24 Nisan günü, Zaman'da 'İran Sünnilerine yapılan baskılar ya da Şii mezhep faşizmi' başlığıyla bir yazı yayımlandı. Yazının sahibinin soyadının Gafuri olduğuna bakılırsa, İran'lı olduğu düşünülebilir..
Yazının genel mahiyeti, onun, İran'daki sünnî müslümanlardan birisi olarak veya onlar adına yazdığı izlenimi uyandırıyor, okuyucuda..
Yazıyı yayımlayan gazetenin müslüman halktan yüzbinlere ulaştığı gözönüne alındığında, nice beyinlerin yanıltılması ihtimali olduğu için, sözkonusu yazıda sıralanan bir çok iddia, üzerinde durulmayı gerektiriyor..
*
Bu bakımdan , bu yazıdaki bazı tesbit ve iddialara değinelim.. Uzun yıllar İran coğrafyasında yaşamış olan bir 'müslüman'ın da gözlemlerine de dayanarak..
*
Sözkoınusu yazıda, İran'ın 16. yüzyıla kadar tamamen sünni olan bir ülke olduğuna değiniliyor..
Evet, bu tesbit büyük çapta doğrudur; ama, tamamen değil...
Doğrudur, İran ülkesi, miladî -1500'lerin başına kadar, yani 500 yıl öncesine kadar sünnî müslümanlığın kültür, medeniyet ve ilmî faaliyetler ve yetiştirdiği büyük müslüman beyinler açısından en güçlü coğrafyalardan birisidir.. Ama, tamamen sünni değil, büyük çapta sünnî idi.. Nitekim, yazıda da, 'tamamen' denildikten sonra şiî nüfusun bazı kentlerde azınlık olarak bulunduğu belirtilmektedir..
*Yazıda, bu tesbit yapıldıktan sonra, İran 'cihadı olmayan İslam topluluğu' olarak nitelenmekle, kendi içindeki en temel çelişkilerinden birini de ortaya koyuyor..
Çünkü, bu 'cihadı olmayan topluluk' nitelemesi doğru kabul edilecek ise.. 500 yıl öncesine kadar sünnî olduğu söylenen bu coğrafyadaki müslümanların, geçmişteki 1000 yıla yakın bir süre boyunca cihadının olmadığı da kabul edilecektir?
Halbuki, İran büyük çapta şiîleşmeden önce de, o coğrafyada da, hem müslüman hükümdarlar arasında ve hem de müslüman topluluklarla müslüman olmayan topluluklar arasında uzun asırlar boyunca savaşlar olmuştu.. Hele günümüzde cihad'ın hangi konulara kadar sarkıtıldığı düşünülürse..
O savaşların islam açısından cihad olup olmadığı ise, cihad'dan neyin anlaşıldığına bağlıdır..
Buna rağmen, açıktır ki, Müslümanlar, yaptıkları savaşları cihad anlayışı temeline üzerine oturtmak gereğini hemen daima hissederler.. Kendi savaşını resmen cihad olarak nitelemeyen kaç savaş örneği gösterilebilir, müslüman toplumların savaşında?
Ama, diyelim ki, İran, büyük çapta şiîleştikten sonra, Osmanlı Devleti ve Afgan Şahları'yla da savaştı; bunlar da mı cihad idi?
Evet, her iki taraf veya bütün taraflar da, o savaşlarda kendilerini cihad eden, karşı tarafı ise,fitneci, âsî ve bagî olarak niteliyorlardı.. (1980-88 arasında, İran- Irak arasında, 8 yıl süren ve bir milyondan fazla müslümanı yutan korkunç savaşta; İİC, rejiminin temel mahiyetini de arkasına alarak, savaşını cihad olarak niteliyordu da; Saddam'ın sanki, Baas ideolojisi için mi savaş yaptığını söylediği ve kendi savaşlarının cihad olduğu gibi bir iddia taşımıyor muydu, sanılıyor?)
*
Ancak, mes'elenin o tarafını bir yana bırakalım; İran'ın son 500 yılına da bakacak olursak, bu son 500 sene boyunca, Hindistan'da sömürge bölgeleri oluşturmaya başlayan Portekiz ve İngiltere ile ve de, Hindistan'ın müslüman olmayan bir çok hükümdarlarıyla savaşmıştı.. Çünkü, İngiltere ve o dönemin etkili sömürgecilerinden bir diğeri olan Portekiz, en azından, Hind yolunu emniyet altına almak için, İran'ın güneyini kendi kontrollerinde tutmak istiyorlardı.. Bu cümleden, İran'ın güneyinde yıllarda sürmüş olan çetin Tengistan Savaşları hatırlanabilir..
