Bizde bir söz var, “Nan-Kör” diye, “ekmek yediği kapıya ihanet eden, kendine uzatılan eli ısıranlar” için söylenilen bir söz. Ekmek, su, tuz hakkı diye bir şey. Hani derler ya “Bir fincan kahvenin 40 yıl hatırı vardır” gibi bir söz bu.
Eskiden, bizde “ekmek”e “nan-ı aziz” denirdi. Yere düşen bir parça ekmek öpüp başa konur, temizlenip yenebiliyorsa yenir, değilse kuşların yiyeceği bir yere bırakılırdı.. Şimdiki ekmeklerle nan-ı aziz arasında bir ilişki yok. Bunlar biraz Amerikan, biraz Fransız. Un’u un değil, maya’sı maya değil. Mayası bozuk.
Aslında “ekmek” dediğiniz şey aynı zamanda “insanın mayası”dır.
Anlayacağınız insanın mayası bozuldu.
Sahi, biz niye kendi nan’ımızı kendimiz üretmiyoruz. Bunu evde de yapabiliriz, fırınlarımız da yapabilir.. Bursa’da bir kahvaltı evi bunu yapmış.
Bakın, o simit de, o pide de bizim değil. Balık baştan kokuyor. O buğday bize ait değil. Yerli ırk buğday Kastamonu’daki Siyez ve Osmaniye’deki Karakılçık dışında yerli buğday kalmadı nerede ise.
Anadolu buğdayının Guluten oranı düşüktür. Guluten’in sağlık açısından bir faydası yok. Ama Çölyak açısından da risk. Sadece ekmeğin kabarmasını sağlıyor o kadar. Daha kabarık ekmek için ABD’den Gulutenli buğday ithal ediyoruz.
Bakın, bizim ekmeğimiz, elenmemiş undan yapılır. İçine katkı maddesi katılmaz. Bu un da sadece buğday unu değildir. Bu unun içinde buğday dışında, arpa, yulaf, çavdar da bulunur. Dahası, buna mesela tarlada kalan, ekonomik değeri olmayan, patates ve benzeri yumruları haşlayıp, kurutup katabilirsiniz. Keçiboynuzu unu katarsanız, renk ve lezzet verir. Mantar unu da katabilirsiniz. Ceviz, fındık, fıstık, susam, çörek onu yanında birçok bitki tohumu, soğan, sarmısak da katabilirsiniz. Tohum ve çekirdekleri zeytinyağında bekletip, hamura katarsanız, vitamin ve diğer yağları da daha fazla muhafaza etmiş olursunuz.
Tabii, ekşi maya kullanmalısınız.
Bu ekmek tek başınıza beslenme açlığınızı giderebilir. Keçiboynuzu ve patates şeker, mantar unu ve yağlı çekirdekler protein ihtiyacınızı karşılayacaktır.
Bu ekmek, yoğun bir ekmektir. Tok tutar, yerken dökülmez ve uzun ömürlüdür.
Peki bizim ekmeğimize ne oldu? Kendi değerlerimizi niçin yaşatmıyoruz da pahalı, sağlıksız olanı tercih ediyoruz.
Bakın, o simit ve pidelerin üzerindeki susam ve çörek otu tohumlarının hiçbir faydası yok. Kabuklu çekirdekleri, ilahi ambalajından, yani kabuğundan çıkardığınız andan itibaren uçucu yağlarını kaybetmeye başlarla. Hele onu bir de kavurursanız, vitaminleri de öldürürsünüz. Yani bir şeyi sanki murdar etmeden yemiyoruz.
“Kandil simidi” imiş. Almayın, yemeyin, sağlıksız. Susam ve çörek otu katacaklarsa, hamurun içine katsınlar, yüzeye değil. Yazıktır, günahtır, israftır bu yapılan iş.
O baklava, irmik, kadayıf hamurlarının içinde, pastaların içinde o kadar çok katkı maddesi var ki.
Nargile’yi Osmanlı kafe etiketi ile pazarlamaya çalışıyorlar.
