Ödeyeceğimiz bedel, kendi kesin doğrularımıza göre olmalı!

Selâhaddin Çakırgil

Ödeyeceğimiz bedel, emperyalistlerin stratejilerine değil; kendi kesin doğrularımıza göre olmalı!

Önce, şu tesbiti yapmakta herhalde fayda olsa gerek..

Biz müslümanlar, yahudilerle -İslam tarihinin ilk döneminde, onların anlaşmaları bozup düşmanlık sergilemeleri üzerine meydana gelen gazveler hariç- hiç de öyle düşman filan olmamıştık asırlarca.. Esasen, müslümanlar, sadece yahudilerle değil, bütün "öteki"lerle de, onların kendilerine bir saldırısı olmadıkça savaşmamayı ve barış içinde yaşamayı temel prensip edinmişlerdir, inançlarının gereği olarak.. Hattâ, hristiyanların yahudileri -Hz. Îsâ Rûhullah (a)"ı öldürttükleri şeklindeki inançlarının gereği olarak-  lânetli ve necîs / pis bir kavim ve sosyal hayatı mahveden bir mikrop kaynağı olarak niteleyen suçlamaları ve onları yoketmek için uzun asırlar boyunca sergiledikleri düşmanlıkları karşısında, yahudilere himaye kanadları da germiştik.. (Bu hususun burada, geçmişle öğünmek veya başa kakmak anlayışıyla değil, bir durum tesbiti için ifade edildiği gözden uzak tutulmamalıdır.)  Hattâ, bu iyi ilişki sebebiyle, asırlar boyunca yahudiler bulundukları yerlerden müslümanlara gizli haberleri bile ulaştırıyorlardı, kendilerine yakın bulduklarından..

Hristiyanlıkla yahudiliğin ilişkisine gelince.. Hristiyanlık tarihinden yahudi düşmanlığı çıkarılacak olursa, geride fazla bir şey kalmaz.. -Ki bu hususta, sadece Protestanlık mezhebinin kurucusu Martin Luther"in yahudiler için henüz 500 yıl öncelerde ne korkunç düşmanlık ifadeleri kullandığını hatırlamak yeterlidir.-

Bunu Amerikan Dışbakanlığı ile dışardaki diplomatik temsilcileri ve casusları arasındaki gizli yazışmaları ortaya dökülmesiyle meşhur olan WikiLeaks Belgeleri"nde denilen diplomatik kriptoların, yazışmaların son yayınlanan bölümlerinde, İsrail rejiminin Ankara"daki elçisi Gabi Levi"nin Amerikan Elçisi James Jeffrey"e söyledikleri olarak Washington"a geçilen bir kripto metni üzerine hatırlatıyorum?

Yani, bu tesbitler,  Mavi Marmara gemisi etrafında gelişen hadiseler zinciri ile  son zamanlarda derinleşen duygu kırılmalarının şekillenmesinden çok öncelere aid..

Amerikan Büyükelçisi tarafından 27 Ekim 2009"da Washington"a gönderilen "KİŞİYE ÖZEL" ibareli ve "İSRAİL BÜYÜKELÇİSİ PROBLEMLERİNİN İZİNİ ERDOĞAN"A KADAR SÜRÜYOR" başlıklı kısa kripto, birçok konuyu ortaya değişik şekilde koyması bakımından ilginç..

Özetle diyor ki, Jeffrey, Washington"a gönderdiği bu kriptoda:

(1)-26 ekimde İsrail Büyükelçisi Gabi Levi, Büyükelçi"ye (Jeffrey kendini kastediyor) yaptığı ziyarette, ülkesinin Türkiye"yle ikili ilişkilerinde son dönemde yaşanan kötüleşmeyle ilgili kaygılarını ve bu kötüleşmenin münhasıran Başbakan Erdoğan"a bağlanabileceği konusundaki kesin kanaatini iletti. (...)  Levi ayrıca, Dışişleri Müsteşarı (Feridun) Sinirlioğlu, Türk Parlamentosu Dışişleri Komisyonu Başkanı Murat Mercan gibi üst düzey kamu görevlilerinden de Erdoğan"ın İsrail"e yönelik sert eleştirilerine sessizce dayanmasını tavsiye eden mesajlar aldığını belirtti. Mercan, Erdoğan"ın defaatle Gazze"deki insanî duruma ilişkin öfkeli sözler söylemesinin sadece "iç siyasi tüketim için" olduğunu öne sürmüş.

