Bismillahirrahmanirrahim. Hamd âlemlerin rabbi Allah'a, salât ve selam efendimiz ve peygamberimiz; peygamberlerin sonuncusu Ebu Kasım Muhammed Bin Abdullah'a, onun temiz ve pâk ehline, seçilmiş ashabına ve bütün peygamberlere olsun.
Sayın âlimler, milletvekilleri, bakanlar ve kardeşler! Esselamu aleykum ve rahmetullahi ve berekatuhu.
İlk olarak; bu ümmetin yaşamı, dünü, bugünü ve geleceğinde kutsal, büyük ve önemli bir günü ihya ettiğimiz bu buluşmaya hoş geldiniz diyorum.
Hiç kuşkusuz en faziletli ayın en faziletli günü olan ramazanın son cuma günü; taşıdığı semavî, dünyevî, manevî, imanî, dinî, cihadî, insanî ve ahlakî anlamlarıyla İmam Humeyni'nin 30 sene önce evrensel bir gün olarak ilan ettiği Kudüs Günü'dür.
Daha önceki birçok buluşmada bu bağdan, bu zamanın seçilmesinden, bunun anlamından ve boyutlarından bahsettiğimiz için tekrar bu konulara girmeyeceğiz. Ama bu günün önemi; seneler geçtikçe olayların, komploların, tehlikelerin ve Kudüs ile Filistin'in karşılaştığı tehditlerin gelişmesiyle daha da netleşiyor. Bu günün 30 sene önce ilan edilmesinin önemi; İmam Humeyni'nin vefatından sonra Seyyid İmam Hamanei'nin Kudüs, Filistin, İsrail'le olan kavga ve bölgemizdeki Amerikan-İsrail planına karşı koymada aynı yöntem, aynı yol ve bağlılıkta devam edilmesi gerektiğini vurgulamasıyla daha da netleşiyor.
Bazı davalar ne kadar büyük ve önemli olsa da zamanla unutulmasından endişe ediliyor. Yargıda da bazı kanunlar tabi şeri kanundan değil sivil kanundan bahsediyoruz- zamanla davayı zaman aşımına uğramış kabul edip sonlandırıyor. Bizler zamanla unutulmasından korkulan bir davayla karşı karşıyayız. Zamandan, işbirliğinden, yarı yolda bırakmadan, feragat etmeden, uluslar arası komplodan, bozgundan, ümitsizlik ve zayıflıktan etkilenmesinden korkuyoruz. İşte biz zamanla yok olan, dağılan ve unutulan Kudüs ve Filistin gibi büyük bir davayla karşı karşıyayız.
Ümmetimizin bu davayı görmezden gelmesi, unutması mümkün değildir. Çünkü o dinimizin, dinî yükümlülüğümüzün, kültürümüzün, medeniyetimizin, ahlak ve değerlerimizin, geçmişimizin, tarihimizin, bugunümüz ve geleceğimizin bir parçasıdır. Bu nedenle her münasebetle bunu hatırlatmak ve bu davanın ümmetin bilincinde, vicdanında, sorumluluk duygusunda, programında, halk ve hükümetler olarak hareketlerinde canlı tutulması için bu tarz buluşmaların tertiplenmesi gerekmektedir. İmam Humeyni'nin ulaşmak istediği temel hedef budur.
Kudüs Günü sabitelerin ilan edildiği değil vurgulandığı gündür. Sabiteler daha önceden ilan edilmiş ve bu uğurda çok şehit verilmiş, kan dökülmüş, fedakârlıklarda bulunulmuş, acılar çekilmiş, insanlar esir edilmiş, yaralanmış, evler yıkılmış ve milyonlarca insan sürgün edilmiştir. Kudüs Günü sabitelerin tekrar vurgulandığı, hakkın tekrar edildiği gündür. Ramazan ayında Allah'ın kitabını tekrar okuduğumuz ve 1400 sene önce öğrendiğimiz dua ve zikirlerin aynısını tekrar ettiğimiz gibi Kudüs Günü de sabitelerin tekrar edilip dünyaya duyurulduğu, meydan okumaların, tehlikelerin, zorlukların ve acıların -bazıları yarı yolda düşmüş ya da değişmiş olsa da- bu sabitelerin tek bir harfini bile değiştirmediğinin söylendiği gündür.
Bahsettiğimiz sabiteler; Filistin'in denizden nehire Filistin halkının malı, Filistin halkının hakkı, Arap ve İslam ümmetinin hakkı olduğu ve hiç kimsenin bu toprakların bir karışı bir zerresi, bir damla suyu hatta isminin tek bir harfinden bile feragat edemeyeceği sabiteleridir.
Kudüs Günü bu akidevî, insanî, hukukî ve onun dışındakilerin tarihin ve gerçeklerin tahrifi, çarptılması ve yalandan ibaret olduğu gerçek tarihî sabitelerin ilan edildiği gündür. Kudüs'ün hiçbir caddesinin ve hiçbir mahallesinin bütün Kudüs'ten bahsetmiyorum- İsrail olarak adlandırılan ülkenin ebedi başkenti olamayacağının ilan edilmesidir. Kudüs Filistin'in başkentidir ve daha önce de söylediğimiz gibi Kudüs yeryüzünün ve bir anlamıyla da gökyüzünün başkentidir.
Sabitelerimiz arasında; İsrail'in yasal, hukukî, insanî ve ahlakî bir devlet olmadığı; gasp, öldürme ve katliam üzere kurulduğu ve herkes kabul edip onaylasa da meşruiyet kazanmasının mümkün olmadığı yer almaktadır.
Kudüs Günün'nün mantığı; hakkın mantığı, övgü, açıklama, bölgesel ve uluslar arası koşullara boyun eğme ve çözülenlerle yarı yolda bırakanların fikrî teröründen etkilenme olmaksızın hakkı söylemenin mantığı budur.
