1 Kasım Cum’a günü, bir arkadaş grubuyla Brüksel’deydik.
Daha önce de birkaç kez gittiğim bu şehri biraz daha yakından bildiğim için, arkadaşları gezdirmek durumundaydım.
Brüksel, (Brussel, Bruxelles) sadece Belçika’nın değil, Avrupa Birliği’nin de başkenti olan ve büyük çapta flaman etnisitesinden insanlar yaşadığı, ama, hemen her yerlinin flamanca değil, fransızca konuştuğu şehir.. Belçika, Kıbrıs adasının yaklaşık üç misli büyüklüğünde, 30 bin km.²’lik bir küçük ülke olup, cermen ve latin dünyası arasında bir tampon bölge sayılır. Ülkenin güney yarısı fransızca konuşan valonlardan, kuzey yarısı ise, Hollanda halkını da oluşturan flamanlardan oluşmaktadır.
Esasen, Belçika, Hollanda’dan 1830 tarihinde ayrılıp bağımsız bir krallık haline gelmiş olan bir devlettir. Ama, flamanlarla valonlar arasındaki etnik ayrılık, ülkenin bu etnik yapıya göre ayırılması taleblerini de devamlı gündemde tutmaktadır. Flamanlar zengin, valonlar fakir olup, ayrılık isteyenler -ilginçtir- flamanlardır ve zenginliklerini valonlarla bölüşmek istememekteler.
Bu zenginlik bölüşmesi kavgasının temelinde tarihten gelen sömürgecilik zihniyetinin günümüze bir yansımasının olduğu da düşünülebilir.
Belçika oldukça zengin bir ülke.. Ama, bu zenginliğin, özellikle Kongo ve diğer Afrika ülkelerinde 19. yüzyılda tesis olunan sömürge yönetimleri aracılığıyla bu ülkeye getirilen muazzam zenginliklerden meydana geldiği pek hatırlanmaz. (Sadece Kongo’da demiryolu döşenmesi sırasında, ölen yerlilerin sayısının onbinlerle ifade edildiği hatırlanırsa, o sömürgenin nasıl zâlimâne yöntemlerle gerçekleştiği, daha net olarak anlaşılabilir.)
Bu kısa bir bilgiden sonra, Brüksel gezisinden paylaşılabilecek asıl konuya geçebiliriz.
*
Önce biraz jeo-politik ve tarihî açıklama..
Sabah, saat 10.00 sularında Waterloo’ya ulaştık. Hava soğukça va kapalı..
Waterloo, Brüksel’in 10 km. kadar güneyinde Namor mıntıkasında, küçük bir kasaba..
Waterloo’ya gelmemizin sebebi, bu mekanın, 200 yıl kadar öncelerde, çok büyük bir savaşa sahne olması ve Napolyon’un ağır bir yenilgiyle biten son savaşının ve Avrupa’nın kaderinde oldukça önemli bir yer tutmasından kaynaklanıyordu.
Hatırlayalım, Korsika adasında, sıradan bir ailede 1770’de dünyaya gelen ve 1789’daki büyük Fransız İhtilali’nden hemen sonraki yıllarda, 1793’lerde sosyo-politik sahneye çıkan ve özellikle ingilizler karşısındaki savaşlarda kısa zamanda karizmatik bir şahsiyet olarak sivrilen Napeleon, İtalya’daki fransız ordularının komutanlığına getirilmişti. Daha sonra Fransız siyasetinin etkin isimleri arasına giren ve ülkenin yönetiminde birinci isim haline gelişinden hemen sonra, 1798’de Mısır’a çıkarma yapan ve kendisini Osmanlı Sultanı’nın, Halife’nin dostu olarak, halkı, zâlim yöneticilerden kurtarmak için geldiğini açıklamak gibi hileli bir yolla duruma hâkim olup, bu taktiğiyle, ekseri ulemâyı da aldatan Napolyon, bizim tarihimiz açısından da önemli bir figürdür.
İlginçtir, Napolyon’un İskenderiye’de sahile çıkıp, Mısır içlerine ilerlediğinin haberinin İstanbul’a ulaştığı gün, Paris’deki Osmanlı Sefiri (elçisi) de, Osmanlı Hariciye Nezareti’ne (Dışişleri Bakanlığı’na), fransız ordularının Malta adasını fethetmeleri dolayısiyle, Paris’te büyük kutlamalar yapıldığını, bu münasebetle Padişah’ın, Napolyon’a bir tebrikname göndermesinin münasib olacağını hatırlatan yazı da Sultan 3. Selim’e sunuluyor ve bu duruma çok kızan Sultan da, o yazının kenarına kırmızı kalemle, ‘Ne eşek herif imiş..’ diye yazıyordu.. (Bu âriza ve Padişah’ın o notu, Topkapı Sarayı Müzesi’nde -sanırım- halen de mevcuddur.)