(2-) Levi, Erdoğan"ın husûmetinde siyasi hesapların motive edici olduğu fikrine itibar etmedi ve Başbakan"ın İsrail"e yönelik sert çıkışlarının seçimlerde partisine bir puan bile kazandırmadığını öne sürdü. Levi, Erdoğan"ın sertliğini, daha ziyade, çok derine nüfuz etmiş bir hissiyata bağlıyordu: "O bir köktendinci. Bizden, dinî açıdan nefret ediyor" ve bu nefreti de çevresine yayılıyordu. Levi, Türk dış politikasında İsrail karşıtı bir kayma algısı olduğuna işaret etti; Türk hükümetinin bir süre önce Suriye"yle ilişkilerin düzeyini yükseltmesi ve Arab Birliği"nde gözlemci statüsü almak istemesi de bunun bir parçasıydı.

(3) YORUM: Türk hükümetinin hem içinden hem dışından irtibatta olduğumuz kişilerle, Türkiye"nin İsrail"le ilişkilerinin kötüleşmesi konusunda yaptığımız konuşmalar, Levi"nin "Erdoğan İsrail"den basbayağı nefret ediyor" tezini doğrulama eğilimindedir. Ayrı bir telgrafta, Erdoğan"ın İran/Ortadoğu meselelerindeki eğilimine katkı yapan unsurları ele alıyor, ancak İsrail"e duyduğu antipati de bir unsurdur."

"Sahi, İsrail, yahudi ile bütünüyle özdeş midir?"

Şimdi, bu kriptolarda ortaya çıkan asıl mâna, bizzat Tayyîb Erdoğan"ın yakın çevresindeki kimselerin bile, yabancılar karşısında, özür dileyicici ve Erdoğan"ın İsrail rejimi için  dile getirdiği sert açıklamaları da, dâhilî masraf için kullanılan haplar veya tribünlere selam gibi gösterme gayretleridir.. (Yukarıdaki kriptoda adı geçen M. Mercan"ın bu dönemde yeniden m.vekili adayı gösterilmemesinde bu kriptolarda sözkonusu edilen tavır veya beyanları da etkili olmuş mudur dersiniz?)

Ki, bu yolda, geçmişte, nice anlı-şanlı generallerin, hem de uluslararası andlaşma mahiyetinde olmadığı ve küçük bir askerî protokol olduğu gerekçesiyle Meclis"te görüşülmesini bile engelleyerek ve amma, Türkiye"yi en ağır şekilde bağlayan uluslararası andlaşmalarla bağladıklarını ve o andlaşmaların, ancak bu son gerilimle tamamen askıya alınmasının mümkün olabildiğini de unutmayalım..

Burada düzeltilmesi gereken bir temel yanlış ise, şudur herhalde:

Bu satırların sahibi, elbette ki Erdoğan"ın veya bir başkasının savunmasını yapmak durum ve yetkisinde değildir. Ancak, Erdoğan da bir müslüman olduğuna göre, şu husus onun için de geçerli olacak şekilde rahatlıkla söylenebilir ki, her bir müslüman gibi o da, yahudilere özel bir düşmanlık ve nefret besle(ye)mez.. Bu hususta her müslümanın yaklaşımı, İslam"ın "öteki"lere yaklaşımının genel çerçevesi içinde şekillenir..

Ama, Filistin topraklarının işgal ve gasbı üzerine kurulan İsrail rejiminin siyasetlerine karşı olmaya gelince.. Bu konu, yahudi düşmanlığı şeklinde ele alınmayıp, sadece siyonist İsrail rejiminin siyasetlerindeki saldırganlıkta sınır tanımazlığına ve azgınlığına duyulan hınç ile irtibatlandırılırsa, o zaman yanlış bir değerlendirme yapılmamış olur..

Ki, bu hususta bizdeki siyasetçilerin, devlet adamlarının sergiledikleri hınç, diplomatik hassasiyetler yüzünden yine de müslüman halkımızın duygularına tam olarak tercüman olmaktan uzaktır.. Çünkü, Fılistin asırlarca müslümanların elinde olan topraklardı ve henüz 90 yıl öncesine kadar da, hemen bütün Ortadoğu müslüman halklarıyla olduğu gibi Filistinlilerle de 400 yıl birlikte yaşamıştık.. Ve o topraklardan yahudileri kovanlar da müslümanlar değil, iki bin yıl önceki hristiyanlar ve başka güçlerdi..