Ama, bunlar bizim ilgi ve etkilenme alanımız dışında olduğundan, genellikle yok saymışızdır..
Haydi, onları geçelim; ya Rusya ile yapılan korkunç savaşlara ne demeli?
Hele de, miladî- 1700'lerin başından 1830'lara kadar uzuuun savaşlar sonunda, o zamana kadar, taa bugünkü Dağıstan ve Çeçenistan da dahil olmak üzere, bugünkü Gürcistan, Ermenistan ve Azerbaycan olmak üzere bütün Kafkasya İran'ın, uğranılan ağır yenilgiler sebebiyle, İran, bugünkü kuzey sınırlarını oluşturan Aras Nehri'nin güneyine kadar çekilmek zorunda kalmış ve Hazar Denizi"nin doğusunda ise, Buhara ve Semerqand gibi şehirleri de ve Harezm bölgesini de o zamanlar kaybetmiştir..
Hiçbir başka savaş, İran'ın sosyal bünyesinde bu kayıblar ve uğranılan ağır yenilgiler kadar derin ve tahrib edici rol oynamamıştır. Bunun içindir ki, İran halkı, o yenilgiler sonunda Rusya ile yapılan anlaşmaları bugün bile, 'Qarardâdha'y-ı Gulistan ve Turkemençay' (utanç verici Gülistan ve Türkmençay andlaşmaları' olarak niteler..
Bu yenilgiler durup dururken olmadı, ne çetin savaşlar yapıldı.. Ama, başka bir İslam mezhebinin hâkim olduğu bir ülkenin o çetin savaşlarına o zamanlar seyirci kalınmasının ötesinde, bugün de, 'cihad' olmadığı gibi bir yaklaşımla bakılırsa; ve bu, durum, topluma da sürekli, 'cihadı olmayan bir İslam topluluğu' olarak pompalanırsa.. Söylenecek söz bulmakta zorlanmaz mı, insan..
Kaldı ki, haydi onlar çok geride kaldığından ilgimizi çekmemiş olabilir; ama, Birinci Dünya Savaşı'nda, İran"ın Hazar Denizi kıyıları Rusya ile İngiltere arasında el değiştirdi, durdu.. Bunlar olurken, sadece devlet değil, İran müslümanları da, çetin savaşlara katıldılar.. Kezâ, İkinci Dünya Harbi'nin sonunda da Stalin, İran Azerbaycanı'nı da işgal etti ve ancak, İngiltere ve Amerika'nın bastırmasıyla daha sonra geri çekildi..
Bütün bunlar olurken.. Konuya hâlâ, 'cihadı olmayan toplum' tekerlemesiyle, sakızıyla bakmak ne kadar sağlıklı ve insaflıdır? 'Bir taifeye düymanlığınız sizi adâletsizliğe sevketmesin?' mealindeki yüce ikaz ve ihtarları hatırlamayacak mıyız?
*
Müslümanların elinden bu coğrafyalar çıkarken İran müslümanları tarafından verilen savaşların cihad sayılıp sayılmayacağı bir ayrı konu; ama, o zaman, başkalarının cihad sayılan savaşlarına da aynı ölçülerle bakıldığında, nereye varılır?
*
Sözkonusu yazıya yer veren gazetenin birinci sahifesinde, 25 yıl öncelerde, ünlü bir 'hocaefendi'nin ağzından, manşet üstünden verilen ve 'Türkiye'nin tarih boyunca iki büyük düşmanı olmuştur, birisi İran, diğeri Mezopotamyalılar ..' şeklinde verilen bir görüşü de bugün bu gibi düşmanlık uyandıran yazılarla ilintilendirmek yanlış olmayacaktır..
*
Yazılanların soyut olarak redd veya kabulü yerine, araştırılması ve yanlışların düzeltilmesi gerekiyor..