Napolyon, Mısır halkına kendisini bir müslüman olarak bile gösteren bir propaganda savaşı da vermişti. Osmanlı ise, onun bir ‘İslam düşmanı’ olduğunu ilan ediyordu.
10 Temmuz 1798'de fransızlar Kahire önündeydi. Tarihe Ehramlar / Piramitler Savaşı olarak geçen savaşta, Napolyon, Osmanlı ordusunu ve yerli memlûk beylerinin güçlerini mağlub etmiş ve Napolyon, yerli halkın ifadesiyle Bunaberdî ve ‘Sultan-ı Kebir’ diye anılmaya başlanmıştı.
Napolyon, Mısır’da önce epeyce başarılar elde etmişse de, sonunda, Gazze yakınlarındaki Akka’da, Cezzar Ahmed Paşa komutasındaki Osmanlı ordusuna yenilmiş ve Ağustos-1801 tarihinde Mısır’ı terketmek zorunda kalmıştı.
Ama, Napolyon, yerinde duramıyan ve harekete geçirdiği kitleleri, özellikle orduları yerinde tutamayan bir macera adamı durumundaydı da.. Bu yüzden, Mısır Seferi’nden birkaç yıl sonra, Güney Almanya’da, Ulm yakınlarında Mukaddes Roma- Germen İmparatorluğu olarak bilinen ve bin yıla yakın bir ömrü olan imparatorluğun güçlerini yenilgiye uğratmış, bu imparatorluğa son vermiş ve Ren Federasyonu’nu kurmuş ve bütün Avrupa’yı birleştirmek gibi bir idealin ilk adımlarını atmakta olduğunu dile getirmişti.
Yine aynı düşünceyle, 1810’larda Almanya ve Polonya’yı baştan başa geçerek Rusya’ya saldırmış ve taa Moskova önlerine kadar varmıştı. Amma, orada ağır kış şartları karşısında, soğuk ve açlıkla pençeleşmek dumunda kalıp, ağır bir yenilgi alarak dönmek zorunda kalmıştı.
Ama, yine emellerinden vazgeçmemiş ve bu kez de İngiltere, Prusya (Almanya) ve Hollanda ordularıyla Waterloo’da 18 Haziran 1815 tarihinde karşı karşıya gelmiş ve 300 bin askerin katıldığı büyük boğuşmada, başlangıçta duruma hâkim gözükürken, sonunda, alman destek güçlerinin de ulaşmasıyla, İngiliz generali Dük Wellington komutasındaki müttefik güçler karşısında ağır bir yenilgi almış ve bir daha da belini doğrultamamış, sürüldüğü St. Helene adasındaki hapishanede 1821 yılında ölmüştü.
Bizim Waterloo’ya gelişimizin sebebi de bu küçük mekandaki o büyük tarihî hadisenin ve son yüzyıllar Avrupa tarihini derinden etkilemiş olan Napolyon’un izlerini sürmekti.
O büyük savaşın meydana geldiği düz ovada sun’î olarak yapılmış ve en yukarısında dev bir aslan heykelinin bulunduğu bir tepe ve etrafındaki bir-iki binada ve çevresinde, bugün de sadece Napolyon vardı. Wellington’un adı ise, sadece bir yerdeki Cafe’nin tabelâsında gözüküyordu. Hatıra eşyalar, Napolyon’un hayatını, savaşlarını anlatan eserler.. Duvarlarda yağlı boya ama, sanki renkli fotoğraf gibi canlı tablolar.. Hele, onun Mısır Seferi’ni anlatan -son derece lüks baskılı- eserlerde, müslüman halk ve müslüman orduları, Napolyon karşısında o kadar zelil, perişan ve acınacak durumda gösterilmiş ki, rahatsız olmamak elde değil.. Tabiatiyle, Cezzar Ahmed Paşa komutasındaki orduları önünden kaçıp canını kurtaran Napolyon’dan bahsedilmiyor..
Etrafta fazla bir şey gözükmüyor.. Bir de kapalı mekanda, o müthiş savaşın canlandırıldığı sahne.. Ayrıca, bir de Waterloo Savaşı’nı anlatan filmlerin gösterildiği küçük sinema.. Bir de ileride, bir park yerinde, Napolyon’un küçük bir heykeli..
*
‘Cadılar Bayramı’ gününde..
Halk ise, Cadılar Bayramı’nı kutluyormuş o gün.. Ortalıkda gerçi bir hareketlilik de yoktu ya..
