ORTADOĞU'DA ZAMAN TÜKENİYOR
Crescent international
Müslüman Orta Doğu'nun göbeği alev almış durumda. Yaygın ruh hali "kahrolsun rejim!". Yığınla insan korku bariyerini aşarak yüzyıllık, hapsedilmiş duygularını ifade ediyor. Diktatörlerin bazıları devrildi, bazıları düşmek üzere, bazıları ise hala halkın öfkesinin kurbanı olmamak için yasalarda değişiklik ve iyileştirmelere gidiyor. Bunların hepsi, Tunus'ta geçimini sağlamak için sebze satan bir satıcının, polisin kendisine satış için izin vermemesi sonucu, çaresizlik içerisinde kendisini ateşe vermesi ile başladı. Halk arasındaki burukluk ve düş kırıklığıyla birlikte bu olay, Tunus'ta başladı, Mısır'da devam etti ve eğlence tutkunu yöneticiler, üçüncü sınıf zorbalar ve saçma sapan konuşan elit tabakanın etkisiyle aynı düş kırıklığına sahip olan halkların bulunduğu ülkelere yayıldı.
O zamandan beri medyanın dikkati bu orijinal olay üzerindedir. Bir kısım medya bu olayları Arap Baharı diye adlandırırken, bir kısmı ise İslami Uyanış olarak isimlendirdi. Adına ne denirse densin, kargaşa henüz durulmadı. Bu halk hareketinde açık olan şey, dünyanın bu coğrafi bölgesinde empoze edilmiş olan eski Avrupa-Amerikan siyasi düzeninin çökmeye başlamasıdır. Ve büyük olasılıkla birkaç ay içerisinde, en çok 1-2 yıl içerisinde, diğer halklar da ayaklanarak IMF-Dünya Bankası sponsorluğunda iş gören rejimlerini devirecekler. Halihazırda Yunanistan, İspanya ve Portekiz; Atina, Madrid ve Lizbon'daki hükümetleri tehdit eden halk protestolarını yaşadılar.
Kabaca konuşmak gerekirse, güney ve doğu Akdenizdeki halk hareketleri üç genel kategoriyle örtüşüyor. İlki Tunus ve Mısır'daki gibi kendiliğinden patlak veren hareketlerdir. İkincisi, önceden var olan hareketlerdir (Yemen ve Ürdün gibi). Üçüncüsü, Libya ve Suriye'deki gibi bulaşma yoluyla geçen hareketlerdir. Diğer bir kategori, henüz haberlerde pek görmediğimiz ve "gizli" diye adlandırabileceğimiz hareketlerdir (henüz patlamamış hareketler). Cezayir, Suudi Arabistan, Morocco ve İran Körfezindeki bazı kabile devletlerini bu son kategori içerisinde değerlendirebiliriz. İran Körfezindeki tek istisna, yukarıdaki birinci kategori içerisinde değerlendirilebilecek olan Bahreyn'dir. İnsanlar arasındaki bu coşku ve tahrikle ilgili çok şey yazıldı ve söylendi. Bu insanların bir ortak noktası var: hepsi temsilci bir hükümetten yoksun ve onlarca yıl açlık sınırında yaşamaya mahkum edilmiş.
Bu noktaya kadar, hiçbir Müslümanın bir itirazı yok. Fakat bundan sonrası hileli, karmakarışık, çirkin ve nahoştur. Bazı toy Müslümanlar, söylemek zorunda olduğumuz şeyleri duyunca rahatsız olacaklar; fakat biz insanların hoşuna gidecek şeyler yazmayı marifet sayanlardan değiliz. Gerçek, bazen acıdır. Bu yüzden izninizle aynen devam edelim ve olanı olduğu gibi söyleyelim.