Kudüs Günü sabitelerin vurgulandığı gün olmasının yanısıra; Kudüs, Filistin, Filistin halkı ve Aksa'nın her gün maruz kaldığı tehlikelere, İslami ve Hıristiyan mukaddesatıyla mukaddes bir şehir olan Kudüs'ün maruz kaldığı Yahudileştirme, Kudüs halkının evsiz bırakılması, kovulması, evlerinin yıkılması ve topraklarının müsadere edilmesi çalışmalarına, Batı Şeria'nın maruz kaldığı dün başlayan ve kıymet-i harbiyesi olmayan müzakerelerin bile son veremeyeceği yerleşim birimleri inşaatına, 48 topraklarının saf Yahudi devleti olması için yürütülen Amerika-İsrail-Batı çalışmasına, Gazze ve halkının maruz kaldığı ambargo ve zulme, tarlaları, toprakları ve yurtlarından sürülen milyonlarca Filistinlinin diasporada maruz kaldıklarına ışık tutan evrensel bir organizayondur. Bu gün, herkesin üzerine düşen sorumluluğun farkında olması için bu başlıkların Arap, İslam ve uluslar arası kamuoyunun önüne sunulduğu gündür.
Bu sene Kudüs Günü'nde iki önemli olayla karşı karşıyayız. Birincisi; Washington'da doğrudan müzakerelerin başlaması ikincisi de; Amerika'nın Irak'tan çekilmesidir.
Bazıları Irak'taki işgalin bittiğini düşünüyor ama bu tabi ki doğru değil. Bazıları da bunu kısmi bir çekilme olarak adlandırıyor. Ben se bu başarıyı gerçekleştiren Irak direnişine hakkının tam olarak verilmediğini düşünüyorum. En iyisi bunu yarı ya da dörtte üçlük çekilme olarak adlandırmak. Tabi biz gerçeği ifade edecek en iyi kelimeyi arıyoruz her zaman.
İlk olay: Bu müzakereler ölü doğmuştur. Bu müzakerelerle güdülen siyasî ve medyatik amaçlar gün gibi aşikârdır. Amerika'nın siyasî olarak bu müzakereleri kullanması ve Amerikan seçim politikasının buna olan ihtiyacı bellidir. İsrail'in ihtiyacı nettir. Ne yazık ki, resmi düzeyde bazı Arapların da buna olan ihtiyaçları açıktır. Bu müzakerelerin gelebileceği en son anlam Filistin ve Filistin halkının haklarıdır. Bu müzakerelerin ölü doğduğunu söylüyorum. Filistinli grupların kâhir çoğunluğu bu müzakereleri kınadığını ve kabul etmediğini ilan etti. Hatta ilke bazında itirazı olmayan gruplar bile bunu reddettiler. Biliyorsunuz ve Arap dünyasındaki siyasi bir güç olarak bizler de bu noktada iki görüş olduğunu biliyoruz: Bazı insanlar İsrail'le müzakere ilkesine karşı tavır alıyorlar. Biz de onlar arasında yer alıyoruz. Bazıları da ilkeye karşı tavır almazken kaynakları, çıtayı, zamanlama ve temsil etmeyi tartışıyor. İlke konusunda itirazı olmayan gruplar bile bu müzakereleri reddediyor. Medyada Filistin halkıyla ilgili yayınlanan bütün kamuoyu yoklamaları Filistin halkının çoğunluğunun bu müzakereleri redddettiğini ortaya çıkardı.
Şu halde bu müzakerelerin ilke açısından tartışılması bir yana Filistin içerisinde hiçbir değeri yoktur. Yaşanan tecrübeler ve dün müzakere masasına oturanların tecrübesi bunu ispatlamıştır. Elimizde bazı liderlerin televizyon kanalıyla yaptığı açıklamalar var ve bu kişiler 17 yıllık müzakere sürecinin getirdiği hayal kırıklığından bahsediyorlar. Bu müzakerenin getireceği yenilik nedir?
Ne yazık ki özellikle bu zalim, kibirli, despot ve Amerika ile Batı'nın bu düzeyde desteğine sahip düşmanla yapılacak müzakerelerin meşruiyeti olmayan bu varlığa ve işgale daha fazla meşruluk ve daha uzun ömür vermekten başka getireceği bir sonuç yoktur.
İkinci olay: Amerika'nın Irak'tan çekilmesi kesinlikle bir fiyasko ve yenilgi başlığıdır. Amerikan yönetiminde hiç kimse galibiyet konuşması yapmaya cesaret edemedi. Aksine yapılan konuşma yenilgi konuşması ve çekilişin gerekçelerini ortaya koymaya yakındı. Hatta bazıları başarıdan söz ederken zayıf ve mütevazı bir başarıdan bahsetti. Hepimiz Amerikalıların seneler sonra çıkmak için değil Irak'ta kalmak ve oraya hâkim olmak için geldiğini biliyoruz. Ama şaşırdılar, her şeyin farklı olacağını tasavvur etmişlerdi. Onlar Irak sahasını okumada stratejik ve korkunç hatalardan bahsediyorlar. Onlar erken dönemde başlayan direnişle şoke oldular. Ben direnişten bahsederken ve Iraklı kardeşlerim beni dinlerken kesin bir şekilde şunu ifade etmem gerekiyor ki; direniş faaliyetleri işgal kuvvetlerini hedef alan o kahraman cihad operasyonlarıdır. Her mezheb ve ulustan Irak halkını, mescitleri, kiliseleri, Hüseyniyatları, okulları, devlet bakanlıklarını, çarşıları hedef alan operasyonlar ise terörist operasyonlardır, sistematik kitle cinayetleridir, direnişle karıştırılması ve sorumluluğunun direnişe yüklenmesinin mümkün olmadığı savaş suçlarıdır.
Direniş etkeni Amerika'yı şaşırttı. Amerika'nın verdiği kayıplar Amerikan yönetimi ve Amerikan halkının kaldırabileceğinden fazladır. Bu direnişle mücadele etmek ve askeri varlığın yerleştirilmesi için harcanan paralar, Amerikan hazinesinin kaldırabileceğinden fazladır. Amerikalıların önündeki tek seçenek tedricî çekilmeydi. Çok önemli ve en az direniş etkeni kadar önemli olan bir başka etken de Irak halkının mukavemeti ve sabrıydı.