*

Bunca katliâm ve cinayetlere, hınç beslememek mümkün mü?

Ancak, Birinci Dünya Savaşı"nın ağır sonuçlarından birisi olarak Osmanlı Devleti tarihi sahnesinden silindikten ve bu topraklar emperyalist güçlerce parça parça edilip, her bir parçanın tepesine, (TC. de dahil) bir emperyalist kuklasının yerleştirilmesinden sonraki gelişmeler içinde, müslümanlar parça-bölük direnişler sergilerken, siyonist yahudiler uluslararası finans çevrelerinin ve silah teknolojisinin imkanları ve 30 yılı aşkın bir kanlı mücadele ile, artık devletsiz de kalan savunmasız müslüman halkları yerlerinden yurtlarından

Katliâmlarla yokederek veya korkutmalarla kaçmaya zorlayarak bu toprakları zorla işgal edip  üzerinde bir gaasıb rejim kurmuşlardır..

Böyle bir hukuksuzluk, zorbalık ve haydutluk temeli üzerinde kurulan bir rejimin yaptıklarına hınç duymamak nasıl olur?

Ve şunu da ekleyelim ki, müslümanların geçmiş asırlardaki kültürleri içinde, yahudiler hakkında bugün söylenen rivayetler, pek de fazla yer almıyordu ve onlar, kitabların sahifeleri arasında neredeyse unutulmuştu, asırlarca..

Ancak, ne zaman ki, Filistin"de yaşayan veya oraya 1900"lerden itibaren dünyanın çeşitli yerlerinden gelip yerleşmeye başlayan yahudiler, silahlanmaya ve yerli müslüman halkı silah zoruyla sindirmeye başladılar; işte o zaman, belki İslam"ın ilk on yıllarında, o zamanki yahudilerle yaşanmış olan savaşlar üzerine aktarılan rivayetler de, asırlarca sonra, bu işgalçi ve silahlı haydut yahudi grupları ve bugünkü  siyonist İsrail rejimi için de söylenmeye başlanmıştır..

Yani, bu durumun sorumlusu da, Filistin"in mazlum müslüman halkı değil, orada her türlü haydutluğu caiz gören siyonist yahudiler ve İsrail rejimidir..

*

Binaenaleyh, Amerikan WikiLeaks Belgeleri"nde ifade olunan ve "Tayyîb Erdoğan"ın bir köktendinci olduğu ve bunun için yahudilerden nefret ettiği" şeklindeki ifadeler, doğruyu çarpıtmakta olup; doğrusu şudur ki, dikkatli her müslüman, siyonist İsrail rejiminin bir işgal ve gasb üzerine müslüman çoğrafyalarının kalbi mesabesindeki Ortadoğu"ya emperyalist  entrikaların sonucunda yerleştirilmiş olmasına da, bu rejiminin kendisini ayakta tutmak için, her türlü cinayeti işlemek konusunda kendisini izinli görmesine de tabiatiyle hınç duyar, nefret besler..

Ama, bilhassa belirtilmeli ki, iki bin yıl vatansız kalan yahudiler dünyanın gayrimeskûn (başka toplumların yerleşim alanı olmayan) bir köşesinde bir devlet kursalardı, o zaman böyle bir hınç ve nefrete de yer kalmazdı. Ve bugün de, müslümanlar‚ "İsrail"e ölüm!" diyorlarsa; bu, yeryüzünde yahudilerin bir devletlerinin olmaması şeklinde değil, siyonist yahudilerin müslüman coğrafyaların üzerindeki işgal ve gasbınının bütünüyle sona erdirilmesi ve başka coğrafyalarda devlet oluşturmaları şeklindeki temennilerinin sloganik özeti olarak anlaşılmalıdır.

