(Mübarek Kurban Bayramı için tebrikler ve hayırlara vesile olması temennisi ile..)
Yeni Şafak"ta Abdullah Muradoğlu"nun 14 Ekim günü yayınlanan yazısı, üzerinde özellikle durulmayı gerektirecek çaptaydı..
O yazıyı okuyunca, bazı hâtıralar da canlanıverdi, hâfızamda..
Birincisi..
Merhûm Ahmed Davudoğlu hocayla ilgili.. (Gençler için hatırlatma: Merhûm Davudoğlu"nun bugünün Dışişl. Bak. Ahmed Davudoğlu ile herhangi bir ailevî bağlantısı yoktur.)
Hoca"yla son görüşmemiz 1978"in son aylarıydı..
Daha öncesinde ise, 1977 seçimleri öncesinde İstanbul müslümanlarının seçkin isimlerinden 40 kadarıyla birlikte, (İstanbul Yüksek İslam Enstitüsü eski Müdürü) imzasıyla yayınladığı bir bildiride, vatandaşlardan, A. Türkeş"e oy vermeleri isteniyordu.. Bunun üzerine, saygılı, ama, epeyce serte bir yazı yazmıştım.. "Bunu hele de sizin gibi birisi nasıl yapabilir?" diye..
Aradan zaman geçince.. Hastalığının ilerlediği bir sırada, Hoca, bir doktor dostumuz aracılığıyla, "helalleşmek" istediğini belirtince..
Hemen kalkıp gittik, ziyaretine.. O zamanlar Taşlı Tarla diye anılan (bugün, sanıyorum Gazi Osman Paşa denilen) semtteki küçücük evine..
Sohbet ânında, ister istemez geçmişin bir muhasebesi de gündeme geldi..
Rahmetli hoca, Bulgaristan"ın Deliormanlar bölgesinden idi ve bu ülkenin komünistlerin eline geçmesinden sonra baskılara dayanamayıp, Türkiye"ye gelmiş "muhacir"lerdendi..
Ama, Türkiye de, komünistlerin giderek güçlendiği, bir anarşi ve iç-savaş ortamına sürüklenmişti..
Hoca, Bulgaristan"da komünistlerin şerrinden kurtulmak için sığındığı Türkiye"nin de aynı tehlikeyle karşı karşıya kalmasının rahatsızlığıyla yayınlamıştı, 1977 seçimleri öncesindeki o bildiriyi.. Çünkü, komünist tehlikeye karşı, Türkeş"in elindeki genç ve silahlı mücadeleye giren kesimin bir teminat olduğunu düşünmüştü..
Hoca"nın dile getirdiği bu ma"zeret, özel şartları içinde az-çok yerini buluyordu..
Ama, Hoca"nın bir delili daha vardı ki, onu hayıflanarak -özetle- anlatmıştı: "Bir akşam, yatsı namazından sonra, Türkeş, bir kaç adamıyla birlikte ziyarete geldi. Şu sedire oturdu.. Biraz konuştuk, dedi ki: "Hocam, bizi destekleyin, iktidara gelirsek, Şeriat-i Garrâ"y-ı Ahmediye"yi hâkim kılalım.."
Hoca, söylenen bu sözlerin olup olamıyacağını düşünmeden mest olmuş..
Kendisini ağır şekilde suçlayarak, şöyle demişti: "Ahh oğlum.. Sen, ".. lük nedir bilir misin, işte, o yüzden, destekledim.. Bu işleri bir askerin yapacağını düşünüyorduk.. Bunu yapacak cesaretse, ihtilalci birisiydi.."
Evet, bir "asker" bir "general" lâzımdı.. Şöyle cesaretli, yürekli.. Eli de sopalı.. ama, müslüman cinsinden..
*
Yine aynı günlerdeydi..
(Merhûm) Erbakan Hoca"nın İstanbul"da çok yakını olan bir dostumuzla sohbet ediyorduk, rahmetli Sedat Yenigün"le birlikte.. Dünyanın inancımıza, İslam"a göre yeniden tanzim edilmesi idealimiz etrafında sohbet ilerleyince.. Karşımıza çıkacak problemlerin çok çetin olacağını, buna en başta ulemânın hazır olup olmadığının düşünülmesi gerektiğini ifade eden muhatabımız, demişti ki:
"-Ağabeyim, Pakistan Devlet Başkanı General Ziyâ-ul"Haqq"la da görüştü.. Ziyâ"ul Haqq, ulemâdan, devletin İslam"a göre tanzimi için projelerini sunmalarını istemiş, ama, ortaya ciddî bir proje konulamamış.. Ziyâ-ul"Haqq bundan dolayı, büyük bir hayal kırıklığı yaşamış.."