Senelerdir çok sayıda etken ve tehlikeli istihbarat teşkilatları Irak halkını sivil savaşa, mezhebi fitneye, mezhebi ve grup çatışmasına, ırk çatışmasına, şiilerle sünniler arasında, Kürtlerle, Araplar, Kürtlerle Türkmenler arasında çıkacak bir savaşa sürüklemek için çalışıyor. Burada Irak halkının sabrı karşısında saygıyla eğilmemiz gerekiyor. Kim her gün ya da gün aşırı düzenlenen korkunç patlamalara üstelik senelerce dayanabilir ve sivil savaşa sürüklenmez? Söylentilerin, ateşli konuşmaların, hazır suçlamaların, yaraya tuz basan değil yarayı bıçakla deşen basının eşlik ettiği bu patlamalara rağmen mazlum Irak halkı bilinçle, dini, kültürel ve toplumsal kaynakların yönlendirmesiyle, iradesiyle ve azmiyle bu komplolarla başa çıkmayı becermiştir.
İsrailliler, Mossad ve Amerikan istihbarat teşkilatlarının hepsi Irak'ta cereyan eden ve hâlâ etmekte olan patlamalarla, intihar eylemcisi gruplarla ilişkilidir. Lübnan'daki İsrail ihlalinin seviyesi buysa Amerikan işgali altındaki Irak'taki İsrail istihbaratının ihlalinin seviyesinin ne olacağını varın siz düşünün. Bugün Irak Mossad'a, Mossad istasyonlarına, İsrail seferberliğine açık bir alandır. Hepimiz İsrail'in kırmızı çizgisi olduğunu biliyoruz. Bu kırmızı çizgi; Irak'ın bir bütün olması, birbirine kenetlenmesi, bu ümmetin safında yer alması, bu ümmetin ve onun meselelerinin bir parçası olmasıdır. Herkesin Irak'tan beklediği budur ve bu İsrail'in kırmızı çizgisidir. Bu nedenle İsrail parçalamak ve yok etmek için çalışmaktadır.
Irak halkı korkunç katliamlara rağmen şu ana kadar direndi, bu aşamayı aştı. Fitne projesi düşüp işgal çok külfetli olunca işgalcilerin önünde çekilmekten başka seçenek kalmadı. Bu Allah'ın tarihî ve evrensel sünnetidir. Lübnan'dan Filistin'e, Irak'a, Wietnam ve dünyanın her ülkesine kadar gerçek ve gerçekçi seçenekler bunlardır.
Konunun dinle, herhangi bir medeniyet ya da kültürle alakası yoktur, bu ilahî bir sünnettir: Hangi ülke devasa dünya güçleri tarafından işgal edilirse edilsin eğer bu halkın direniş iradesi, meydan okuma iradesi, fedakârlık, sabır ve bütün bu başlıkları birleştiren mukavemet iradesi varsa verdiği kayıplar büyük olsa bile bu halk muhakkak galip gelir. Irak'ta olanlar da sadece direniş seçeneğinin büyük ve yeni bir kazanımıdır. Tabi burada intihar saldırısı gibi terörist eylemleri uygulayan grupların çoğunun İslam'la ya da İslam projesiyle alakası olmayan istihbarat teşkilatlarına bağlı olduklarının vurgulanması gerekiyor. Bugün Pakistan'ın Kuveyta şehrinde olanlara bakın. İnsanlar gösteri yapıyorlar, 20 milyon felaketzedenin 4 milyon da evsizin olduğu Pakistan'ın bazı şehirlerinde insanlar Filistin, Kudüs ve Gazze'yi savunmak için gösteri yapıyor. Sonra bir intihar bombacısı geliyor ve bu insanların içinde kendini patlatıyor. Stüdyoya girmeden önce dinlediğim son haberlerde 42 kişinin şehit olduğu 100'den fazla kişinin de yaralandığı söyleniyordu. Bunlar Kudüs'ün, Filistin'in, gerçek önceliklerin ve büyük davanın şehitleridir. Diğerleri ise sağır, dilsiz ve kördürler. Şeytan kalplerini köreltmiş, onları kontrol altına almıştır ve istihbarat teşkilatları onları orada burada ölüm saçmaya yönlendirmektedir.
Kardeşler! Evet, şimdi resme daha yarıntılı baktığımzda hâlâ çatışmanın kalbinde yer aldığımız, Filistin'de zorluklar olduğu, Batı Şeria'da ramazan ayında faaliyetlerini aktif hale getiren direnişin harekete geçmesinde, Filistin'de, Lübnan'da, Irak'ta ve bölgede zorluklar olduğu kesinlik kazanmaktadır. Ama başka bir açıdan yani daha geniş ve kapsamlı bir perspektiften bakarsak kısaca söylemek istiyorum ki, bazı ılımlı Arapların destek olduğu Batı ekseniyle ne hacim, ne imkân ne de sayı bakımından kıyaslanamayacak olan direniş ekseninin bölge düzeyinde tarihî ve büyük bir başarı kaydettiğini ve bunun dünya düzeyinde yansımaları olduğunu görürüz.
11 Eylül'den sonra Amerikan idaresinin başına yeni muhafazakârlar geldi ve beraberlerinde bu bölgenin tamamını ilgilendiren bir proje getirdiler. Dünyanın tahtına kurulan ve Sovyetlerin çökmesinden sonra dünyadaki en büyük güç olan Amerika, dünyanın her yerinden filolarını topladı ve yine dünyanın her yerindeki askeri üstlerinin çoğunu dağıttı ve Ortadoğu bölgesine; petrolün, gazın ve devasa yerlatı kaynaklarının olduğu Müslüman ve Arap topraklarına geldi.
Amerika, daha sonraları Yeni Ortadoğu projesi olarak adlandırılacak bir projeyle geldi. Bu projenin İsrail'in varlığını kemikleştirmesi gerekiyordu, siyasi anlamda Filistinlilere Arap imzasıyla dayatılan barış süreci aracılığıyla bu varlığı ölümsüzleştirmesi gerekiyordu. Bu proje bölgeye getirildi, sadece silah taşıyan direnişi değil Filistin direnişini hatta halk direnişini, siyasî ve kültürel direnişi tam olarak tasfiye etmeyi hedefleyen bir proje getirdiler. Suriye'de direnç gösteren rejimin düşürülmesi, Irak üzerinde mutlak hâkimiyet kurulması, Irak halkının gerçek bir iradesinin olmaması, bunlardan sonra da İran'ın dört bir yandan kuşatılması, tecrit edilmesi, fitneye düşürülmesi en sonunda da İran'daki İslami rejimin düşürülmesi hedefleniyordu ki; bu bölge Amerikan-İsrail projesiyle uyumlu hale gelsin.