Sürpriz bir şekilde halk hareketleri iki karşıt kamp şeklini aldı. İlk olarak bu halk hareketleri, emperyalist ve Siyonistleri hazırlıksız yakaladı. İşleyen hiçbir akıl şu gerçeği inkar edemez: Tunus'ta Zeynel Abidin bin Ali'nin ve Mısır'da Hüsnü Mübarek'in kaybedilmesi, Siyonistlerin Tel Aviv'deki uzaktan kumandaları için büyük bir kayıptır. Şimdi Benjamin Netanyahu ve arkadaşlarının, Tunus ve Kahire'deki başkanlık saraylarında özel vekilleri yok. İsrail siyasi rejimi ilk defa olarak "zararı en az seviyede tutma" modundadır. Son zamanlardaki sızıntılar gösteriyor ki fazlaca bağımsız gördükleri, Mısır'daki Muhammed Hüseyin Tantavi'yi kovmak için Amerikan kanallarıyla birlikte çalışıyorlar. Tantavi Mısır'ın iç politikalarında Amerikan kartını oynamıyor. Bu "erken seçimlerden" İslami kesimin büyük bir kazançla çıkacağı korkusuyla Amerikalılar, Eylül ayındaki seçimlerin ertelenmesini istiyorlar. İsrailliler ise Mısır "ana yemeğini" hazmedemedikleri için ishal oldular.
İkinci olarak, sürpriz bir şekilde oluşan ikinci kamp ise İslamcıların kendileridir. Aşağı yukarı Mısır'daki İslamcı siyasi yelpaze içerisinde hiç kimse, halk iradesindeki bu tarz bir patlamaya hazır değildi. Olaylardan dolayı mutsuz olmak bir yana, tam tersine, Mısır'daki İslami hareketin birçok üyesi, ülke yöneticisinin devrilmesinden dolayı ve Mısır toplumunu İslami bir tarzda yeniden düzenleme şansını yakaladıkları için neşeli ve heyecanlılar. Her ne kadar biz "İslami hareketin birçok üyesi dediysek de halk hareketlerinin başında, geçen Ocak ayında, selefi-Suudlar şu tarz bayağı söylemler kullandılar: "gösteriler hayırlı bir eylem değildir" ya da "bunlar bid'at'tır". Bu bid'at kelimesi, onların, İslami zorunlulukları yerine getirmek için yapılan herhangi bir içtihadın önünü kesmek konusunda önde gelen yardımcıları olmalı. Küresel İslami hareketin fakir aydın çocukları, Suudilerin yüksek desibeldeki 'bid'at' seslerini, içtihat kelimesiyle karşılayabilecek mali kaynağa sahip değiller. Ve kendi tarihini iyi bilen Müslümanlar için, İslam tarihinde içtihat kelimesini işlemez hale getiren bid'at kelimesinin devreye girişinin tarihi budur.
Ve bu tarihten itibaren bid'at uleması saltanatını devam ettirmektedir. Bu kişilerin varisleri bugün bid'at adına annelerinin, kızlarının, kız kardeşlerinin ve hanımlarının araba kullanmasını yasaklayan kara cahil Suudilerdir.
İslami hareketin iyi finanse edilmiş Suudi kuvvetleri medeni ve kozmopolit Nil topraklarını, Suudi Arabistan'ın bir Mısır versiyonuna dönüştürdüğü takdirde Mısır'ın neye benzeyeceğini düşünmek bile istemiyoruz. Mısır'da bir selefi kralı düşünsenize! İslami hareketin literatürü içerisindeki tüm boşlukları göz önünde bulundurursak, gelecekte bir "Suudi Arabistanlı Mısır" ile karşılaştığımızda kimse şaşırmamalı.
Şimdi sıra geldi meselenin özüne temas etmeye. Genel olarak konuşmak gerekirse "Sünni" Müslümanlar Bahreyn halkının kendi temsilci hükümetini kurma konusundaki doğal hakkını kabul edemezler. Bahreyn halkının çoğunluğu "Şiî'dir". Bu yüzden, neden bir Müslüman, bir mutlak hükümdar olan ve Washington'daki büyükelçisi mason (yahudiyah) olan bir kralı deviren Bahreyn halkı konusunda ikinci kez düşünsün? Her Müslüman şunu söylemeli ki Bahreynliler, bir temsilci hükümet kurma hakkına sahiptirler ve eğer bu hükümet Amerika ve Suudi Arabistan'dan çok İran ile yakın ilişkiler kurma isteğindeyse, onlara iyi şanslar! Bahreyn halkının, ülkesini Amerikan Beşinci Filosuna peşkeş çeken bir kraldan kurtulması, Endonezya veya Cezayir'deki hiçbir müslümanın uykularını kaçırmamalı.
