Mahmud Erol Kılıç Bireyleri ve toplumları doğru düşünceye götüren Düşünce Gelenekleri vardır. Sizler o gelenekleri izleyerek hem ferdi ve hem de içtimai doğruları tespit eder, hayatınızda onları ikame etmeye çalışırsınız. "Hakikat” gerek fert olarak ve gerekse toplum olarak ulaşılmaya çalışılan gayedir. Bu nihai gaye size aynı zamanda bir hayat felsefesi de sunmuş olur. Onu elde etmek veyahut ona kavuşmak damlanın suya, suyun denize olan akışı gibi tabii bir oluşumdur. İnsan farkında olsun olmasın bu Hakikatin peşindedir. Ona doğru akar. Zira yücelerden gelmiştir. Yücelmek ister. Yüceliğin bir parçasıdır. Sistemin tam olarak çalışması o parçanın o bütündeki yerine oturması veyahut oturtulması ile oluşur. Fakat bu Hakikat doğa üstü, dünya üstü bir üst varlık olunca onu elde etmek veyahut ona varmak bir süreç ister. Bu süreçte parça o üst yapıya uygun hale gelinceye kadar işlenir. Kıvama getirilir. Yoksa tam eklemlenemez. Mesela bir terör veyahut mafya örgütünün yeraltı hücresinde uzun yıllar esir edilerek tutulmuş ve gayr-ı insani işkencelere maruz kalmış kimseler şans eseri kurtarıldıkları zaman hemen toplumun içerisine bırakılmazlar. Psikologlar eşliğinde bir rehabilitasyondan geçerek o ait oldukları yapıya uygun insani keyfiyete yeniden kavuştuklarına kanaat getirildikten sonra o bütüne katılırlar. Aynen bunun gibi bu dünya zindanında kalan insan maddesel olanın işkenceleri altında aslından uzaklaştırılınca o insanın hakikatini bulması için, özgürlüğüne kavuşması için, karanlık zindandan aydınlığa çıkması için de bir rehabilitasyon süreci (tarik) izlenir. Yukarıda verdiğim örnekte modern zamanlarda bir psikoloğun rehberliğinde bu gerçekleştirilirken kadim dünyada bir bilgenin rehberliğinde bu işlem gerçekleşir. Ne var ki, hakikati ve ona giden yolu doğru bilirseniz sizin bir düşünce prensipleriniz, esaslarınız var demektir. Batı toplumlarında bunlar gerek Yahudi-Hristiyan din esaslarından ve gerekse Eski Mısır ve Grek filozoflarının görüşlerinden alınan ilhamla oluşturulmuştur. Bugün dahi ileri sayılan toplumlar gerek anayasalarında ve gerekse diğer düzenlemelerinde bu kadim esaslara dayalı olarak hareket ederler. Daha açık konuşalım. Mesela bugün ABD’de, Rusya’da, İngiltere’de, İtalya’da, İspanya’da, Portekiz’de, Yunanistan’da, İsrail’de v.s. “din”, “din adamı”, “rahip”, “keşiş”, “filozof”, “kilise (church)”, “manastır”, “cemaat (comunity)”, “tarikat (order)” v.b. gibi gerçeklerin ve de kavramların varoluşsal bir tartışması yapılmaz. O kadar tabii ve de olması gereken gerçeklerdir ki bunların sadece düzenlemeleri ile ilgili fikirler ileri sürülür. Böyle düşünmeyen bazı kimselerin fikirleri ise hem bireysel ve hem de toplumsal gerçekliğe uymadığı için marjinal birkaç kişinin görüşü olarak kalır. Hasılı ileri toplumlar, düşünce yapılarında bir kadim geleneği ve perspektifi izleyen yapılardır. Bizde ise yüzyıldır her şey karmakarışık. Zira böyle bir gelenekten koptuk. Bu geleneğin en fazla farkında olması gereken ve de müdafaa etmesi beklenen -zira o evrensel prensipleri yakalamış geçmiş düşünürlere sahipler- Müslümanlar dahi Stockholm Sendromu benzeri bir tavırla modernitenin dayattığı epistemolojik kaosu kabul etmiş ve üstelik bir de sahiplenmiş gözükmektedirler. Bu düşünme normalleşmesi devrim öncesi (pre-revolution) dönemde olduğu haline dönmediği sürece biz daha çok tartışır dururuz. Esasında bir neticeye varan tartışma da değildir bu. Bir kakafoni, bir kaos, bir gürültüdür bunun adı. Ve işin esas faciası bu kaostan istifade eden sahte kişiliklerin ve yapıların boşlukları doldurma teşebbüsleridir. Tek tek o