Sözün başında değinilen yazıda, 'İran coğrafyasında yaşayan Sünni topluluklar'ın 16. asırdan sonra yavaş yavaş çeşitli baskılar ve zulümler neticesinde İran sınırlarına, hatta bu sınırların dışına yerleşmek zorunda kaldıkları' anlatılıyor.. Bu cümleden olmak üzere, '2 milyon sünni türkmenden, 4 milyon sünni beluç'den, sayıları birkaç milyonu bulan Basra Körfezi kıyılarında yaşayan Sünni araplardan, yedi milyon civarında kürdlerden, Urumiye ve civarında yaşayan yaklaşık beş yüz bin türk asıllı Sünni, Taliş ve Astara tarafında yaşayan birkaç yüz bin Türk Sünni'den ve bunlara ciddî baskılar yapıldığından söz edilmekte..
Bu rakamlar, karşı tarafın küçültme çabası kadar, abartmalı olabilir.. Ancak, aşağı yukarı bu kadar sünnî olduğu tahmin edilebilir, İran'da.. Çünkü, ülkenin yüzde 18-20'sinin sünnî olduğu söylenmektedir ve 75-76 milyon nüfuslu bir ülkede, yüzde 20, 15 milyon civarındadır..
*
Yazıda, 'İran iç muhalefeti daima kendi dünyalarının problemleriyle meşguldür ve asla Sünnilerin problemleriyle ilgilenmezler.' denildikten sonra, 'Bu gibi meselelerle ilgilenmenin devrim düşmanlığı ve bölücülük olarak addedildiği' ileri sürülmekte..
Sünni müslümanların sünnî olmaktan kaynaklanan mes'eleleriyle ilgilenmenin 'devrim düşmanlığı ve bölücülük' olarak nitelendiğine, İran'daki İslam İnqılabı'nın içinde, ilk 20 yıl bizzat bulunarak şahidlik etmiş bir müslüman, bu iddiaların doğruluğuna asla ihtimal vermiyor.. Bugün, bizzat o coğrafyada olmasa bile..
Ayrıca, bir takım kimseler öyle yorumlarda bulunsalar bile, resmî ağızlardan böyle bir niteleme yapılabileceğine, ihtimal vermemektedir, sözkonusu şahid..
Dahası, 8 yıllık İran-Irak Savaşı sona erdikten sonraki aylarda, Hâşimî Refsencanî'nin, Tehran'da kıldırdığı bir Cum'a namazında okuduğu hutbede, -ki, bu hutbe, canlı olarak, ânında, televizyondan, bütün ülke çapında da yayınıyordu- 'Azerbaycan hariç, diğer bütün sınırlarımızda, halkımız sünni mezbehindendir.. Kuzeydoğuda Türkmen Sahrası, doğuda Afgan sınırı, ve Pakistan sınırında Belucistan, keza İran Körfezi'nin sahilleri halkı ve Ahvaz tarafları, ve keza, Kürdistan eyaleti, hepsi sünnî olup, biz bu kardeşlere teşekkür borçluyuz.. Çünkü, hele de bir savaş ânında, bir ülkeyi sınırlarından rahatsız etmek isteyenlere bu kardeşlerimiz asla fırsat vermemişler, zemin hazırlamamışlar ve bu uzun ve çetin savaş yıllarında, bu sünni halklar asla ülkelerinin aleyhine çalışmayıp, tam tersine, onlar da bu ülke için savaşmışlar, cebhehelerde şehid olmuşlardır..' şeklinde konuştuğunu da aktarmaktadır, canlı şahidimiz..
Böyleyken, sözkonusu yazıda yer alan, 'Sünnilerin, adeta 1979 İslam devriminden bugüne milli bir tehdit olarak algılandığı' ve 'sünnilerin islamdışı görüldüğü' şeklindeki iddialarda bulunabilmek, çok sağlıksız iddialardır..
Buna rağmen, sözkonusu yazıda. İran'da, sünnîlere yapılan baskılardan sözedilerek, 'Görülecektir ki, İran'da bugün itibarıyla ciddi bir "Şii mezhep faşizmi" yaşanmaktadır..' denilmektedir..
Herşeyden önce, müslümanların birbirlerini nitelerken, başka kültürlerin terimleriyle isimlendirmeleri son derece yanlıştır..
Ne demek, şiî faşizmi?
Aynı şekilde, bir başka mezhebin ismine faşizm, vs. gibi, başka kültürlerin terimleri eklenerek bir niteleme yapılsa, bu mantıklı olur mu?
