'Muhafazakâr Medya' Olabilmek...

Ahmet Taşgetiren

Önce ‘Muhafazakâr’ kelimesi neyi anlatıyor, sorusu üzerinde durmak lazım.

Türkiye sathında bu kelimenin İslam’la bağlantılı bir yanı olduğu ve “medya ahlâkı” noktasında İslam kaynaklı değerlerin korunması anlamına geldiği söylenebilir.

Öyleyse İslam’dan yola çıkınca bir “medya ahlâkı”nın varlığını kabul ediyoruz demektir. Bu doğru bir yaklaşımdır, hayatın her alanına ölçü koyan İslam’ın medya gibi insan ilişkilerinin en yoğun alanına ölçü koymaması söz konusu olmazdı.

Söz söylemenin de ölçüsü var, yazı yazmanın, görüntü paylaşmanın da. Her alanda “insan hukuku” söz konusu, iletişim alanında da.

Peki nedir oradaki ana hassasiyet?

Ben şahsen, bir, yapıp ettiklerimizin görüldüğü ve kaydedildiği, iki, bunun ebediyyet aleminde hesabının verileceği inancının tüm davranışlarda hassasiyet oluşturması gerektiğini düşünüyorum. Bu da İslam inancının iki temeli olan Allah inancı (O her şeyi görüyor, her şey Onun görevlendirdiği varlıklar tarafından kaydediliyor) ve Ahiret inancı (yeni bir hayatta, mahşer aydınlığına, dil sussa bile ellerin, ayakların, derilerin konuşacağı bir dünyada her şeyin muhasebesi yapılacak) ile birebir ilgili.

 

Ben yazı hayatımda Kur’an’ın Kalem Suresindeki iki ayeti hep başucumda hissederim. O ayetin, ‘Derviş ve Ölüm’ romanının giriş sayfasındaki tercümesini okuduğumda irkilmiştim. Şöyle bir meal sunulmuştu:

“Nûn. Kalemi ve yazdıklarını tanıklığa çağırıyorum.”

Ayet, bizim meallerimizde genel olarak “Kaleme ve yazdıklarına yemin ederim” şeklinde anlamlandırılır. Ama biz aslında “Yemin”in de bir tür tanıklığa çağırmak olduğunu hatırlamazsak, oradaki gerçek vurguyu da hissedemeyiz. Allah adına yemin etmek, mesela, “Allah şahit olsun ki, Allah bu söze tanıktır” demektir. Onun için yalan yere yemin etmek, yani Allah’ı yalanınıza tanık olarak göstermek İslam nezdinde en büyük günahlardan sayılmıştır.

“Kalemi ve yazdıklarını tanıklığa çağırdığınızda” bileceksiniz ki kaleminiz ve yazılanlar, buna bilgisayarınızı, klavyenizi, ekranınızı, mikrofonunuzu, bastığınız kağıtları, rotatifleri, dağıtım ağlarınızı, uydularınızı ekleyebilirsiniz.

Demek ki, görülüyorsunuz, kaydediliyorsunuz ve yarın bunlar sizin söyledikleriniz için, yazdıklarınız için, görüntüledikleriniz için tanıklık edecekler.

***

Ben, dindar bilinen bir insandan İslam’ın çirkin gördüğü bir davranış sadır olduğunda “Bu adam Allah’a ve Ahiret gününe inanıyor mu?” sorusunu sorarım. Ya da insan, İslam’ın temiz ölçülerini ihlal ederken kendi içinde “Bu davranışım Allah’a ve Ahiret gününe olan inançla bağdaşıyor mu?” diye bir sorgulama yapması lazım.

Medya alanı, zaman zaman kıran kırana nitelik kazanan bir alan. Ülkenin siyasi ortamında yaşananlar, medyayı da etkin bir güç konumuna getiriyor, birbirine bakarak her şeyin meşrulaştırıldığı bir zemin oluşuyor.

“Muhafazakâr medya” sorgulaması tam da bu arenada üstlendiği rolün niteliği noktasında ortaya çıkıyor.

Nasıl davranmak lazım?

İslam’ın iletişim ahlakı konusundaki ölçüleri muhafazakâr medyayı bağlamalı mı, yoksa “Harp hiledir”den yola çıkarak İslam’dan, “İslam’ın bütün ölçülerinin ıskalanacağı bir alan”a geçiş için gerekçe mi üretilmeli?

Çetin bir soru sorduğumun farkındayım.

Adalet, hakkaniyet, insanların şeref ve haysiyetleri konusunda duyarlılık, kendisinin veya taraftar olduğu alanın aleyhine bile olsa “Hakkı söylemek”, mazluma sahip çıkmak, zulme karşı durmak… Bir topluluğa olan düşmanlığın adaletten ayrılmaya sebep olmaması… Yalandan kaçınmak, iftiradan kaçınmak, bilmediğimiz şeyin ardına düşmemek, toplumla paylaştığımız her bilginin-haberin doğruluğundan emin olmak…

Bunları “muhafazakâr iletişim ahlâkı”nın ana çerçevesi olarak mı görüyoruz yoksa, “Bu savaş ortamında bunlar uçuk ilkeler olarak kalır, savaşta düşman nasıl davranıyorsa onun karşılığını vermek esastır” gibi yaklaşıyoruz?

Aliya İzzetbegoviç, savaş ortamında düşmanın bizi terbiye etmesine karşı uyarmıştı:

“Biz savaşı öldüğümüz zaman değil, düşmanlarımıza benzediğimiz zaman kaybederiz. Nefrete nefretle cevap vermeyin. Bosna için nefret çıkmaz sokaktır. Nefret sadece bizim ruhlarımızı zedelemiyor, Bosna’nın özünü de zedeliyor.”