(Esasen, siyonizmi pratize edenlerin öncülerinden sayılan Théodore Herzl de 1897"de İsviçre- Basel"de topladığı ilk Siyonizm Kongresi"nden sonra, Güney Amerika veya Orta Afrika içindeki gayrimeskûn coğrafyaları düşündüğünü dile getirmişti.. Ama, İngiliz emperyalizmi, Osmanlı"yı yenilgiye uğratıp, 1917"de Filistin"i de işgal edince, başkalarının topraklarını başkalarına peşkeş çekmenin daniskası olan bir entrikayla ve o zamanki ingiliz Hariciye Nâzırı"nın adıyla anılan Balfour Deklarasyonu"nu yayınlayıp, dünya yahudilerinin ikibin yıl öncelerkeki topraklarına dönmeleri için çağrı yapmış ve müslüman coğrafyalarına bu kanser uru böyle tebelleş edilmişti..)

*

Tekrarlayalım ki, müslümanlar, hristiyanlarda olduğu gibi yahudiler için özellikle ve ayrı bir düşmanlık duygusu beslememekte olup; kendileri dışındakileri genel bir çerçeve ile, "öteki" statüsü içinde değerlendirmekte ve "öteki"ler saldırmadıkça, onların yaşama haklarına saygı göstermekte ve dahası, Kur"an bize, "öteki"lerin saldırmasıyla meydana gelecek bir savaşta da ölçülü davranmayı, saldırgandan daha sert davranmamayı ve barış istediklerinde savaşmakta ısrar etmemeyi emretmektedir..

O halde, siyonist İsrail rejiminin işgal, gasb ve cinayetlerine karşı olmanın ve hınç beslemenin "yahudi düşmanlığı" olarak algılanmasının temelden yanlış olduğu anlaşılmalıdır.

*

"Savaş tamtamları yükselmeye başlarken, itidali terketmemek.."

Ama, şurası açıktır ki, İsrail, ikibin yıl vatansız yaşamanın sonucunda, işgal ve gasb yoluyla da olsa ele geçirdiği bu toprakları öyle kolayca terketmek istemiyecektir.. Nitekim, şimdi Türkiye, BM. bünyesinde hazırlanan bir Palmer Raporu"na karşı feryad ederken; aynı durum, İsrail rejiminin aleyhine olsaydı, bu zamana kadarki onlarca BM. Genel Kurulu ve Güvenlik Konseyi kararlarına aldırmamasında olduğu üzere, İsrail rejimi, bu raporu hiç mi hiç kaale bile almıyacaktı...

İsrail rejimi, varlığını Amerika, Avrupa ve Rusya"da oldukça etkili olan yahudi lobilerinin ve Amerikan ve kapitalist emperyalizminin bütün merkezlerinin kayıdsız-şartsız desteğine dayanarak, hiç bir geri adıma, yaklaşmamakta, eline geçen fırsatları, bir daha geçmiyebileceği ihtimaliyle, bir yeni merdiven basamağı halinde kullanmaktadır.. Ve yaptığı işgal ve gasbın haksızlığını bildiği için yaman korkular ve vehimler içindedir ve bu korkuları yüzünden, en küçük bir saldırı ihtimalini veya kendisini güçsüzleştireceğini düşündüğü gelişmeleri bile ezmekte tereddüd göstermeyip, katliâm ve diğer her türlü cinayeti işlemekte; kan döktükçe de korkuları daha bir artmakta ve daha çok öldürmekten meded ummaktadır..

Ama, bu konuda suçlanacak olan, siyonist yahudiler değil, bizzat kendimiz, biz müslümanlar olmalıyız.. Siyonist yahudilerden adâlet bekleyemeyiz.. Ama, inandığımız değerlerin genel çerçevesine göre hareket etmek sorumluluğumuzu hatırlayıp, kendimizi eleştirmeli ve müslümanlar olarak bu çukura nasıl nasıl düştüğümüzü, düşürüldüğümüzü kavramalıyız.. Yoksa, hadiselerin sevkıyle ve farkında olmadan, bu çukura düşmekten şimdi kurtulsak bile, yarınlarda tekrar düşmekten kurtulamayız..

Unutmayalım ki, henüz 100 yıl öncelerde, müslüman toprakları parça parça edilirken, Osmanlı"nın başkentinden yükselen nâraların içinde en yüksek nâra, türkçülük nârası idi ve M. Kemal döneminde ise, artık o nâra uygulamaya konulmuştu ve Moiz Cohen isimli bir yahudi, Tekinalp imzasıyla, "Kahrolsun şeriat.." diye yazılar yazıyor, M. Kemal"i "Türk Peygamberi" olarak alkışlıyor ve hedeflerini öyle gerçekleştiriyordu..