Şimdi söyleyeceklerimin dikkate alınacağını umarım. Ben bu projenin geçtiğimiz 10 sene süresince, tarih boyunca hiçbir müstekbir projenin sahip olmadığı imkânlara sahip olduğunu iddia ediyorum. Ordular, gelişmiş devasa askeri mekanizmalar, uluslar arası toplum uluslar arası toplum diye bir şey yoktur, aslında var olan Amerika'dır ve o da dünyayı peşinden sürüklemektedir- finansman, iktisat ve tarihin telekomünikasyon, uydular ve internet devrimleri kanalıyla tanık olduğu en büyük ve tehlikeli medya gücü" Bu proje için en büyük ordular, en güçlü ekonomiler, psikolojik savaşlar ve istihbarat teşkilatları seferber edildi. Ama birkaç sene içerisinde bu proje direnç ve direniş ekseniyle karşı karşıya geldi. Siz bu eksenin ne olduğunu biliyorsunuz. Filistin'deki direniş, Lübnan'daki muhalif direniş, Suriye, İran, Irak'taki direniş ve Arap dünyasındaki destekçi siyasi güçler ve ekollerden bahsediyoruz. Bunların sayısının az olduğu doğru ama hak onlardan yana, Allah onlardan yana, doğruluk onlardan yana. Bu nedenle son projeyi değerlendirecek olursak onu nereye yerleştiririz? Bu bir fiyasko ve yenilgi projesidir. Yenilgi ve fiyaskodan bahsetmemiz bu çatışmanın bittiği anlamına gelmiyor. Biz çatışmanın farklı bir boyutuna, başka alanlara, çatışmaya farklı bir açıdan bakışa geçtik. Ama bu proje yenildi ve geriledi ve daha fazla başarısızlığa doğru gidiyor. Bu projenin, bütün ekonomist ve strateji uzmanlarını toplayan Amerika ve Avrupa üzerindeki askeri ve güvenlik yansımalarına, siyasi, ekonomik ve finans sektörü üzerindeki yansımalarına bakın. Bu krizleri çözmek için harcanan bütün çabalar sonuçsuz kaldı. Bizler gelecek birkaç sene içinde bu alanda büyük değişikliklere tanık olacağız.
Amerika yeni savaşlar açmaya muktedir değildir çünkü yeni savaşlar açmaktan acizdir. Bunun sebebi de değerler sisteminde değişiklik yapılması, insan haklarının ya da halkların haklarının neresinde yer aldığını yeniden gözden geçirmesi ve ahlakî bir değerlendirme yapması değildir. Bunun nedeni ekonomik, sosyal ve siyasî krizlerden geçiyor olması ve bölgeye açtığı devasa müsekbir savaşların başarısz olması sonucu düştüğü acziyettir.
Bu eksen neden başarılı oldu da proje başarısız oldu? Bu başarıyı; Filistin halkının özellikle de Gazze'deki direnişi, Lübnan'daki özellikle de Temmuz savaşındaki direniş, Lübnan'daki ulusal siyasi iradenin direnişi ve 5 sene boyunca Amerika'nın direktiflerine boyun eğmeyişi, Suriye'nin, İran'ın ve Irak halkının direnişi gerçekleştirdi.
Bugün bizler bu direnişi devam ettirmeliyiz. Bugün, az önce bahsettiğim birçok alandaki zorluklara rağmen bu zorluklar genel görüntü karşısında ayrıntı olarak kalır- zafere herhangi bir zamandan çok daha fazla yaklaştığımızı hissediyoruz. 2010 yılı İsrail'ini inceleyelim. Bu İsrail 12 Temmuz 2006 öncesi İsrail'i midir? Bu İsrail Gazze saldırısı öncesi İsrail midir? 25 Mayıs 2000 öncesi, 1982 öncesi İsrail midir? 2010 İsrail'i şüphesiz farklıdır. Büyük İsrail gitti, şimdi karşımızda duran İsrail, birçok çıkmaz ve zorlukla karşı karşıya ve ben bunların ayrıntısına girmeyeceğim.
Evet, bizler bu direnişi, birliğimizi ve tek vücut oluşumuzu devam ettirmeliyiz. Hepimiz eskisinden çok daha fazla Filistin halkına ve Filistin direnişine arka çıkmakla ve destek olmakla sorumluyuz. Hamas'taki kardeşlerimiz Batı Şeria'daki son iki operasyonu gerçekleştirdiklerinde, Obama'nın, Amerika'nın, İngiltere'nin ve Netanyahu'nun kınadığı bu operasyonun Arap ve İslam dünyasında tebrik edilmesine muhtaçtılar.
Direnişe verilecek her türlü maddî ve manevî destek devam etmelidir çünkü Filistin ve Kudüs'ün kurtuluşu için yapılan siyasi hesap bu direnişten geçmektedir. Bu bağlamda konuşmamın ikinci kısmına; Lübnan'la ilgili başlıklara geçmek istiyorum ve bu başlıkların bu konuyla derin bir ilişkisi olduğunu düşünüyorum.
Bizler Lübnan'da daima, bazılarının altın bazılarının da elmas denklemi olarak adlandırdığı ordu, halk ve direniş denklemini vurguluyoruz. Ben denklemin her bir parçasını mümkün olan en kısa şekilde yorumlayacağım.
İlk olarak direniş başlığından başlayacağım. İki nokta var birincisi; birkaç gün önce yani 31 Ağustos günü İmam Musa es-Sadr'ın ve onunla birlikte arkadaşları Şeyh Muhammed Yakup ve Seyyid Abbas Bedreddin'in kaçırılmasının yıldönümüydü. İmam Musa es-Sadr direnişin imamıdır. Bu Hizbullah ile Emel Hareketinin üzerinde anlaştıkları noktalardan biridir. Hepimiz Musa es-Sadr'a direnişin imamı, kurucusu ve hepimizin babası ve lideri olarak bakıyoruz. Bizleri yola koyan, güzel gözleri ve eliyle bize Kudüs'ü işaret eden, Kudüs'e nasıl âşık olacağımızı, onu nasıl seveceğimizi, nasıl savaşacağımızı, Kudüs yolunda nasıl savaşıp şehit olacağımızı bize öğreten odur. Hepimiz İmam ve onun arkadaşlarının Libya rejiminin konuğu iken kaçırıldıklarını biliyoruz. Lübnan Meclis Başkanı kardeşimiz Nebih berri birkaç gün önce bu konudan ayrıntılı bir şekilde bahsetti. Ben bugün bunları tekrar etmek değil sadece Berri'nin ister siyasi ister yargı düzeyinde olsun söylediklerini onayladığımı söylemek istiyorum.