*
Yazıda, daha sonra, sünnilere yapılan baskılardan bazılarına değinilmekte ve 'İran'da yaşayan Sünniler, yeni doğan çocuklarına istedikleri ismi koyamazlar, nüfus idaresinde bir isimler kitabı bulunmaktadır, bu kitapta bulunan isimlerin dışında isim konulmaz. Mesela, İran'da Ebubekir, Ömer, Osman, Ayşe isimleri hiç yoktur. Bu isimleri nüfus idaresi nüfus cüzdanına kaydetmez.
Sünniler askerlik hizmetine alınır fakat Sünni kökenli rütbeli asker asla bulunmaz. Hemen hemen bütün idari ve istihdam formlarında "Sünni misiniz? Şii misiniz?" sorusu mutlaka bulunur. Sünni kaynak kitaplarının basımı serbest değildir. Sünni bölgelerde okullarda okutulan din dersleri Şii akidesi üzerinedir. Sünnilikle alakalı çok az bilgi verilir.' iddialarına yer verilmekte..
Bunların kabul veya reddi, herşeyden önce, İİC'nin resmî makamlarına düşen bir mükellefiyettir.. Bu konuda, resmî yasaklamaların olup olmadığı ayrı bir konu; ama, İran halkının kültür ve geleneğine asırlardır; azlık olan bir mezhebe bağlılığın hassasiyetleri ve dışlanmışlık duygusuyla yerleştirilmiş olan nefret ve hınç duygularıyla bu gibi iddia ve söylemler, bugün de varlığını; halkın günlük hayatında hattâ alay ve hakaret konusu olacak derecede maalesef sürdürmektedir..
Bu bakımdan, 'Bunlar, her zaman ileri sürülen yersiz iddialar..' diye geçiştirilemez..
*
Ama, şu kadarını belirtmek gerekir ki, İslam tarihinin başlangıcında ortaya çıkan acı ihtilaflarda Hz. Ali karşısında yer alan veya Hz. Ali bağlılarınca ona haksızlık yaptıklarına inanılan şahsiyetlerin isimlerine karşı gösterilen husûmet derecesinde alerji ve hassasiyet, dünya müslümanlarının büyük ekseriyetini oluşturan sünnî müslümanları derinden rencide eden bir durumdur..
Bir ihtilafı, ne kadar derin olursa olsun, bütün zamanlara ve mekanlara yaymak ve kendilerinin sevgi duymadıkları bazı seçkin şahsiyetlerin ismini taşıyan bugünkü insanlara bile tepki göstermek, sadece azlıkta olan unsurlarda görülen aşırı hassasiyetle izah edilemiyecek derecede bir büyük açmaz olup, ümmetin birliğini engelleyen en temel problemlerden birisi olarak karşımızdadır..
İslam Milleti"nin tek İmam -lider, etrafında birleşmesi, yekvücud olması teorik bir temenni olarak mümkün gözükse bile, bu konu halledilemedikçe, o güzel arzuların amelî / pratik olarak gerçekleşmesi, bir hayal olmaktan öteye geçemez..
Keza, Vali, komutan, Genel Müdür, Bakan gibi yüksek icraî makamlarda, ülkeye hâkim olan mezhebin bağlısı olmayanlara yer verilmediği iddiası da kolayca reddedilemez.
Ama, bu gibi durumlar sözkonusu edildiğinde, şeklî mantık açısından zâhiren mâkul gibi gözüken izahlar yapıldığı görülür.. Çünkü, İİC Anayasası, genel sosyal düzenlemeyi, "İmamiye-i İsnaAşeriye" (12 İmam), veya Caferiye mezhebine göre yapmıştır. Bu durumda, "Bu mezhebe inanmayan bir kimse, yüksek makamlarda bulunursa, o inanmadığı mezhebin hedeflerini gerçekleştirmeyi esas alan bir nizamın yüksek icraî makamlarında nasıl bulunabilir?'
Evet, genelde geliştirilmiş olan mantık budur.
Ama, böyle bir genel düzenlemeyi, geçmişteki müslüman toplumlar şu veya bu mezhebe göre yaptıklarını delil göstererek doğru zannetmek, sahiden de doğru mudur? Bir ülkede, İslam inancına göre oluşturulmuş bir yönetimde, aynı ülkenin vatandaşları arasında, sadece mezhebî farklılığı esas alarak bir ayırıma gitmenin, -kısa vâdede birilerini tatmin etse bile- uzun vâdede faydadan çok zarar ve tahribat getireceği düşünülmeli değil midir?