Ama, o gibilere bu cür"eti veren, evet, müslüman halkın hiç bir tepki bile gösterememesiydi.. Bu gibi konularda, hemen yahudileri suçlamak gibi yanlış noktaya düşmekten kaçınmak zorundayız.. Çünkü, müslümanlar olarak, "öteki"lerin insaf ve lûtfuyla değil, kendi gücümüzle, kendi inancımızla ayakta kalacağız, kalacaksak.. Ve bedeli de ancak kendi kesin doğrularımız, hak ve adâletin gereği olduğuna inandığımız ölçüler ödeyerek.. Ve bu hususta, siyonist yahudiler, hattâ dünyaya aldırış etmeden, "Biz ancak yahudi devletiyiz ve yahudi olmayanlar bu topraklarda ancak, ikinci sınıf insan olmayı kabullenmişlerdir." diyecekleri şekilde, kendilerini bir de‚ "Yahudi Devleti" diye isimlendirme çabalarının içindeyken; biz, kendi ülkemizde müslüman halkımızın mutlak doğruları istikametinde bir sosyal organizasyonu tesis ve hâkim kılmayı hedef edinecek olsak, çoğumuz, en hafifinden, "Birleşmiş Milletler, emperyalistler ve diğer şeytanî güç odakları ne der?"  diye, hep temkin içinde oluruz..

Doğrudur, uygulamamızda dünya şartlarını da gözetmeliyiz, amma bu bizi, realiteyi, halihazırda var olan durumları görmekten ve bizi ideallerimizi gerçekleştirmek azminden alakoyamamalıdır; "ideali iste, realiteyi gör.." anlayışı içinde..

Belki bugün de, içinde bulunulan şartlarda, dünya dengeleri gözönüne alınıp, "bugün atılacak ilk adımlar, nelerdir?" diye düşünerek hareket etmek bir gereklilik olabilir..

Sadece hayallerle, umutlarla  ve hamâsî nutuklar atarak, sadece son 100-150 yılımızda bile nelerle karşılaştığımızı hatırlamalıyız.. Hele de, bulunduğumuz müslüman coğrafyasının dünyadaki güç odaklarının hâkimiyet savaşlarını verdikleri bir alan olduğunu sadece şu son bir asır bile anlatmış olmalıdır.

Düşmanı rüyada değil, topun namlusundan görmek..

Unutmayalım ki, 1877-78"lerde, 130 yıl öncelerde, Rusya"ya karşı ne büyük umutlarla girilen ve ağır bir yenilgi aldığımız (Hicrî-qamerî 1293"e denk gelmesi hasebiyle- (93 Harbi) diye anılan) savaşta İstanbul bile düşmek üzereyken, o büyük gaile, ancak İngiltere"nin yardımı sağlanarak def"edilebilmiştir..

1897"de ise, yani 114 sene öncelerde, Yunanistan"ın Osmanlı"ya karşı giriştiği sonu gelmez tahrik ve askerî tâcizler sonunda bir Osmanlı Ordusu Gazi Edhem Paşa komutasında harekete geçtiği zaman, 1 ay sonra Atina bile düşüyordu; ama, emperyalist dünyanın ağır baskıları karşısında, o savaşta elde edilen bütün kazanımlar terkedilerek geri çekilme durumu ile karşılaşılıyordu..

Kezâ, 95 sene öncelerde patlak veren Birinci Dünye Savaşı"nda ise, Osmanlı orduları Çanakkale"de ingilizlere karşı savaşırken, Osmanlı Ordusu"na başkomutanlık yapanların General Goltz, General Liman von Sanders  gibi (ve bizim ordularımızda bile Goltz Paşa ve Liman Paşa diye anılan) alman generalleri olduğunu da hatırlayalım.. (Bakmayınız şimdi, Çanakkale Savaşları"nın M. Kemal"in de sivrilmesine vesile olduğu için, ulusal bir din savaşı ve zaferi gibi gösterilmesi çabalarına..) Unutmayalım ki, bugün hâlâ pençesinde kıvranmakta olduğumuz kemalist-laik-jakoben tasallutlar, o yenilgiler ve sonra da kısmen kazanılan zaferler üzerine bina olunmuştur..

Bu örnekler, son bir asrın hikayeleri..