ülkeleri yeniden saymayayım, iki uç örnekle iktifa edeyim, Amerika ve Rusya’da yüzlerce dinî olan ve dinî olmayan cemaat yapıları vardır. Hiç birisi hakkında “nasıl yani?” diye bir tartışma yapılmaz. Fakat muayyen bir tanesi kanunsuz bir yapıya bürünürse derhal hakkında işlem başlatılır. Yine bu ülkelerde binlerce tarikat (order) vardır ve yine “nasıl yani?” diye tartışılmaz. Gelenekten istifade ile oluşturulmuş olan kanunlar dışına taşan bir işleri olursa sadece o muayyen tarikat (o da sadece söz konusu şahıs hakkında yani yapının tamamı hakkında değil) soruşturma açılır. Hatta daha ilerisini söyleyeyim -ki bu kadarı bizim geleneğimizde bile yoktur- kült denilen, marjinal denilen, underground denilen dinî, siyasî, ideolojik, majik, patolojik v.b. gibi yapılar bile ancak kanunlar dışına çıktıklarında takibata maruz kalırlar. Tıpkı ticaret yapmak gibi… Fikri ve felsefi olarak gayet normal bir şeydir ve kimse ticaretin varoluşunu tartışmaz. Ardından doğal olarak bunu icra eden binlerce şirket vardır ve yine kimse bunların varoluşunu sorgulamaz. Ancak bu devasa yapının içerisinde ticaret kanunlarına uymayan şirketler varsa sadece onlar hakkında işleyiş sorunu soruşturması açılır. Onlarda durum böyle. Bizde Osmanlı döneminde durum böyle. Şimdi ise toz duman.. Bir grup çıkıyor -ki yukarıdaki tasnifte bana göre cemaat- liderinin ihtirasları doğrultusunda devleti demokratik olmayan yöntemlerle ele geçirmeye çalışıyor, değişik kanunsuzluklara bulaşıyor, hedef ortaklığına düştükleri yabancı istihbarat kuruluşlarının piyonu haline geliyor, derhal kanun tatbik edilmelidir. Bir grup çıkıyor -ki yine yukarıdaki tasnife göre bir psiko-seksüel kült topluluğudur- liderinin çocukluk arzuları doğrultusunda çizdiği bedensel üniforma sokulmuş robotlardan oluşan bir yapı oluşturuyor, sayamayacağım her türlü kanunsuz işlere bulaşıyor. Derhal kanun tatbik edilmelidir (Bor’un pazarı geçmeden olması gerekirdi). Bir kere şunu söyleyeyim: Yukarıda işaret ettiğim varoluşsal problemden dolayı böylesi şahıs ve yapıların her zaman bizden çıkacak olmasına hazır olun. Bunlar iki tane değil. Doğrunun ikame edilmediği yerlerde her zaman sahteler çıktı ve çıkacaktır. Çözüm varoluş problemini halletmektir. Hak gelince bâtıl zail olur der Allah. Yoksa bâtıl kendiliğinden gitmez. Doğrusu serbest bırakılmalı. O zaman görün bakalım bu sahteler o yapılar tarafından kabul ediliyor mu edilmiyor mu. Bu sahteler çıktıkları zaman da bir takım kafası karışıklar veyahut aykırı tipler -ki yukarıda örnek olarak verdiğim ülkelerde kaale alınmazlar- “Bu yapılar dini yapılardır o zaman dini yasaklayalım/ veyahut tarikattirler o zaman tarikati yasaklayalım” gibisinden meselenin aslıyla alakası olmayan fantezilere kayarlar. Mesela uzun yıllar değişik kademelerde devlet hizmetlerinde bulunmuş bir yetkili (Sadettin Tantan) kendisiyle yapılan mülakatta tecrübelerine binaen, “Bunların dinle, tarikatle hiçbir ilgi ve alakaları yoktur” der. Aynı gazetede ve aynı gün bir köşe yazarı (Taha Akyol) “bu tarikat” der. Diğer köşe yazarları da aynı şekilde ikiye ayrılırlar. Tantan gibi düşünenler de var Akyol gibi düşünenler de. Gördüğüm kadarıyla Tantan gibi düşünenler daha çok Geleneklerine sahip çıkmak isteyen genç kuşaklar arasında yaygın iken, Akyol gibi düşünenler daha çok modernist ilahiyatçılar arasında yaygın. Burada esas sorun devletin ve onu yeniden kurgulamaya çalışan hükümetin nasıl bir prensibinin olduğunun bilinmesi. ABD, Rusya ve diğer örnekler gibi mi olacaklar yoksa Suudi Arabistan ve Kuzey Kore gibi mi? Unutmayalım ki doğru eylemler doğru düşüncelerden doğarlar… Yenisafak