Evet, o gün, resmî tatildi, birçok Batı Avrupa ülkesinde.. Halloween (Cadılar) Bayramı, her ne demekse.. Protestanlar, o bayramın, Martin Luther’in ünlü 98 maddelik bildirisini ilan ederek Papalık’a karşı isyan ettiği 1517 yılının 31 Ekimi’nden bir gün sonrasına getirilmesinden rahatsızlar.. Ama, bu bölge halkı büyük çapta katolik..
Bu Cadılar Bayramı kutlaması ve geleneği Amerika’dan gelmiş; Birinci Dünya Savaşı sonrasında, savaşın galib tarafında B. Amerika’nın yer alması yüzünden, Avrupa’da yükselen amerikanist / amerikancı bir hayat tarzı ve yabancı zevkler saldırısının etkisiyle..
Bu hayat tarzını alman yazarı Hermann Hesse ‘Step Kurdu / Der Steppenwolf’ isimli romanında çok iğneli ve düşündürücü şekilde ortaya koyar. Ki, bu hayat tarzını, Mustafa Kınış isimli araştırmacı, Peyamî Safa’nın ‘Madmazel Noralya’nın Koltuğu’ ve Herman Hesse’nin ‘Step Kurdu’ isimli eserlerindeki benzerlikleri anlatmıştır. Birisinde, Osmanlı’nın tarih sahnesinden çekilmesinden itibaren daha bir güçlü şekilde başlayan Avrupaî hayat tarzına yönelişin travmaları; diğerinde, alman toplumunda, bir askerî yenilginin arkasından yükselen Amerikancı eğilimlerin tahribatı arasındaki benzerlikler anlatılmıştır.
Kınış, bu durumu, ‘İçinde yetiştikleri toplum, kültür değişimine uğradığı için, iki farklı kültür ve değerler sistemi arasında bocalayan, o yüzden kendini sürekli huzursuz, mutsuz ve ikilem içerisinde hisseden, böyle bir toplumda kendini gerçekleştirme imkanı bulamayan (...) bu insanlar ‘kişilik bölünmesi’ (Persönlischkeitsspaltung) diye adlandırılan bir çeşit psikolojik rahatsızlıkla karşı karşıya kalmıştır.’ cümleleriyle özetlemiştir, önsözünde..
*
Geçelim..
‘Brüksel Mescidi’nde bir Cum’a namazı, ve..
Waterloo’dak iki saat kadar kaldıktan sonra..
Brüksel’e vardığımızda, müslüman oldukları anlaşılan yüzlerce insanın, her taraftan, şehrin merkezindeki ve giriş kapısı üzerindeki mermer levhada, ‘Mescid-i Bruksel’ yazısı bulunan Brüksel Camiine doğru hareket halinde olmaları görülmeye değerdi..
Bu mescid, 1973-74’lerdeki büyük Petrol Buhranı sırasında, dönemin Suûd rejimi kralı Melîk Faysal’ın, Belçika Kralı’na, ‘Brüksel’de bir mescid yapımına izin verirseniz, Belçika petrolsüz kalmaz..’ sözü üzerine yapılmış güzel bir mâbed.. Alt katlarında dershaneler ve idarî bölümler bulunuyor. Bütün o dershaneler ve her taraf tıklım tıklım dolmuştu, namaz vaktinde.. Kadınlı-erkekli yüzler değil, binler denilebilir. Çünkü, namaz sonrasında camiin üst kısmını görebilmemiz için, camiin boşalmasını yarım saat kadar beklemek zorunda kalıyorduk. Yani, rahatlıkla en azından 4 bin kadar müslüman oluşan bir cemaat vardı.
Brüksel gibi bir merkezde bu kadar büyük bir cemaat, evet, bizim açımızdan gönül açıcı, surûr verici ve amma, başkaları için de herhalde üzerinde düşünülmesi gereken bir sosyal değişim vak’ası mahiyetindeydi.
Mescid oldukça temizdi. Abdest alma yerleri de, o anki kalabalığa göre, temiz sayılabilirdi.
Namazda, hoca, Hicrî- Qamerî 1435 yılının 4 Kasım günü girecek olması dolayısiyle, Hicret-i Nebevî’yi esas alan ve Hz. Peygamber (S)’in hareketinin özünü ve bu hareketten çıkarılması gereken dersleri anlatan uzuun bir hutbede okudu, arabca olarak.. Hoca, daha sonra, hutbesini oldukça akıcı bir fransızcayla da tekrarladı ve hutbesini ‘Filistin ve bilâd-ı Şam’da (Suriye’de) kardeşlerin zafere erişmeleri’ duasıyla noktaladı.
