Kriterlerimiz ne olacak... Onları kim tayin edecek... Ne baz alınacak... Nereden başlayıp nerede bitecek... Akla gelen ilk sorulardan bazıları bunlar. Adaletin tesisi kolay değil. Herkesin kendince bir gündemi, çıkarlar yumağı var. Bütün bunların çekişmesi ortasında adalet denen şey nasıl sağlanacak, haklı haksızdan nasıl ayırt edilecek. Asker de sivil de eşit sayılacak mı mesela... Hangi tarih dilimini kapsayacak mesela. Acılar kilo ile ölçülemeyecekse nasıl tartılacak mesela... İki hikaye, iki tanık, iki ses: Biri Tuğgeneral Adnan Tanrıverdi'nin atıf yaptığı Bağımsız Türk Mahkemelerinde Yargılanmak İstiyorum isimli kitaptan.
YAŞ mağduru Kurmay Binbaşı Kemal Şahin'in kaleminden hazırlanmış bu kitap 28 Şubat dönemine ve orduda o dönemde yaygınlaşan İslam düşmanlığına dikkat çekiyor. "Tanrıverdi'nin açıklamalarına konu olan Kemal Şahin 1992-1994 yılları arasında Harp Akademisi'nde öğrenciyken yaşadıklarını şöyle anlattı:
'İki yıl aşağı yukarı Harp Akademileri Komutanlığı'nda öğrenim görürken ben, 1992-94 yıllarında eşim de Sarıyer İmam Hatip Lisesi'nde öğretmendi. Başörtülü idi. Harp Akademileri Lojmanı'na girmek çıkmak için araçlar ve insanlar çok sıkı bir kontrolden geçerdi. Hem lojmanlar hem eğitim kurumları oradaydı. Ben her gün eşimi, yürümeye çıkamadığı için araba ile evden çıkardık, 4. Levent'in orada sote bir yer vardı, otobüs duraklarının orada. Eşimi oraya götürürdüm, saat 5'de alıp, lojmanlara girerdim. Başörtülü olan eşim ön koltukta değil de, arka koltukta otururdu. Koltuklarla oturulan yer arasında saklanırdı. Her gün bunu temaulen tekrar ederdik, iki yıl boyunca bunu yaşadım. Eşim koltuklar arasına kendini saklardı... Otomobilim Brodway idi, koltukları öne dayardık. Tak diye kendini oraya atardı. Oraya bakan burada bir bohça mı var, çanta mı var der insan olduğu anlamaz... Bir kere Nizamiye'den başörtülü giremezdiniz. Lojmanın, evin önüne gelince de orada tedbirli olurduk. Kışın hep karanlık olurdu o saatler, yazları daha tedbirli olurduk. Yani bu iki yıl hayatımızın çok ciddi şeyidir. Onu hatırlıyorum, eşim benim okuldaki, neticede eğitim kursu. Derslerimiz uzardı, eşim dışardan içeriye giremezdi, saatlerce beni beklediğini bilirim. Bir zaman da o kadar yoğun bir şeyimiz oldu ki, birkaç defa eşimi almayı unuttum. Bir başka astsubay arkadaşım da, ben ona bu olayı anlatınca bana eşini yine bagaja koyup getirdiğini söyledi. Bizim yaşadıklarımız budur,' diyordu.
İkincisi ise İbrahim Töre'nin sesi... Burcu Bulut'un YAŞ kararıyla ordudan ihraç edilen Jandarma Binbaşısı İbrahim Töre ile yaptığı röportajdan öğrendiklerimiz Binbaşı Şahin'in yaşadıkları ile hemen hemen aynı. "Dedesi İstiklal Savaşı Gazisi olan Kâmil Töre'nin izinden giderek asker olmayı seçen İbrahim Töre; 28 Şubat döneminde namaz kıldığı, oruç tuttuğu ve eşi başörtülü olduğu için tarifi olmayan bir baskı görmüş. O günleri şöyle anlatıyor 'Korgeneral Mehmet Çavdaroğlu ekibiyle evime kadar geldi. Eşime "İbrahim, istikbal vaat eden bir subay. Geleceği senin elinde. Başını açarsan her şey farklı olacak" dedi. Yakın arkadaşım Reşat Fidan'ın da eşi kapalıydı. O dönem Tugay Komutanı olan (daha sonra Jandarma Genel Komutanı da oldu) Rasim Betir onu odasına kadar çağırarak, eşini başını açması için ikna etmesi yönünde uyarmıştı. 28 Şubat'ta bizlere mahalle başkısının âlâsı uygulandı. Bu uyarılar geleneksel bir hâl almaya başladı. Tabii ben ve benim gibi düşünenler böyle bir şeyi asla kabul edemeyeceğimizi dile getirdik. Eşime "Başını açman gerekiyor" nasıl diyebilirdim? Onun inancına bu saygısızlığı nasıl yapabilirdim."
yeniakit