G-20 zirveleri, sadece ekonomik değil, siyasi alanda da küresel eğilimlerin tartışıldığı merkezi platform belki de tek adres haline geldi. Bir süredir bu köşede ele aldığımız siyasi, askeri ve jeopolitik alandaki değişimlerle, G-20 zirvelerinin gündemini oluşturan tartışmaları bu yüzden birlikte ele almak zorundayız. Bu anlamda her gelişme büyük 'yap-boz'un parçaları/unsurları niteliğinde.
Dün Pittsburgh'da toplanan G-20 zirvesi öncesi, Obama yönetimi zirveye 20 ülke liderine gizli mektuplar gönderdi. 3 Eylül'de gönderilen bu altı sayfalık metinde, küresel ekonomik krizin geldiği aşama, çözüm önerileri, ABD'nin bakışı gibi detay konular yer alıyor. Beyaz Saray yönetimi mutlu haberi veriyor ve "Krizin üstesinden geldik, resesyonu yendik, küresel sermaye piyasaları Mart ayından bu yana yüzde 35 yükseldi" şeklindeki sözlerle zafer ilan ediyordu.
Söz konusu mektubun, AB temsilciliğinin kriz ve küresel ekonomi konularında Obama yönetimine gönderdiği mektuba cevap olduğu söyleniyor. Avrupa ülkeleri, krizin bittiğine dair ABD iyimserliğini pek paylaşmıyor. Yükselen işsizlikten, üretim ekonomisindeki kötümser durumdan hareket ederek, bir yol haritası oluşturmaya çalışıyor. AB'nin yol haritasıyla ABD'nin çözüm projeleri arasında çok ciddi uyuşmazlık var. Anglo-sakson cephe, küresel ekonomiyi kriz öncesinde olduğu gibi yine finans siteminin öncülüğünde ayakta tutmaya çalışırken AB ülkeleri üretim ağırlıklı ve finans siteminin sıkı denetimine bağlı çözüm önerileri sunuyor.
Bu anlaşmazlık hep vardı. Beyaz Saray ve Londra, "kriz finans sisteminin krizi. Öyleyse bu kurumları güçlendirir krizden çıkarız" derken AB ülkeleri, krizin finans sistemi ile sınırlı olmadığını, daha kapsamlı olduğunu, finans sisteminin krizin tetikleyicisi olduğunu artık üretim ekonomisinin de ciddi bir kriz yaşadığını, dolayısıyla küresel ekonomik sistemde yapısal değişimler gerektiğini söylüyor. Bazılarına göre ABD'nin finans sistemine bağımlılığı, onu denetlemeyi reddetmesi bütün dünyayı batıracak sonuçlara yol açabilir.
Söz konusu iki mektup, iki merkez güç arasındaki yaklaşım farkını ortaya koyuyor. G-20 zirvelerinin ana konusu da bu yaklaşım farkı zaten. Öyleyse, krizin bitip bitmediğini, kimlere göre bittiğini kimlere göre devam ettiğini takdir etmek için söz konusu tartışmayı yakından izlemek gerekiyor.
2 Nisan'da Londra'da toplanan G-20 zirvesi de bu tartışmalarla başlamış ve bitmişti. Ancak bir adım ilerleme sağlanamadı. Zirve öncesi, Alman medyasına sızdırılan bilgilere göre trilyonluk paketlerle bankalar kurtarılacak, bu yapılınca da piyasa kurtulacaktı. İngiltere'nin önerdiği, zirveye katılan liderlerin önceden onayladığı gizli paketin yanı sıra bir de skandal yaşanmıştı. İngiltere, katılımcı ülkeleri ikiye ayırmış, merkez ülkeler dışındakileri sadece görüntü olarak göstermişti. Başbakan Gordon Brown, zirvenin kapanış konuşmasında; "Yeni bir dünya düzeni kuruluyor ve bu düzen küresel konsensusla kuruluyor" cümlesini kullanmıştı. Bu açıklamaya göre dünya ekonomisinin yüzde seksenini temsil eden liderler, krizden kurtulma yönteminde, yeni ekonomik sistem konusunda konsensus halindeydiler. Bu sonuç, yeni bir dünya düzeni olarak ilan ediliyordu.
Oysa böyle olmamıştı. Taraflar yaklaşım farklılığını devam ettiriyordu. Pittsburgh zirvesi öncesinde gördüğümüz gibi, finans sisteminin sıkı denetimi, küresel ekonominin denetimi, yeni bir ekonomik sistem gibi başlıklar ana tartışma konuları olmaya devam ediyordu.
Krizle ilgili iyi niyetli, umut verici göstergelerin ve açıklamaların öne çıktığı doğru. Umuyoruz gerçekten öyle olur. Ancak kriz öncesi varolan sorunlara hiçbir çözüm üretemeden, varolan ekonomik sitemde hiçbir değişiklik yapmadan, krize sebep olanlara trilyon dolarlar aktarılarak "bu iş bitti" denilebilir mi? Bugün ABD ve İngiltere'nin dayatmasıyla yapılan şey, durumu kurtarmak, krizi ertelemek ama asla çözüm üretmek değil.
Anglo-Amerikan cephe küresel ekonomik sistemin, finans sisteminin olduğu gibi muhafazasını isterken trilyon dolarlık destek paketleriyle çözüm üretilebileceğini düşünüyor. Bırakın sistemi kökten değiştirmeyi, bir reform bile öngörmüyor. Aynı zamanda finans sistemi üzerindeki "koruyucu", "dokunulmaz" rolünü devam ettirmek istiyor. Bu yönüyle Anglo-Amerikan cephe muhafazakar diğerleri ise reformcu oluyor. Bu cephe, ekonomik sistem üzerindeki kontrolün küresel iktidarı da kendilerine bahşettiğinin farkında. Bu gücü ellerinden kaybetmek, ekonomik iktidarı paylaşmak, çok kutuplu ekonomik sisteme razı olmak istemeyeceklerdir.
Nisan ayındaki zirve öncesi, Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy'nin "daha sıkı mali denetim sağlama önerisi reddedilirse zirveyi terk ederim" şantajı ile Almanya'nın krizin başlangıcından bu yana sergilediği tavır, Batı'nın kendi içinde ayrışması ihtimalinin ipuçlarını verir nitelikteydi. İngiltere Başbakanı'nın "konsensus" açıklamasına rağmen Pittsburgh zirvesi öncesi tartışmalara bakılırsa ayrışma giderilememiş.
Bunlar neden önemli? Mesele sadece ekonomik krizden kurtulma meselesi değil. Dünya ekonomisini yönetme, ekonomik iktidarı paylaşma, buna bağlı olarak küresel siyasi iktidarı yönetme gibi bir güç mücadelesi var ortada. Beyaz Saray'dan 20 ülke liderine gönderilen mektup, aslında hiçbir şeyin değişmediğini, varolan ekonomik sistemin hiçbir yanına dokunmadan çözüm arandığını, bu yaklaşıma karşı olanların itirazlarını hâlâ koruduğunu,"yeni dünya düzeni" mücadelesinin ekonomik alanda bu şekilde kendini hissettirdiğini gösteriyor.
Yeni ekonomik sistem tartışmaları başarıya ulaşsa da ulaşmasa da bir sistem şekillenecek. Ya uzlaşmayla ya da çatışmayla. Yeni bir ekonomik düzen şekillenecekse yeni bir siyasi düzen de şekillenecek. G-20 zirvelerini, zirve öncesi ve sonrası tartışmaları çok dikkatle izlemekte fayda var.