1 hadis açıklaması dışında pek hazin bir Mevlîd gecesi adlı şiir yer almaktadır.
4. Fâtih kürsüsünde (1914) Vaaz şeklinde tek şiir. Bu kitapta da İslâm dünyasının çeşitli meseleleri ele alınmıştır.
5. Hâtıralar (1917). 1913 başında Mısır ve Hicaz'a, 1914'te Berlin'e ve Necid'e yaptığı seyahatlerden izlenimler dışında âyet ve hadis tefsirlerine yer verilmiştir.
6. Âsım (1924). Muhavereli bütün bir manzum hikâyedir.
Kişiler: Hocazâde (Mehmed Âkif), Köse imam (Mehmed Âkif'in babasının talebelerinden Ali Şevki Hoca), Âsım (Ali Şevki Hoca'nın oğlu). Emin (Âkif'in oğlu). Mehmed Âkif, özlediği, yetiştiğini veya yetişeceğini umduğu yeni nesli Âsım'la sembolleştirir. Çanakkale şehitlerini tasvir ederken lirizmin şahikasına çıkar.
7. Gölgeler (Mısır, 1933). Daha önce dinî-didaktik şiirler yazan Âkif'in bu kitabında dinî-lirik şiirler önemli yer tutar.
Mehmed Âkif'in şiirleri ölümünden sonra Ömer Rıza Doğrul tarafından Safahat adı altında tek kitap hâlinde yayımlanmıştır (1943). Daha önceki kitaplarında yer almayan bazı şiirleri de bu kitaba alınmıştır (bunlardan en önemlisi, şairin milletin malı olduğu gerekçesiyle kitaplarında yer vermediği İstiklâl Marşı'dır). 1943'ten beri sürekli basılan bu kitap 8. baskıdan itibaren M. E. Düzdağ tarafından yayıma hazırlanmış, 10. baskıdan (1975) itibaren bazı şiirler ilâve edilmiş, devrimlere aykırı görülerek çıkarılan veya değiştirilen bazı kısımları eski hâline getirilmiştir. Safahat, Türk yayın hayatında hiçbir kitaba nasib olmayan bir ilgiye mazhar olmuş. Mehmed Âkif'in ölümünün ellinci yılından sonra (1986) telif haklarının sona ermesi dolayısıyla çok sayıda baskısı yapılmıştır.
Tercümeleri: Müslüman kadını (Ferid Vecdi'den, 1909), Hanoto'nun İslâmiyet'e hücumuna karşı Şeyh Muhammed Abduh'un müdafaası (1915), İçkinin hayât-ı beşerde açtığı rahneler (Abdülaziz Çaviş'ten, 1923), Anglikan kilisesine cevap (A. Çaviş'ten, 1924, bir kısmı Hazreti Ali diyor ki -1959 ve Hazret-i Ali'nin bir devlet adamına emirnamesi- 1963 adlarıyla yayımlandı), İslâmlaşmak (S. Halim Paşa'dan, 1919), İslâm'da Teşkilât-ı siyasîye (S. Halim Paşa'dan, Sebilürreşâd'da tefrika, 1922), Kur'an tercümesi (I. TBMM. Kur'an-ı Kerim'in tercüme edilmesi vazifesini Mehmed Âkif'e, tefsirini ise Elmalılı M. Hamdi'ye verdi. Ancak Mehmed Âkif sonradan bu işten "muvaffak olamayacağı" gerekçesiyle vazgeçti. Diğer bir kanaate göre de tercümesinin Cumhuriyet hükümeti tarafından Kur'an yerine ibadette ikâme edilebileceği zannıyla metni teslim etmek istemedi. Câmiü'l-Ezher âlimlerinden Yozgatlı İhsan Efendi'ye ölürse yakılmak kaydıyla bıraktı).
Diğer eserleri: Kastamonu Nasrullah kürsüsünde (Millî Mücadele sırasında Nasrullah Camii'ndeki hitabesi, Elcezire Kumandanı Nihat Paşa tarafından Diyarbekir matbaasında bastırıldı, 1921). Kur'an'dan âyet ve hadisler (Ö. Rıza Doğrul tarafından Sebilürreşâd'da çıkan sohbet ve makalelerden seçmeler, 1944). Mehmed Âkif'in çeşitli makaleleri ölümünün ellinci yılı dolayısıyla toplanarak yayımlanmıştır (1987, hazırlayanlar: Abdülkerim-Nuran Abdülkadiroğlu) Mehmed Âkif, Peygamberimizin son haccını anlatmak için Hacceti'l-vedâ, Âsım'ın devamı olacak İkinci Asım ve Selâhaddin Eyyubî ile ilgili bir piyes yazmayı da tasarlamıştı.
dunyabulteni