Olayı yargı düzeyinde değerlendirirsek, yargının Lübnan vatandaşlarının ve bir Arap ülkesinde kaçırılan Lübnanlı liderlerin sorumluluğunu taşıması gerektiğini söylüyoruz. Bizler yani İmam Musa es-Sadr davasından sorumlu olanlar ve birinci derecede de Sadr'ın ailesi ve bütün kardeşlerimiz hiçbir zaman uluslar arası mahkeme ve uluslar arası yargıya başvurmadık. Çünkü bizler uluslar arası mahkemenin bu toplumda ve bu dünyada birkaç milyar dolara boyun eğdiğini biliyoruz. İmam'ın ailesine ve Başkan Berri'ye bu konuyu maddi anlamda çok fahiş fiyata çözmesi teklif edildi. Ama bizler bırakın liderlerimizi satmayı küçük çocuklarımızı bile milyarlarca dolara satmayız. Bu davayı uluslar arası mahkemeye ya da uluslar arası soruşturmaya götürmedik. Çünkü biz bu çeşit mahkemelerin ve soruşturmaların nasıl yönetildiğini biliyoruz. Bu nedenle Sadr'ın ailesi Meclis Başkanının birkaç gün önce bahsettiği sorumluluğu yüklenmesi gereken Lübnan ulusal yargısına başvurdu.
Olayı siyasi düzeyde değerlendirirsek; bizler Libya'da düzenlenecek olan herhangi bir Arap zirvesini boykot etme çağrısını kuvvetle destekliyoruz. Geçtiğimiz zirvede Bakanlar Kurulu'nda tartışma çıktı büyükelçinin ortak olmasıyla olay son buldu. Bunun ne faydası oldu? Bu ortaklık İmam es-Sadr davasına ne getirdi ya da ondan ne götürdü. Bu nedenle direnişin imamı meselesinde ben, bizim yargı ve siyasi düzeyde tek bir tavrımız ve tek bir sözümüz olduğunu söylüyorum. İmam es-Sadr ve onun arkadaşları Libya'da kaçırıldı ve serbest bırakılıp cihat alanına, ailelerinin ve halklarının yanına ve yurtlarına dönmeleri gerekir. Bu konu anlaşma ve çözüm gerektirmeyen, ihmal edilmesi, unutulması ya da yitirilmesi mümkün olmayan bir konudur. Biz onların kendi alanlarına dönmelerini isterken hiç kimseyle çatışmaya girmek istemiyoruz, biz sadece onların dönmesini istiyoruz.
Direniş başlığındaki ikinci nokta; uluslar arası soruşturma ve uluslar arası mahkeme meselesidir. Ayrıntıya girmek istemiyorum sadece iki kelimeyle değinip geçeceğim. Haftalar önce direnişin bu açıdan hedef alındığını hissettiğimizi söyledik. Birçok düşünce ve delil ortaya attık. Başşavcı bu delilleri yorumladı. (Şükürler olsun sonunda ağzını açtı ve konuşmaya başladı.) Bu delillerin yetersiz olduğunu ve Hizbullah'ın halen teslim etmediği bazı şeyler olduğunu söyledi. Ben de şimdi sunları söylemek istiyorum: Biz daha önceden ne uluslar arası soruşturma ne de uluslar arası mahkemeyle ilgilenmediğimizi söylemiştik. Bu nedenle bizler uluslar arası mahkemenin başsavcısının sorularını cevaplamak ya da isteklerini yerine getirmek zorunda değiliz. Biz Lübnan yargısının isteği üzerine elimizde bulunan veri ve delilleri Lübnan yargısına sunduk. Lübnan yargısının sorusu varsa ve Lübnan yargısı olarak kendisini ilgilendiren konularda soruşturma yapmak istiyorsa biz hazırız. Ama Lübnan yargısının rolü sadece bizimle uluslar arası mahkemenin başsavcısı arasında posta kutusu görevini görmekse biz hazır değiliz çünkü uluslar arası mahkemenin başsavcısıyla ilgilenmiyoruz. Lübnan yargısı bu delil ve verileri, casuslarla yalancı şahitleri soruşturmaya almayı çok fazla önemsiyorsa ki bu onun sorumluluğu ve görevidir- biz her türlü dayanışmaya hazırırz. Başsavcı bizim sunduğumuz delillerle ilgilenir ya da ilgilenmez bu onun kendi bileceği iştir. Ama ilgilenmesi ya da ilgilenmemesi uluslar arası mahkeme başsavcısının performansı ve davranışının değerlendirilmesinde çok önemli bir işaret olacaktır. Bu noktada bu kadar açıklama yeterli.
Altın-elmas denkleminin ikinci kısmı ordudur: Hepimiz Lübnan ulusal ordusunun silahlandırılması ve Lübnan egemenliğini, topraklarını ve halkını müdafaa edecek hale getirilmesi çağrısını destekliyor ve arka çıkıyoruz. Bu dosyanın ciddi bir şekilde ele alınmasını, sadece konuşma, slogan ve hamaset edebiyatında kalmamasını umut ediyoruz. Biz bu konunun ciddi bir yola girdiğini düşünüyorruz. Biz medyaya ve Bakanlar Kurulu'na bir öneri sunduk; bunu burada yineleyeceğiz: Bakanlar Kurulu'nun Araplardan yardım istemek için bir bakanlık heyeti teşkil etmesini istiyoruz. Bazıları Arapların yardımını istemediklerini, orduyu kendi bütçemizden silahlandırmak istediklerini söylediler. Orduyu silahlandıracak bu bütçe nerede? Sizin paranız olmadığını söylediğiniz herkesçe malum. Biz kolay yolu bulalım derken onlar bunu söylemeye başladılar. Ben yarın bir gün onlardan birisinin çıkıp hiç kimseden yardım istemiyoruz Lübnan ordusunu silahlandıracak finansmanı Lübnan halkından sağlayalım demesinden korkuyorum. Siyasi güçler Lübnan halkının daha fazla vergiyi kaldıramayacağını söylediklerinde de, Lübnan ordusunun silahlandırılmasını istemeyen ve yeni vergiler getirilmesini istemeyen biz oluyoruz.
