İslam ümmeti tarih boyunca iki cephede sürekli savaşa gelmiştir; birinci cephe "açık şirk ve küfür cephesi" ile savaş, ikinci cephe ise "nifak, riya ve ihanet cephesi" ile savaş.
Savaşın birinci cephesinde, karşıt güçler zahiren ne kadar güçlü olursa olsun, ihlaslı ve fedakar Müslümanlar için onların karşısına dikilmek, onlara karşı direnmek ve onlar karşısında cihad ve şehadeti kuşanmak kolaydır; ancak savaşın ikinci cephesi öylesine zordur ki; bu savaşta düşmanın küfür ve şirk namluları ile değil, nifak çetelerinin mızrakların ucuna taktıkları "İslam", "Kur"an", "mukaddesat" gibi değerler ile yüz yüze gelirsiniz. Karşınızda sizi Müslümanlığınızdan dolayı hedefleyen bir kafir bir "düşman"ı değil, kimliğiniz, duruşunuz ve istikametinizden dolayı sizi İslam"ın dışına atan "Müslümanlar"ı bulursunuz. Öyle ki bu "Müslümanlar"ın adaveti, kafir düşmanın adavetini bile geride bırakabilir"
Bu hakikati, Bedir, Uhud ve Hendek sahnesinde yaşanan savaşın sonuçları ile Kerbela"da yaşanan katliamın sonuçlarına baktığımızda daha iyi anlayabiliriz. İnsanın sormaması mümkün değil; Ebu Cehil mi daha zalim, yoksa İbn-i Ziyad mı..?
Yüzyıllar boyu süregelen bu ayrım günümüzde artık kendisini "Amerikancı İslam" ile göstermektedir. Bu olgunun tarihsel karşılığı ise "Saray ve Sofra İslamı"dır..!
"Saray" ile "Sofra" arasında her zaman doğrudan bir ilişki olmuştur; ceplerini Sultan"ın dinarları ve midelerini ise Saray"ın lokmaları ile dolduranlar, ortaya böyle bir "İslam" çıkarmışlardır. Böyle bir İslam"ın toplum nezdinde yerleşik ve egemen bir hal alması da bu sarayın vaizlerinin elleri ile olmuştur. Onları kah sultanların yanı başında, kah minberlerde, kah kürsülerde görürüz; Allah"ın adı ile başlarlar, ayet ve hadis ile devam ederler, dinden, mukaddesattan söz ederler, sonuçta bu dini Saray egemenlerinin saltanatları ve safahatlarına yakıt yaparlar"
Bunları dün Emevi veya Abbasi dönemlerinin süslü saraylarında gördüğümüz gibi, bugün Riyad, Doha, Amman gibi başkentlerde, Sultanların, Şeyhlerin, Kralların, Meliklerin yanı başında görürüz; isimler değişik olsa da rol aynı rol, görev aynı görevdir"!
Dünün sultanına "zillullahi fil arz" derlerdi, bugünün krallarına ise "hadimu"l haremeyn-i şerifeyn" derler. Dün besmeleyle başladıkları hutbelerine meliklerinin yüceliklerini sıralarken, bugün de sultanların, İslam ve Müslümanlar için ne büyük bir değer olduklarını anlatıp dururlar"
İsimlere takılıp kalmayalım; İslam dünyasına göz attığımızda, sarayların baş köşelerinde kimlerin oturduğunu, sultan eli öpen büyük hoca efendilerin kimler olduğunu gördüğümüzde hemen onları tanırız".
İster adı "kadiu"lkuzzat", ister "şeyhu"l şuyuh" olsun, ister kendilerine "müftü" ister "hoca efendi" densin, ister bir yerlerde vaiz veya hatip, sarayların, meliklerin, kralların sofrasından kalkmayanlar, gelip bu ümmete Muhammedi İslam"ın mektebini öğretirler mi?
Onun içindir ki, Hz. Resul-i Ekrem"in şu hadis-i şerifi tüm tarihlere ve nesillere unutulmayacak temel bir uyarıdır:
"Fakihler dünyaya dalmadıkları ve sultana uymadıkları müddetçe peygamberlerin güvenilir(varis)leridirler. Ancak bunu yaparlarsa o zaman onlardan sakının."
Muhammedi İslam"ın alimleri sarayların eşiklerinde dolaşmaz, meliklerin ellerini öpmez, onların iktidarlarını meşrulaştırmaz, onların bayraklarını kaldırmazlar.
Muhammedi İslam"ın alimleri, midelerini sultanların sofrasında doldurmaz, onların süslerine ve zevklerine kanmazlar.
Muhammedi İslam"ın alimleri, sarayları tutanlar değil, saltanatları yıkanlardır"
Muhammedi İslam"ın alimleri göğüslerini İslam"a siper edinen, yoksula, mahruma sığınak olan, yalınayaklılarla yatıp mazlumlarla kalkanlardır.
Çünkü onnlar ensaru'd-dinillahtır,
Çünkü onlar Hz. Resulüllah'ın gerçek varisleri,
Hizbullah'tır...
İşte İslam ümmeti bir kez daha bu ayrımı yaşamakta, "Muhammedi İslam" ile "Amerikancı İslam" kavşağında, etrafına bir kez daha bakmaktadır"
Herkes kendi gördüğünü söylesin ve karar versin:
"Saray ve Sofra İslamı"na razı mısınız?
velfecr