Bu bilgiyi aldığımızın bir hafta kadar sonrasında, Erbakan Hoca ile bir sohbet- röportaj yaparken, bu konu da gündeme gelmişti..
Hoca, o yakının aktardıklarını reddetmeksizin, sadece, "Bunun yazılmasının doğru olmayacağını" belirterek geçiştirmişti, konuyu...
*
Ama, Pakistan"da iken, aynı söylentinin birbirine yakın başka türlerini de duymuştum..
Birileri, ulemâ"ya, "Haydi bakalım.. Sunun projenizi.." derler.. Onlar da, genellikle, elleri-ayakları birbirine dolaşır, neyi nereden başlatacaklarını bilemezler ve böylece devlet idaresine ehil olmadıklarını belgeledikleri gösterilmiş olunur.. Çünkü, Hz. Ali"nin katledilmesinden sonraki bütün tarih devirleri boyunca, iktidarı eline geçiren kılıç sahiblerinin en iyileri bile, hep böyle yapmışlar ve ulemâ"yı, kendilerine en fazlasıyla, "yardımcı" konumda gösterecek tavırlar geliştirmişlerdir.
Ama, kendileri, ulemânın emrine, daha doğrusu bilginin, hikmetin emrine girmek ve iktidarlarını yitirmek istememişlerdir..
*
Yönetim yetkisini gasbedenlerin "kapıkulu ulemâsı"na ihtiyacı..
Halbuki, bu yaklaşımda, her şeyden önce, ulemâ"ya kendilerinin teyid edicisi rolü verilmek istenmiştir. Dahası, ulemâ da, asırların içinde gelenek haline gelen bir sakîm anlayışla, ilk önce sormaları gereken konunun; kendilerine, iktidar sahiblerinin yönetme gücünü kullanmalarının meşrû bir hakk ve yetkiye dayanıp tarafının dayanmadığını sormak olduğunu hatırlamak istememişlerdir. Bir bakıma, ümmetin yönetim yetkisini gasbedenlerin, zorbalık/ sulta sahiblerinin sultanların, kitleleri kandırmak ve onları inançları adına teslim almak için, tarih boyunca en çok muhtaç oldukları kurumların başında, herhalde, "kapıkulu ulemâlığı" gelmektedir..
*
Yeni Şafak"ta "Atatürk Dindarlara Hükümet Teklifinde Bulunmuş!" başlığıyla yayınlanan sözkonusu yazı, konunun benzer başka taraflarını da gösterdi bize..
Çünkü, o yazıda, müslüman camianın bilinen isimlerinden Prof. Ali Özek"ten aktarılan bazı hâtırâlar vardı..
Yazıda, ilginç iddialar bulunuyor..
Yazının giriş paragrafını aynen aktarayım: "Prof. Ali Özek Hoca"nın hatıralarında dönemin meşhur din adamları Hasan Basri Çantay"dan aktardığına göre Atatürk, Mehmed Âkif"in de aralarında yer aldığı dindar gruba hükûmet kurmasını teklif etmiş. Buna göre, Çantay Başvekil, Âkif de Maarif Vekili olacaktı.." (Maarif Vekili, yani, Eğitim Bakanı..)
Burada düşünülmesi gereken asıl nokta, burada, "halk"a rağmen, halk için.." diye hareket ettiğini ileri süren ve topluma o zamana kadar hâkim olan sosyal ve hukukî düzeni tepeden inmeci/ jakoben yöntemlerle safdışı etmeye yönelen bir devrimcinin, toplumu kendiliğinden yönetmek hevesine kapılıp, döneminin bu gibi seçkin isimlerine makamlar vermeye kalkışması karşısında; o gibi seçkin kimselerin ona "Siz hangi yetkiyle, kendinizi birilerine makam ve vazifeler veren birisi durumunda görüyorsunuz.." diye sormuş olmamalarıdır.
Evet, asıl sorulması ve üzerinde durulması gereken husus, bu olmalıydı..
Ama, ulemâmız, asırlarca, yazık ki, yönetenlerin hak sahibi olup olmadıklarına bakmaksızın, büyük servet ve kuvvet sahibleri oluşlarına göre, onların haklılıklarını, meşrû" yetki sahibi olduklarını kabul etmişlerdir..
*
Devrimciliğini entrika üzerine kurmuş birini ciddîye almak..
Özek Hoca"nın aktardığı şu bölümün de aktarılması gerekiyor:
"İstanbul Üniversitesi Öğretim Üyesi Dr. Ramazan Yıldırım tarafından hazırlanan Prof. Ali Özek'in hatıralarında (") Mehmed Akif Ersoy'un yakın dostu olan Hasan Basri Çantay'dan enteresan anekdotlar aktarılıyor.