Lübnan ordusunun silahlandırılması meselesinin ciddi, ulusal, ahlaki ve dürüst, bazen kirli olduğunu hissettiğimiz siyasi husumetler, tartışmalar ve cedellerden uzak bir konu olmasını temenni ediyorum. Yardım istemenin neresi ayıp? Bu ayıp değil aksine onların bize yardım etmesi gerekiyor. Lübnan, Arapların ve Arap dünyasının başını dik tutmasını sağladı. Lübnan sayesinde bütün Araplar bu dünyada Arap oluşuyla övünür hale geldi. Sorun ne? Bize yardım etmek onların görevi. Bu nedenle heyetler oluşturup depolarda stok ettikleri ve neredeyse paslanmak üzere olan silahları bize vermelerini istemeliyiz. Amerikalılar bize ne veriyor? Almanya ve Almanya dışı ülkelerdeki kışlalarında bulunan ve ömürleri 20, 30, 40 yıllık olan silahlardan başka bize ne veriyorlar?
Biz İran'dan gelecek yardıma sevineceğimizi söyledik. İran'daki kardeşlerimiz Lübnan hükümetinin talep etmesi durumunda yardım etmeye hazır olduklarını bildirdiler. Tabi bu genel bir talep değil Lübnanlıların bu silahtan şu sistemlerden bu imkânlardan faydalanmak istiyoruz diyecekleri ayrıntılı bir talep olacak. Tabi İran'daki kardeşlerimiz bizim sunabileceklerimiz bunlar diyorlar. Komik olan, silahlanmada Amerika ve Batı'nın şartlarının dayatıldığı Lübnan'da bizler Lübnan'da silahlanmanın şartı olmadığını söylesek bile- İran'ın Lübnan ordusunu silahlandırmasından bahsedilince insanların çıkıp İran'a şart koyması oldu. Yani İran'ın yardımını kabul ederiz ama şartsız. Şartsız yardım edecekse kabulümüz. İran'a şart koymaya başlayanlar oldu. Akıllı geçinen birinin "Biz İran'ın yardımlarını Lübnan'daki direnişe destek vermeyi durdurması şartıyla kabul ediyoruz" dediğini duydum. Maşallah sana ne kadar da akıllısın öyle!
Bu şuan Lübnan'ın önündeki bir fırsattır. İran hükümeti hazır olduğunu ilan etti. Başkan Ahmedinejad birkaç hafta sonra gelecek. Ordunun silahlandırılması konusunda ciddi bir tartışma için hazır olalım.
Denklemin üçüncü kısmı halktır. Lübnan'daki halktan bahsederken aslında Filistinli mültecilerin de bizim halkımız, sevdiklerimiz olduğunu söylememiz gerekir çünkü onlar da bu topraklarda yaşıyorlar- iki küçük parantez açacağım çünkü bu konuda konuşmam gerektiğini düşünüyorum.
Birincisi; Burc Ebu Haydar hadisesidir. Biz projeler derneğindeki kardeşlerimizle birlikte bu hadise hakkında ortak bir açıklama yayınladık ve dedik ki; bu çok hazin bir olay, çok üzücü. Bunlar benim ve kardeşlerimin düşünceleri. Bu gerçekten çok hazin bir olay. Ben kardeşlerime biz iki şehit değil bu olayda üç şehit verdik dedim. Burc Ebu Haydar olayında meydana gelenlerde inatçılık yapacak bir taraf yok. Değerlendirdiğimizde bu katıksız bir kayıptır, hiçbir şekilde kazanç sağlanamamıştır. Bazıları kazanç bulacakları yorumlar yapmaya çalışıyorlar. Hayır asla. Ben size bunun insani, siyasi, güvenlik, beşeri ve bütün kıstaslarda katıksız bir kayıp olduğunu söylüyorum. Bu bireysel olayın acı verici bir şekilde geliştiğinin ve hiçbir arka planının olmadığının altını çiziyorum. Olay sonrasında duyduğunuz bütün siyasi yorumlar, Burc Ebu Haydar olayının İran Suriye çatışmasının ifadesi olduğu şeklindeydi. Bu insanlar başarısızlar, bozguna uğramışlar (yorum yapanlardan bahsediyorum) bunlar büyük bir projenin küçük piyonlarıdır. Onlar hakkındaki bu sözü ben söylemiyorum. Bunu söyleyen başkaları, Lübnanlı liderler bunu söylüyor: Büyük bir projenin küçük piyonları. Büyük proje düştü ve artık üzerine bahse girecekleri hiçbir şey kalmadı. Ne üzerine bahse girmek istiyorlar? İflas etmeye başlayan ve yenilmiş bir şekilde çekilen Amerkalılar üzerine mi? Lübnan'a saldırmadan önce bin, yüzbin hesap yapar hale gelen İsrail ve onun savaşları üzerine mi? Suriye düşmanlığına mı? Ellerinde uluslar arası mahkeme konusu var ve ben bu zorluğu aşacağımızı düşünüyorum. Bundan sonra ellerinde ne kalır ki?
Onların ellerinde kala kala geçen on yıl içerisinde tarihi savaşların en tehlikelisini kazanmış bu cephenin parçalanmasını beklemek kaldı. Ellerinde sadece bu kaldı. Diyorlar ki; belki dağılır, parçalanırlar, belki aralarında anlaşmazlık çıkar. İran-Suriye çatşmasından bahsediyorlar. Ben sizlere İran-Suriye ilişkilerinin her zamankinden daha iyi ve daha güçlü olduğunu söylemek istiyorum. Çünkü bu ittifak özellikle de son yıllarda faydalı olduğunu kanıtladı. Bu ittifak olmasaydı bu proje yenilmez, İsrail ebedi olarak kalır, Kudüs ve Filistin ise ebedi olarak yitirilirdi. Suriye ve İran liderlikleri bugün bu ittifakın zorunluluğu, haklılığı ve doğruluğuna daha güçlü bir inanç ve daha kuvvetli bir kanaatle bağlıdırlar.