36 sene önce ise, üstelik karşıda bir ordu olmadığı halde, Kıbrıs"a yapılan bir askerî çıkarma harekâtı sırasında, Kocatepe isimli zıhlı savaş gemisi, bizzat Türkiye"nin savaş uçaklarınca, bir parola anlaşmazlığı üzerine ve Yunan savaş gemisi zannedilerek bombalanıyor ve 260 kadar asker hayatını kaybediyor ve başta o geminin komutanı olan (sonraların, 28 Şubat 1997 Zorbalığı günlerinin en kontrol edilemez isimlerinden birisi durumundaki Deniz Kuvvetleri Komutanı olan) Yarb. Güven Erkaya olmak üzere, yüzlerce asker ise, denizden, İsrail rejiminin deniz güçlerince toplanıp kurtarılıyor ve bu yüzden işbu Güven Erkaya, sadece şahsî hayatında değil, siyasî ve ideolojik yönelişlerinde de, ömrünün sonuna kadar hep, İsrail"in bir temsilcisi gibi davranmak noktasına düşüyordu..

Yani, dışsiyasetin şekillenmesinde, bazen öyle durumlar olur ki, başlangıçta hesab edilmesi bile akla gelmez... Hatırlayalım ki, son derece dikkatli konuşmaları ve diplomasiye vukûfiyetiyle tanınan Ahmed Davudoğlu bile, bu son gelişmeler içinde, İsrail rejimiyle olan ihtilafı ve Gazze Ablukası"nı, Lahey- Uluslararası Adalet Divanı"na götüreceklerini açıklayıvermiştir! Halbuki, bir diplomatik ihtilafın Uluslararası Adalet Divanı"na götürülebilmesi için, ihtilaflı tarafların bu mahkemenin yetkisini kabul etmelerine bağlı olup, tek taraflı müracaat yolu kapalıdır. Dahası, uluslararası hukukî kurullarda, (İsrail rejiminin vatandaşı olmayan) yahudi hukukçuların etkilerini olduklarını tekrarlamaya gerek bile yoktur.

Halk kitlelerinin yüzbinler-milyonlar halinde gösteriler yapmaları, iç siyasette netice verse bile; savaşların sonunu, çok farklı faktörlerin belirlediği unutulmamalıdır..

Uluslararası hukuk, güç dengelerine göre şekillenir..

Ve yine hatırlayalım ki, Ermenistan, 19-20 sene öncelerde, Azerbaycan topraklarının yüzde 25 kadarını birkaç hafta içinde işgal ederken, Cumhurbaşkanı Turgut Özal, dönemin Dışişleri Bakanı Hikmet Çetin"e, "Ermenistan sınırına bir tümen asker gönderelim.." der..

Hikmet Çetin, "Niçin efendim.." dediğinde, Özal, "Belki korkarlar.." cevabını verir.. Hikmet Çetin"in cevabı ise, acı gerçeği yansıtır:

-Ya korkmazlarsa!?

Nitekim, korkmamışlardır.. Çünkü, arkasında emperyalist dünyanın bütün büyük güçlerinin himayesini vardır Ermenistan"ın ve o himaye yüzünden, o utanç verici işgal hâlâ da sürmekte ve Aliyev Hanedanı ise, Azerbaycan"da asıl mücadeleyi İslam ve müslümanlara karşı verdiğini uygulamalarıyla sürekli göstermektedir..

Aynı şekilde, şimdi de, küçücük İsrail rejimi, arkasında Amerikan emperyalizminin kayıdsız-şartsız desteği olduğu halde, Türkiye"yle gerilimli bir döneme girer girmez, Yunanistan ve Güney Kıbrıs Rum Yönetimi"yle çok yönlü ve hattâ askerî anlaşmalar imzalamaktadır..  Yunanistan bu askerî andlaşmaları imzalarken, Türkiye"yle birlikte NATO üyesi olduğunu NATO dünyası hatırlamak bile istemiyor.. Ve önümüzdeki günlerde de, Güney Kıbrıs"ın güney açıklarında İsrail rejimi  ile Kıbrıs Rum Yönetimi, deniz dibinde doğalgaz sondajları yapmak üzere çalışmalar başlatacaklarını açıklamakta, Türkiye buna karşı çıkacağını belirtmektedir..