Cemaatte, her ırk ve kavimden ve çeşitli mezheblerden bir çok tiplerin olduğu da göze çarpıyordu. Ve kimse de, o mescidde Suûd rejiminin emrinde hareket eden bir hoca olduğunu düşünmedi bile, herhalde.. (Yazık ki, şiî müslümanlar, müslümanların tamamının katıldığı bu gibi namazlara katılmıyorlar, çeşitli gerekçelerle.. Halbuki, Hz. İmam Cafer-i Sâdıq’ın, kendisini ziyarete gelen bağlılarını, sünnîlerin namazına katılmadıklarını öğrenince azarladığı, bizzat şiî ulemâ tarafından da yıllarca tekrarlanır. Ve şiî olmayan müslümanlar, şiî müslümanların yönetimindeki mescidlere gitmekten hiç de kaçınmıyorlar. Ümmetin birliğinin bir anda sağlanması elbette düşünülemez, ama, bu hedefin gerçekleştirilmesinde, ümmet ferdlerinin kaynaşmasında, kalblerinin aynı duygularla birlikte çarpmasında bu gibi mekanlar, hele de gayrimuslimlerin ekseriyeti oluşturduğu coğrafyalarda daha bir güzel fırsat oluşturuyor. )
Ama, üzerinde asıl durulması gereken noktalardan birisi de herhalde şu olsa gerek..
Arab müslümanlar arasında selefîlik denilen akımın etkisinin giderek artmakta olduğunu bu Cuma namazı sırasında da görmek, hissetmek mümkündü.. Halbuki, geçmişte, bu ‘selefîlik’ cereyanının ‘vehhabîlik’ olarak isimlendirilmesi sırasında, konuya bu kadar sıcak bakılmıyordu, herhalde..
Bu cemaatin yaklaşık yüzde 15 kadarının ‘Selefî’ olduklarını sergilemek ve güç gösterisi yapmak gereği duyarcasına davranan tiplerden oluştuğu söylenebilir.
Ancak, bu arzuları onlara, müslüman olanlar arasından birilerini kazandırsa bile; müslüman olmayan büyük kitle içinde, müslümanlar hakkında imrendirici, sevdirici duygular verebilir mi açısından da bakmak gerekmez mi?
Aralarında, elbette, temiz, uzun elbiseleriyle, uzun sakalları ve nazik tavırlarıyla, insanda saygı uyandıran tipler olduğu olduğu gibi, paçaları diz kapağının bir karış kadar altından kesilmiş pantalonlar giyenlerin verdiği görüntünün, müslüman olmayan kitlelere müslümanlar hakkında nasıl bir mesaj verebileceğinin düşünülmesi de gerekmez mi?
Dahası..
Son zamanlarda, pantalon giymeyip, siyah etek giyen ve bu etekleri de yine dizkapaklarının altından kesik, çıplak bacaklarıyla arz-ı endam eden erkek tipleri, bir de saç-sakallarının karmakarışık oluşuyla gözönüne getiriniz.
Âdetâ, Avrupa başkentlerine hiç yontulmamış olarak ve meydan okumak için geldikleri gibi bir izlenim vermek üzere özel olarak eğitim almışlar gibi..
Eğer müslümanlar, kendi değerlerine ve dünya görüşlerine başkalarının sempati ile bakmalarını sağlamak ve inançları konusunda onları düşündürtmek gibi bir sorumluluklarının olmadığını düşünüyorlarsa, mes’ele yok.. Ama, bu insanlarımıza, ‘müslüman olmayan büyük kitler nasıl bakar?’ diye bir empati yaparak bir değerlendirme yaptığımızda karşımıza çıkan tablo, hiç de iç açıcı olmaz gibi geldi bana..
*
Neyse, bu faslı da bu kadar kesip, Brüksel’de Leopold Bulvarı ve civarındaki Nasyonal Meclis ve Kraliyet saraylarının bulunduğu mekanları, National Basilika olarak isimlendirilen görkemli büyük kiliseyi; bir demir molekülünün dev bir maketini oluşturan Atomium denilen gösterişli çelik küreleri ve sonra en zengin ve gözalıcı san’at eserleriyle süslü sarayların, kiliselerin ve canlı alışveriş merkezlerinin iç-içe bulunduğu Grand Palace civarındaki gezimizi, -üşüdüğümüzde, tıklım-tıklım dolu olan kitab dükkanlarında ısınarak da- tamamlayıp, hemen o civardaki Meridien ve Haecht- Haahtse caddelerini baştan başa dolduran ve büyük kısmını Afyon- Emirdağ’lı insanlarımızın oluşturduğu işyerleri, restoranları ve bölgedeki Fatih Camii’ni ziyaretten sonra, gecenin geç saatinde Brüksel’den ayrıldık.
haksöz