Suriye ile direniş arasındaki ilişki hakkında ortalıkta bazı ufak çocuklar var bu ilişkiyle oynamak istiyorlar- size şunları söylemek istiyorum: Hizbullah'ın kuruluşundan bu yana Suriye liderliğiyle ve Suriye'deki kardeşlerle olan ilişki hiç bu kadar sağlam, güçlü ve metin olmamıştır. Onlar tıpkı klima altında oturup saçma hayaller kuran insanlar gibi kendi kendilerini sevindirmek istiyorlar. Sevindirsinler bakalım.
Benim bu olay hakkında yapacağım yorum olayın diğer yönüyle alakalı olacak: İlk olarak bu olay basın organlarınca aşırı bir şekilde büyütüldü. Hatta biz ilk saatlerde ve ertesi gün olayın etkisinden kurtulamadık. Ama olayın olduğu yere gidip heyetler oluşturduk, Lübnan ordusu gelip soruşturmaya başladı ve meydana gelen olayın hacmini ortaya çıkardık. Tabi olanlar azınsanamaz ama medyanın abarttığı kadar da büyük değil. Her zaman büyük ve küçük davalarda olduğu gibi ön soruşturmalar yapılıyor ve hükümler veriliyor. Yani Lübnan'da bazı şahıslar 14 Şubat 2005 Refik Hariri suikastında olduğu gibi bir saat sonra soruşturdular, hüküm verdiler, suçladılar, idam ettiler, hapsettiler ve istediklerini yaptılar. Hariri suikastının bir minyatürü olan Burc Ebu Haydar olayı da aynı şekilde örüldü. Sonuç olarak soruşturmalar yapıldı, bu olaydan sorumlu taraflar var ve hiç kimse sorumluluğundan kaçmıyor.
O halde ilk olarak olayı büyütme ikinci olarak da olayı kullanma. Burada bir tavsiyede bulunmak istiyorum. Biz birinci, ikinci ve üçüncü gün sustuk, hiç sesimizi çıkarmadık. Çünkü biz ve projeler derneğindeki kardeşlerimiz acı çekiyorduk, yaralıydık. Özellikle direniş olarak bizler kaybımızın boyutunu biliyorduk. Ama buna karşılık nasıl davranıldı? Devlet adamlarından ya da onların dışındakilerden bahsetmiyorum. Lübnanlılar, ortaklar ve siyasi güçler, aralarındaki ilişkilerde minumum değerlerin hâkim olması istenen kişilerden bahsediyorum. Olay fazlaca abartıldı ve genelleştirildi, saldırıya geçildi. Basın, makamlar, kişiler ve siyasi güçler saldırıya geçtiler. Bu kişiler ortada bir ateş var gelin onu söndürelim diyeceklerine üzerine benzin döküp ateşi daha da körüklediler. Bu konuya bizim ve muhalefetteki diğer kardeşlerimizin baktığı gibi tehlikeli bir konu olarak bakmadılar. Bu konunun değerlendirmeye ihtiyacı var, ortada tehlikeli bir durum var, özellikle de mezheb konusunda çözülmesi gereken tehlikeli bir sorun var demediler. Mezheb konusuna yağ, benzin ve mazot döktüler. Bu ulusal bir sorumluluk mudur yoksa tehlikeli bir istismar mıdır? Şimdi başka tanımlamalar yapmak istemiyorum. Bu çok tehlikeli bir istismar. Meydana gelenler güveni korumaz tehdit eder, barışı himaye etmez tehdit eder, meydana gelen hasarı onarmaz parçalar. Olaydan sonra yanlış yapanlara ve bu sorunu gerektiği gibi çözmeyenlere duygularımı ifade etmek istiyorum. Bu kişilerin bazısını sorumlu tutmuyoruz ama bazısını tutuyoruz. Diyorum ki; sen gelip de yaraya tuz basmadın, bizler Salı gününden beri kalbimizden yaralıyız sen gelip bıçağa tuz bastın, bıçağını kalbimize saplayıp deşmeye başladın. Ne yaptıklarını ve yaptıkları işin boyutunu bilsinler. Ülkedeki tehlikeli ve hassas meseleler bu şekilde çözülmez. Devlet adamları, siyasetçiler ve parti liderleri böyle davranmaz. Bizim olayı değerlendirişimiz böyle. Biz ilk andan itibaren Lübnan ordusu, polis, yargı, askeri polis ve Lübnan yargısı tutuklasın, celb etsin, soruştursun ve yapılması gerekenleri yapsın biz onunla dayanışma içinde olacağız dedik. Hiç kimse bu işi sulandırmak ya da ört bas etmek istemiyor. Çünkü bizler kayıp verilen bir meseleyle karşı karşıyayız. Şehitlerin babalarının anlattığı gibi bu konu altın-elmas denkleminin unsuru olan halka dokunuyor. Sorunu çözeceğimiz yerde gidip nasıl davranıyorlar.
Bu başlıkla ilgili son olarak söylemek istediğim şey; sadece bu meseleyle değil bu ülkede çözüme kavuşturulan her meselede yanlış bir metot izlendiğidir. Bir olay oluyor, olayı alıp büyük bir dosya açıyoruz, hâlbuki bunu doğrudan çözemeyeceğimizi biliyoruz.
Lübnan'daki silah ve silahın yayılması dosyası; Lübnan'da her evde silah var. Bu konu ne Hizbullah'ı ne projeler derneğini ne de başka bir makamı ilgilendirir. Her evde silah var, bazı evlerde RPG'ler, BKC'ler ve belki de 60'lık havanlar var. Partiler ve siyasi güçler değil evlerden bahsediyoruz. Bu dosya 60'lar, 70'ler belki de 50'lerden kalma bir dosya. Uzun zamandır, çoğumuzun daha dünyaya gelmediği zamanlardan kalma silah dosyası adında dikenli bir dosya var. Bu dosya Lübnan sivil savaşında daha da içinden çıkılmaz bir hal aldı, İsrail'in çalışmaları ve direnişin hatta girmesiyle de daha fazla düğümlendi. Bu derece kördüğüm haline gelmiş ve ister Lübnan ister Filistin silahı olsun bölgesel müdahalenin gerçekleştiği bir dosya hikmete, zamana ve büyük bir çözüme muhtaçtır. Burc Ebu Haydar olayından çıkıp silah dosyasını çözmek istiyoruz, iki üç gün içinde karar almak ve bu kararlara kimin meydan okuyacağını görmek istiyoruz diyoruz. Bu yanlış bir metotur. Ülkenin dosyaları, silah dosyası, işçi talepleri dosyası, elektrik, siyasi ve idari reform dosyası bu şekilde çözülemez. Bu yanlış bir metottur.