Birinci Meclis'te Karesi mebusu seçilen ve (") 1950'lerin başlarında kaleme aldığı 'Kur'an-ı Hakim ve Meal-i Kerim' isimli eseriyle tanınan ve 1964'te İstanbul'da vefat eden Hasan Basri Çantay bir süre İstanbul İmam-Hatip Okulu'nda öğretmenlik de yapmıştı. (") Prof. Ali Özek de İstanbul'a yerleştiği dönemde Hasan Basri Çantay ile tanışmıştı.
Dr. Ramazan Yıldırım tarafından kaleme alınan 'Medreseden Üniversiteye: Ali Özek' başlıklı kitapta Özek Hoca, merhum Çantay ile tanışmasını şu sözlerle anlatıyor:
'İstanbul'a yerleştikten sonra (")Hasan Basri Çantay'ı ziyaret ederdik. Beyazıt'ta oturuyordu. Yaşlı bir adamdı. Ondan da çok şey dinledik. Bazı kimseler onu yanlış anlıyordu. Bu adam Atatürk'ü destekliyor diyorlardı bana. Hâlbuki Hasan Basri Çantay, Ömer Nasuhi Hoca Atatürk'ü takdir ediyordu.
(") Bu olaylara Hasan Basri de, Mahir İz de farklı bakardı. Onlar Osmanlı Dönemi'nde yaşamıştı. İki dönemi de bildikleri için cumhuriyet döneminde yapılanları (bir iki tanesi hariç) çok yanlış görmüyorlardı. Mesela Tevhid-i Tedrisat'ı yanlış görmüyorlardı."
Evet, Özek"in iddia veya tesbitlerinden bir kısmı böyle..
Özek"in Çantay"dan aktardığı iddiaya göre, Mustafa Kemal, Mehmed Âkif"in de içinde bulunduğu dindar gruba hükûmeti kurma yetkisini vermiş..
Ama, hiç kimse kabul etmemiş.. Hattâ, Çantay, sabah ezanına kadar gece boyu yalvarmış, Âkif"e.. O, gene de kabul etmemiş..
Çantay bunun için, demişmiş ki:
""Kabahat bizdeydi.. Eğer Hükûmeti kurabilseydik, bu işler böyle olmazdı.."
*
Ömer Nasuhî Bilmen de, "kabahat bizdedir.." dermiş, Ali Özek"in aktardığına göre..
Güya, M. Kemal, "Batı kanunlarını almak almak yerine Mecelle"yi tamamlayıp uygulamak için", "Tâdil-i Mecelle Komisyonu" kuruyor.. Ancak, bu komisyonun üyeleri, altı ay sonra, doğru-dürüst bir çalışma sunamayınca, M. Kemal de onlara, "Olmaz böyle şey.." kızıp bağırmış".. Sonra da "Batı hukukunu almaya karar vermiş.."
Ve bundan dolayı, Ömer Nasuhî Hoca, "Daima, kabahat bizdedir.." dermiş..
*
Ali Özek Hoca bu dönemde yaşanan gelişmeleri anlatırken, şöyle diyomuş:
'Mustafa Kemal'i ilk zamanlarda hocalar, müftüler destekledi. (") O da onlara bir değer veriyordu. Sabatayistler o zaman, Mustafa Kemal'e onlar -yani Hasan Basri Çantay grubu- bu işi başaramaz diyorlar. O da tamam diyor, fakat onlara bir görev veriyor. Bunlar hükümeti kuramayınca Sabatayistler devreye giriyor. (") ve bu olaydan sonra her şey yavaş yavaş değişiyor..'
*
Bu değerlendirmeler üzerine fazlaca durmaya gerek yok..
Ancak, M. Kemal"in, kendisini yetiştiren düzeni yıkıp yeni bir rejim kurarken; Çantay"a veya benzeri seçkin mütedeyyin insanlara hükûmet kurma vazifesi verdiğine dair, 1923 sonrasını araştıranlardan, böyle tek bir belge görenler olmuş mudur, sahi?
Bu hususta, hiçbir resmî belge ve ciddî bir iddia yokken ve de böyle bir laf, sırf ağız aramak- niyet yoklamak veya taktik gereği söylenmiş bir manevrayı ciddiye alıp, tarihe başka türlü bir yaklaşım geliştirmeye çalışmayı nasıl izah etmeli?
*
Ali Özek Hoca"dan aktarılanlara bakılacak olursa, latin alfabesine geçişte de, M. Kemal"i temize çıkarmaya yarayacak acaib tezler geliştirildiği görülüyor.. Özek Hoca, "alfabe değişikliği İnkılâp Tarihi'nde Batılılaşma programının bir parçası olarak algılanıyor. Hâlbuki bu, yanlış bir değerlendirme.. Bu konuda fazla açıklama yok ama Latin Alfabesi'nin kabulü bir Batılılaşma programı değildi" diyormuş.. Güya, M. Kemal, Orta Asya türkleriyle irtibatı koruyabilmek için, alfabe değişiklikleri yapmış..