Yunanlılar bizim baklavamıza sahip çıkmaya çalışıyormuş! Hay Allah! Osmanlıda bugünkü baklava yoktu. Varsa Osmanlı “Osmanlı” iken Yunanistan da Osmanlı idi. Suriye dediğiniz ülke ne kadar Osmanlı ise Yunanistan da o kadar Osmanlı! Ermeni ya da Süryani kültürü de öyle.
Baklavacıları, kadayıfçıları üzecek bir haberim var. İçinde “şeker” olan hiçbir şey Osmanlı değildir. Çünkü Osmanlıda şeker yoktu. Osmanlıda değil, dünyada rafine şeker yoktu ki!
Bizim nan-ı aziz hamuru sizin baklava ve böreğinizdeki kadar incelmez. Onu inceltmek için kullanılan ekstratlar da sağlıklı olmadığı gibi mübah olup olmadığı da tartışmalı. Hem bizde baklava değil, “Ballı börek” vardı!
Bir kısmımız Osmanlıya karşı, Osmanlıyı sevenler de Osmanlı zannı ile Osmanlı olmayan birçok şeyi Osmanlı zannediyor.
Ekmek ve su bizde “Aziz” kabul edilirdi, su ikram edildiğinde “Su gibi aziz ol” denilirdi. “Nan” zaten Aziz’di. Ne suyumuz su, ne de ekmeğimiz ekmek artık!
Tarikatlar, vakıflar neden bu işe el atmazlar. Niye her şeyi belediyelerden, hükümetten bekliyoruz ki! Bu işler memur eli ile olmaz. Somuncu Baba dergahındaki “somun” ne kadar bizim somun aceba! Üniversitelerimizin gıda mühendislikleri neden bu konuda araştırma yapmazlar..
Artık şikayet etmek değil, çözüm üretmek zorundayız. Basınımız bu konunun üzerine gitmeli. Her şeyi yeniden düşünmeliyiz.
Yediğimize içtiğimize dikkat etmeliyiz. O uzun ömürlü sütler süt değil, Yoğurdumuz, ayranımız da bizim değil artık. Meyve sularımız da öyle.
Biz bir gün oruç tutar bir gün yerdik. Yani “Savm-u Davud“ yapardık, şimdi nerdeyse günde 5 defa yedirecekler. Çenemiz zaten hiç boş durmuyor. Çayların biri gidiyor, biri geliyor.. Oruç tutmadığımızda da 2 öğün yerdik. Sağ elle yerdik, sol elle yiyeceksin diyorlar. Biz tatlı ve meyveyi yemekten önce yerdik, sonra yiyeceksin diyorlar. İki öğün yerdik, 3 öğün yediriyorlar. İki ayrı hayvansal gıdayı aynı öğünde yememeye özen gösterirdik, yani tek tip beslenme alışkanlığımız vardı, şimdi, çok çeşitli bir beslenme baskısı ile karşı karşıyayız. Korkunç bir israf var. Çok fazla katkı maddesi kullanılıyor. Bu fıtrata uygun bir beslenme şekli değil. Yani tek sorun ekmek de değil.
Her şeyi yeniden düşünmemiz gerekiyor. Sofraya besmele ile otururken, bir bakıma yiyeceklerin konusunda Allah’ın rızasının farkında olduğunuzu söyleyerek başlamış oluyorsunuz. Peki durum bu mu? GDO’lu ürünleri besmele çekerek yerseniz sağlıklı oluyor mu?
Allah’ın nimetlerini analım ve şükredelim. Nankörlük etmeyelim. Sonra, Allah kadri kıymetini bilip şükretmediğimiz nimetlerini verdiği gibi alır da. Çünkü Allah “cahil ve zalim” bir topluluğa, inkarcılara ve fasık-müfsit, yer yüzünde bozgunculuk çıkaran topluluklara yardım etmeyeceğini söylüyor. O bozguncular, bir yandan da “biz ıslah edicileriz” demiyorlar mı? İyi bilin o havayı, suyu, toprağı, insanı kirleten, fıtrata müdahale ederek onu bozanlar bozguncuların ta kendileridir.
Yeniden düşünmemiz gerekiyor.
Selâm ve dua ile..