(Halk diliyle konuşalım) Eski arabalarda şoförler direksiyonu sağa sola çevirmek için büyük çaba sarf ederlerdi. Tekerleğin altına çakıl taşı geldiğinde şoför direksiyon hâkimiyetini sağlardı. Bugünse hidrolik direksiyonlar var ve çakıl taşları arabanın yönünü değiştiriyor. Ben bugün Lübnan'daki siyasi idareyi hidrolik direksiyona benzetiyorum. Bakıyorsunuz ülke bir yöne gidiyor, o da ne, bir bakıyorsunuz ki sağa sapmış, bir olay oluyor sola sapıyor, başka bir olay oluyor tekrar yön değiştiriyor. Bunların hepsi etkiye verilen tepkilerdir"
Oturup sadece şikâyet etmemek için sakin olma çağrısında bulunuyorum. Bazı işler kendi sürecinde seyretmeye başladı ve bitti. Ama bazıları hâlâ olayı sonlandırmak istiyor, paşa gönülleri bilir. Ben bugün burada tek taraflı olarak bir girişimi ilan ediyorum. Ben kimseyle ittifak yapmış değilim. Bu konu doğal seyrini aldı, soruşturma devam ediyor, tazminat komisyonu kurduk, biz ve projeler derneğindeki kardeşlerimiz konuyla ilgileniyor, Lübnan yargısı dosyaya el koydu ve bitti. Artık bunu bir tarafa bırakalım. Ne de olsa bu insanlar beraber bu işi tamamlayacaklar, hiç kimse kimseyi silmek, diskalifiye etmek, önüne geçmek ya da tanımamazlık etmek istemiyor. Oturup anlaşalım ve bu ülkenin dosyalarını yönetmek için bir metot bulalım ama bu metot etki tepki metodu olmasın. Direksiyon metodu olmasın; arabayı kim sürüyor, nereye gidiyor yani hidrolik direksiyon olmasın. Dosyalarımızı çözümlemek için net bir strateji ortaya koyalım ve işe koyulalım.
Konuşmamı sonlandırmadan önce değineceğim son nokta Filistin hakları konusu olacak. Son dönemde Filistin hakları hakkında yapılan değerlndirmelerin tartışmaya ihtiyaç duyan değerlendirmeler olduğunu söylemeliyim. Lübnan'daki Filistinli mültecilerin hakları 1992'den bu yana benim için Kudüs Günü konuşmalarında değişmez noktalardan birisi oldu. Bu meselenin ömrü 62 yıldır. Gerçekten de geçtiğimiz dönemde ülkenin birbirine girdiğini, işlerin karıştığını hissettim. Hangi dosya olursa olsun eğer içine korkular, tehlikeler, abartmalar ve tartışmalar girmişse sonucu Lübnan'daki Filistinli mültecilerin sivil hakları dosyasının sonu gibi olur. Bütün dosyalar böyle. Bu durum Filistinli mültecileri ve Lübnan'daki Filistinli kardeşlerimizi hoşnut etmiyor. Doğru, bu hoşnut edici bir şey değil kim demiş hoşnut edici diye? Ama bu sorunu nasıl çözeceğiz? Ben bir öneri sunuyorum ve diyorum ki; Lübnanlı bir grup gelsin ama acele değil- gönüllü olabilecek herhangi bir Lübnanlı grup olabilir, Hizbullah, Emel Hareketi, İlerici Sosyalist Parti ya da Ulusal Parti gönüllü olabilir. Herhangi bir makam gönüllü olur ve biz Lübnanlı bir grup olarak; bir beyin takımı, fikir ve değerlendirme takımı olarak çalışırız diyebilir ve Filistinli taraflarla bir araya gelebilir ya da Filistinli bir grup sivil haklardan duyulan endişeye ve endişe içindeki makamlara ışık tutabilir. Bu kişilerin endişeleri meşrudur bundan ötürü suçlanmazlar, bazen bazı ırkçı ifadeler dile getiriliyor, işte bunlar kınanır. Gitsinler bu makamlarla otursunlar, konuşsunlar, tartışsınlar, onları rahatlatsınlar ve tatmin etsinler.
Parlamenterler Meclisinde yapılanlar bu yolda atılan iyi bir adımdır ama yeterli ve hoşnut edici değildir. Lübnanlılardan ya da Filistinlilerden biri ya da Filistin-Lübnan ortak grubu gitsin ve basın mensuplarından, kameralardan, siyasi istismardan ve siyasi tekliflerden uzakta ciddi bir tartışma yapsınlar. Korkular masaya yatırılsın. Bu konuyu nasıl çözeriz, hak ve doğal insani ihtiyaçlarla korku ve tehlikeleri nasıl birleştiririzi tartışsınlar.
Kudüs Günü'nde bizler Lübnan'daki direniş olarak, zafer ekseninin doğru yerinde, 2010 yılında, 62 yıl sonra Kudüs'e daha yakın olduğumuzu hissediyoruz.
Bölgedeki direniş hareketleri olarak bizimle Siyonist proje arasındaki mesele vakit meselesinden başka bir şey değildir. İlahi ve tarihi sünnetlere, işlerin tabiatına, çatışmanın denklemine göre İsrail'in kaderi yok olmaktır. Onun kaderi; halkın iradesi, direnen irade, sabır ve meydan okumaya bağlıdır. Filistin halkı 62 yıl dayandı ve teslim olmadı, yılmadı, ümitsizliğe düşmedi, topraklarından, mukaddesatından ve haklarından taviz vermeye de hazır değildir. Bu projeyle olan savaşı sonlandırmada üzerine bina edilen en öenmli güç unsuru budur. Hayırlı ramazanlar, hayırlı bayramlar. Esselamu aleykum ve rahmetullahi ve berekatuhu.
velfcr