Bu hususta söylenenlerin ciddîye alınacak bir tarafı yok, maalesef.. Çünkü, latin alfabesi konusu, henüz 1870"lerde Azerbaycan"lı Fethali Akhundof ve takibçileriyle ve de 1875"lerde kurulan "Cemiyet-i Hars-i Osmanî" / (Osmanlı Kültür Cemiyeti) denilen bir kurumun çalışmalarından; 2. Meşrutiyet yıllarında da, Abdullah Cevdet ve Huseyn Câhid (Yalçın) ve benzerlerine kadar nice mustağriblerin, Batı çarpılmışlarının çabalarına kadar bilinmektedir. Ki, İsmet Paşa, Huseyn Câhid"i taltif etmek isterken, çevresine, "Biz Meşrutiyet yıllarında, bu Huseyn Câhid"i latin harflerini istediği için vatan haini sayardık.." demiştir.. Ali Özek Hoca bunları söylediyse, en azından, İsmet İnönü"nün, "Biz alfabe inkılabı yapmadık, tersine, inkılabımızın alfabesini bulduk.." sözündeki mânâyı gözönünde bulundurmalıydı..
*
Ali Özek Hoca"dan aktarılan ve Hasan Basri Çantay ve Ömer Nasuhî Bilmen"e de nisbet olunan görüşler, sadece o dönemin Adliye Vekili Mahmud Esad (Bozkurt)"un 1926 yılında kabul edilen Medenî Kanun tasarısının sunuşunda kaleme aldığı ve o Medenî Kanun"un önsözü mesabesinde hep korunan "Esbâb-ı Mucibe Layihası"nda ve müslüman halkın inançlarına "13 asırlık çarpık inançlar silsilesi" gibi alçakça görüşlerinden ayrı olarak, emperyalist dünyanın, kendilerine Lozan günlerinde hukuk alanında ve diğer reformlar / devrimler konusunda ne gibi dayatmalar yaptıklarına dair itiraf mahiyetindeki hâtırâtını da haydi bir kenara bırakalım; M. Kemal"in 1927"de okuduğu ve "Nutuk" isimli eserde toplanan görüşleriyle de taban tabana zıddır..
Böyleyken, Ali Özek Hoca"nın, şimdi hayatta olmayan ve kendilerine nisbet olunan bu gibi iddiaları yalanlama imkanı bulunmayan Çantay ve Bilmen gibi isimleri de işin içine karıştırarak, kendi görüşlerini onlarla da teyid ederek açıkladığı bu görüşlerini ciddîye alınması problemli sayılmalıdır..
M. Kemal"in, henüz 1913"te Sofya"da askerî ateşe iken inanç konusunda büyük sapmalara uğradığı, M. Tunçay gibi bazı önemli tarihçilerce dile getirilmişken ve 1915- Çanakkale Savaşları sırasında bir fransız kadına yazdığı mektublarında da, dünya hayatından geçen gencecik onbinlerce müslümanın inanç dünyasını nasıl hafife aldığı ortadayken.. Ve, amma, savaş şartları içinde, askerleri ölüme sürükleyebilmek için, onların inançlarına hitab etmek gerektiğini de bilen bir pragmatist taktisyen olarak sivrilmişken.. Özek"in, onu, bir takım yanlışları olsa bile, neredeyse, mâsum gösterip, asıl suçlu olarak sadece ulemâ"nın yetersizliğine vurgu yapması doğru kabul edilebilir mi?
Gerçi, bu husus da, müslümanların tarihinin genelinde, tarih boyunca maalesef çok sağlıklı bir örnek de oluşturulamamıştır, ama, onları bu durumu ortaya çıkarmaya icbar eden zorbaları, sulta sahiblerini de asla unutmadan..
Kezâ, bu konularda, "İslamcılık, 'İkinci Meşrutiyet' döneminin en güçlü fikir akımlarından biriydi. (") Peki bu güçlü akım nasıl oldu da Cumhuriyetin kuruluşundan sonraki devirde etkinliğini kaybetti? İslamcılık akımının entelektüel temsilcileri Yeni Türkiye'nin bütün kurum ve kuruluşlarıyla teşekkülünde neden kendilerinden beklenen rolü oynayamadılar?" diye sorulup, "Bu iş behemehal yerine getirilecektir.. Amma, ihtimal ki bazı kelleler koparılacaktır.." denilerek, onbinlerce müslümanı dârağaçlarında sallandıran faşist+ jakoben diktatörlük hatırlanmadan, bunların cevabının Ali Özek"in görüşlerinden veya onun adına hazırlanan bir eserden verilmeye çalışılması da, herhalde bir talihsizliktir.
haksöz