*
Çünkü, herkesin kendi mezhebini, dininin en doğru yorumu olarak görmesi bir haktır, ama, insan beynine kilit vurulamıyacağına göre, başkalarının da kendi mezheblerini en doğru olarak telakki etmeleri tabiîdir ve bu da bir mukabil hak olarak görülmelidir.. Esasen, inancın temel mahiyeti, kesin doğru olduğuna inanılmasıdır.. Kesin olmadığı hakkında bir şekk, bir şübhe oluştuğunda, o inanç olmaktan çıkar.. Ama, müslümanlar kendi aralarında ve diğer insanlarla münasebetlerinde, kendi inançlarını sonuna kadar savunmak kararlılığını gösterirken, başkalarının da kendi inançlarını aynı kesinlikle kabul etmekte olduklarını ve bunun fıtrî bir durum olduğunu düşünmek zorundadırlar.. Ama, bu yapılırken, öteki mezheblerden olanların da kendi inançlarını İslam'ın en sahih yorumu olarak görmelerinin onlar için de hak olduğunun kabulü, mantıkî bir gerekliliktir, herhalde..
Bu gibi meseleler, hangi mezhebden olursa her müslümanın düşünmesi ve müslüman beyinlerin bu konuda kafa yormaları gereken konular.. Yazık ki, bu konuları müslümanlar henüz de rahat bir şekilde düşünüp tartışamamış, halledememiştir..
Nitekim, İran'da da, sünni bölgelerinden seçilip İslamî Şurâ Meclisi'ne gelen m. vekillerinin, zaman zaman, -İİC'de, müslüman toplumunun, bir faqih'in velayeti altında, ona mutlak itaat anlayışına göre olması gerektiği şeklinde geliştirilen- Velayet-i Faqih'e bağlılığı medyada da sorgulanmakta ve onlar ise, tabiatiyle, 'Bizim yönetime, nizâma bağlılığımız, tabiatiyle, bir şîi müslümanın bağlılığı gibi olmaz.. Biz ehl-i sünnet müslümanları olarak biraz daha farklı yaklaşırız.' demektedirler..
Bu konuların tartışılmasından çok, tartışılamamasının sistemin en büyük zaaflarından birisi olacağını da gözönünde bulundurmak gerekir..
*
Bu arada, o yazıda, okullarda, 'şia inancına göre ders okutulduğu' iddiasına gelince..
Görüşünü aktaran canlı şahidimiz, 'Aileler çocuklarını okula verdiklerinde, 'Biz ehl-i sünnet mensubuyuz, Çocuğumuzun da bu inanca göre yetiştirilmesini isteriz..' derlerse, onlara, üzerinde, 'Vije be ehl-i tesennun' (Ehl-i Sünnet'e mahsus..) yazısı bulunan bir İslamî bilgiler kitabı verilmekte olup, sünnî ailelerin çocukları o kitabdan sorumlu tutulur.. İlk 20 küsur yıl boyunca bağlı kalınan bu uygulamanın bugün de devam ettiğini sanıyorum..' demekte..
Zaman'daki yazıda dile getirilen diğer iddialar ise.. Genel olarak, kara propaganda yapmak için oluşturulmuş bir takım internet sitelerinde şekil değiştirerek devamlı tekrarlanan ve aralarında doğrular olsa bile, o doğruların bile, hakikat aşkı için değil, fitne için yayılmaya çalışıldığı izlenimini veren yığınla iddialar..
Yazıdaki yığınla iddiaların herbirisine değinmeye ayrı ayrı gerek yok..
Mezheb taassubunu tahrik etmek için, karşı bir taassubla hareket etmek de, aynı şekilde mezmumdur, reddedilmelidir..
Bu cümleden olmak üzere, bu kadar iddiaların derlenip toplanıp, yüzbinlerce müslümanın beynine boca edilmesinin, kardeşliği zehirleyip zehirlemeyeceğinin, bu yazıyı yayınlayan gazete yöneticileri tarafından gözönünde bulundurulmamış olması da, ayrı bir esef edilecek konudur..
haksöz