O kelimeyi kullanmak

Ahmet Taşgetiren

Türkiye siyasetinin “o kelime”ye gelmiş olmasını ciddiye almak lâzım. Bu, özellikle de Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bağlı bulunduğu ve hatta temsil ettiği düşünülen değerler dünyası açısından hayati önem taşıyor. Her şey kolay hazmedildiğinde sorun olmayabilir ama bazı sorular üzerinde düşünüldüğünde iş çetrefilleşiyor.

Siyasi tartışmalar biraz da “sorular” üzerinden gittiğine göre bazı sorular soralım; mesela:

-Cumhurbaşkanı Erdoğan “o kelime”nin bu kadar tepki doğuracağını tahmin ediyor muydu?

-O kelime bir yazılı metinde geçmişse, prompterdan okunmuşsa, kürsüye gelmeden önce Cumhurbaşkanı tarafından görülmüş, onaylanmış mıdır? Yoksa konuşma kürsüde önüne gelmiş ve değiştirme imkânı bulunamamış mıdır?

-Konuşmanın üzerinden epeyce bir gün geçti. “O kelime”nin AK Parti tabanında nasıl yankılandığına dair bir ölçüm yapılmış mıdır?

-Acaba Erdoğan’ı çok önemseyen, çok seven toplum kesimlerinde “o kelime”yi telaffuz eden kişi oranı yüzde kaçtır? Kadın oranı yüzde kaçtır? Genç kız, eğitimli genç veya çocukların dünyasında o kelime telaffuz edilmekte midir?

Bir soru daha soralım:

-Hangi tür insanların ağzından çıkar o tür kelimeler ve o tür kelimeleri kullanmayan insanların kişilik yapıları, değer ölçüleri nedir?

Bir soru daha:

-Cumhurbaşkanı Erdoğan, o tür kelimelerle yürüyen bir siyasi tartışmanın nerelere varacağını ya da nerelerde duracağını öngörmüş müdür?

-”Lider”in taklit edileceğinden yola çıkılırsa Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın üslûbunun yukardan aşağı, parti gruplarına, teşkilata inmesi Türkiye’de nasıl bir atmosfer oluşturacaktır?

Bir soru da benim de içinde bulunduğum muhafazakâr camiaya sormak gerekiyor:

-Siyasetin en tepeden başlayarak böyle bir dile gelmesi, değer yargılarımız açısından bir problem teşkil etmekte midir?

Bir soru daha:

-Bu üslûplar, diyelim Kılıçdaroğlu’nun üslûbuna mukabele niteliğinde gelişmiş kabul ediliyorsa, bizim bir farkımız olması gerekmiyor mu? Olmaz ya, aynı ülkenin içinde siyaseti düşmanlaşmaya kadar vardırmanın ülkeye bedeli tahammül edilmez boyutlarda olur ya, hadi işler azdı ve siyasi rakipleri düşman gibi görmeye başladık, o durumda bile merhum Aliya İzzetbegoviç’in ifadesiyle “Asıl biz düşmanlarımıza benzediğimiz zaman kaybederiz” sözü nerede kalıyor?

Belli ki seçimlere doğru giderken siyaset kıran kırana bir zeminde geçecek. Kimileri “kan ve seçim” denklemi kurmaya bile başladı.

Ama diyeceğim ki, bu tarz kelimelere savrulunca, siyasette kazanılır mı bilmem ama siyasetten başka şeyler -ahlâkî hassasiyet- kayboluyor.

Ben Cumhurbaşkanına bu tarz kelimeleri kullanmayı yakıştıramıyorum. Ben mi yanlış yapıyorum? Benim hassasiyetlerim mi aşırı? Benim ölçülerim mi sapmış durumda? Ben mi savruldum? Nereye savruldum? Nezaheti, zarafeti, İslam ve ahlâk ilişkisini, en tabii insani dil terbiyesini hatırlatmak nereden nereye savrulmaktır?

Bir çok metinde o kelimeler “üç nokta” ile ifade edildi. Sesli yayınlarda bip’lendi o sözler. İyi mi? Neye göre iyi?

Bir evde, o konuşma bir grup genç karşısında üç kere-beş kere dinletilse, nasıl bir tepki verir gençler?

Diyanet İşleri Başkanı öyle bir kelime kullansa nasıl olurdu? Kürsüde bir hoca, ekranda din adamı öyle kelimelerle konuşma yapsa... Cumhurbaşkanı’nın hassasiyeti daha az olabilir mi?

Ne diyeyim bilmem ki...

Olmamalıydı o konuşma. “Yanlış oldu” diye bir açıklama yapılsaydı keşke... Hâlâ yapılabilir, yapılmalı.

Ama sayın Cumhurbaşkanı “Milletin dili” diyerek sahip çıktı konuşmasına. “…. vandala vandal, haine hain, çapulcuya çapulcu demekten geri durmayacağız” dedi, ama ilginç, o kelimeyi kullanmaktan kaçındı. Eh, bu da bir hassasiyet!