Şimdi daha hassas bir konuya geçelim. Genel olarak konuşursak, Şiî Müslümanlar Suriye halkının kendi temsilci hükümetini kurma hakkını kabul edemez. Suriye halkının çoğunluğu Sünni'dir. Dolayısıyla, neden bir Müslüman, geçen 40 yıl boyunca İslam-karşıtı renklerini belli eden bir rejimin yıkılmasına çabalayan Suriye toplumu hakkında şüpheye düşsün. Geçen yıl Suriye, sekülerizm üzerine bir Arap-birliği konferansına ev sahipliği yapmak istedi. Büyük ihtimalle Tahran'ın etkisi sonucu toplantı, toplantının yapılacağı tarihten birkaç gün önce iptal edildi. Aynı rejim geçen birkaç sene içerisinde, devlet okullarında İslami kıyafet zorunluluğunu kaldırmak suretiyle "Atatürk'lüğe" soyunmuştu. Suriye hükümetinin tek argümanı Lübnan'daki Hizbullah'a verdiği destek ya da Hamas ve İslami Cihad başta olmak üzere Şam'da bulunan çok sayıdaki Filistinli direniş gruplarıdır. İran tarafından olumlu anlamda etkilenmiş olmasaydı Şam'daki Baas rejimi bugüne kadar İslami özgürlük hareketlerini desteklemeyebilirdi.
Fakat en nihayetinde, Suriye halkını Şam'daki hükümet yönetiyor, Filistinliler değil. Dolayısıyla, neden makul ve mantıklı bir Müslüman, Suriye halkının kendi temsilci hükümetini kurma hakkını kabul edemez ki? Suriyeli karar mercîlerinin kendi halkını politik sürecin içerisine dahil etme konusundaki başarısızlığı Washington ve Tel Aviv'in, bağrı yanık ve kaderci bir halkın üzerinde başarı elde etmesini sağlıyor. Suriye'deki askeri ve siyasi kurumların katı ve kanlı resmi politikaları, Siyonist ve emperyalistlerle işbirliği yapıyor. Suriye'de ne kadar çok kan dökülürse, toplumda dengeyi sağlamak da o kadar uzun yıllar gerektirebilir tabi eğer toplum, bu olayların sonunda hayatta kalmayı başarabilirse. Suriye'deki Müslümanlar dünyanın diğer bölgelerindeki Müslümanlar gibi- bir "İslami siyasi kültüre" sahip değiller. Bu boşlukta, Suudi Vahhabi'ler kendilerine, mezhepçilik zehirini kullanarak yardım sağlayacaklar. Ve de Sünni'ler içerisindeki mezhepçilik, Şii'ler içerisindeki mezhepçiliği doğuracak ve bu durum, içerisinde "Sünni-Şiî" nüfus bulunduran tüm ülkelerin "Irak'laşmasına" neden olacak. Seyyid Hasan Nasrullah "eğer bu olay burada başlarsa, bu olayın ateşi Arabistan'ı kasıp kavurur" dediğinde haklıydı.
Eğer bir kimse İran İslam Cumhuriyetinin olumlu özelliklerine ihtiyaç duyarsa, bu noktada bulabilir. Bu mezhepçi ateştopunun Suriye'nin güneyinden Arabistan'ın kuzeyine bulaşmasını önleyebilecek güce ve liyakate sahip tek ülke İran'dır. Tüm Siyonizm karşıtı ve İslam yanlısı potansiyeli ile yeniden yapılandırılmış bir Suriye, Suriye halkını kurban ederek iktidarı ele geçiren Amerikan-İsrail-Suudi dostu alternatif bir rejimden çok daha iyidir.
velfecr