Tam da böyle bir sırada, Türkiye"nin‚ NATO"ya aid  ve İran"a yönelik olduğu açıkça dillendirilmiş olan "füze kalkanı radarı"nın Türkiye"ye yerleştirilmesini kabul etmesi bile, bir rüşvet olarak yeterli görülmeyebilir. Çünkü, bu kabul, NATO üyesi olmanın bir gereği olarak dayatılmaktadır.. (Yine hatırlayalım ki, 1989"un sonlarında, Türkiye ve Yunasistan Ege"deki petrol arama sondajları için, ihtilafa düştüklerinde, her iki taraf da, ordularına alarm vermiş ve silahlar ve askerî birlikler savaş gemilerine bindirilip harekete geçilmiş ve bir savaşın eşiğine gelinmişti ki, son anda, Amerikan emperyalizmi bir gece yarısında, her iki tarafa da, "Herkes yerine, marş-marş!" komutu verince, o âna kadar savaş çığlıkları atan İstanbul gazeteleri, sabahleyin ise, "Ohh! Barış  ne güzel şey.." başlıklarıyla çıkmışlardı..)

*

Evet; ideali umar ve isterken, realiteye de kör olmamak..

Hatırdan çıkarmayalım ki, bugün yönetim mekanizmasında bulunanların tamamen başka bir görüntü vermelerine rağmen, ülkemize tahakküm eden rejim, müslüman halkımızın temel değerleriyle savaş halinde olmayı kendisine asıl yol olarak benimsediğini 100 yıllık uygulamasıyla göstermekte ve sarhoş nâraları arasında, dârağaçlarının gölgesinde  "kemalist-laik-türkçü" bir resmî ideoloji üzerine kurulan bugünkü T.C. rejimi, bir terör örgütüyle bile 30 yıldır süren mücadelesinde zorlanmaktadır.. Çünkü, müslüman halkımızın hiç de azımsanmıyacak bir bölümü, türkçü-laik cereyanların kaçınılmaz sonucu olarak ortaya çıkan kürdçü-laik cereyanların ateşli dalgalarına itildiği için, terör örgütü, o halkın desteğini epeyce kazanmış gözükmektedir.. Ve bu mücadelenin yarınlarda nasıl bir şekil alacağını kestirmek hiç de kolay değildir..Böylesine karmaşık ve çok farklı etkenlerin sosyal gelişmeleri yönlendirdiği bir ideolojik savaş alanında, ancak, kesin doğruluğuna inandığımız değerlerimizle, kendi kalbimizin ve beynimizin kabul ettiği, haklılığına inandığı ve aziz bildiği hedefler uğrunda bir mücadeleye atılmayı planlayabilmeliyiz.. Yoksa, bugünkü gibi, ordusundaki generallerinin altıda birinin darbe hazırlıkları içinde oldukları gerekçesiyle mahkemelerce tutuklandığı ve yüzlerce muvazzaf veya emekli subayların da aynı şekilde, ağır iddianâmelerle takib altında ve tutuklama durumunda oldukları bir ortamda, gövdesi her ne kadar milletimizin çocuklarınından oluşsa bile, askerî savaşları göze alanlar, 100 sene önce bu günlerde, Balkan Savaşı"nda, Osmanlı ordu birimlerinin, sırf komutanların İttihad-Terakkî"ci olup olmadıklarına göre değerlendirmelerle birbirlerinin yardıma koşmaktan bile kaçınmalarıyla; 550 yıl üzerinde yaşanılan, vatan yapılan topraklardan, 300 kişilik bulgar komitacılarının önünde perişan vaziyette, taa Çorlu"ya kadar nasıl kaçtıklarını acı acı hatırlamalıdırlar..

*

Bugün de, çocukluk günlerimizde değnekten atlarına binip, düşman üzerine saldırımızın hayali içinde saldırı nutukları atanlarımız, kalb ve beynimizdeki ağır tortuları temizlemeden ve bizim kalbimize ve beynimize, temel değerlerimize düşman olanların komuta ettiği kadrolarla, mücadelelere girmeyi göze almaktadırlar? Bunun hesabı yapılıyor mu?

Amerika"nın hayal kırıklığı: "Kaymanın şiddetini anlayamadık!"

Bunları söylerken, karşımızdakilerin de çok rahat olmadığını bilmeliyiz.

G.W.Bush döneminde 8 yıl boyunca 2. numaralı kişi olarak USA Başkan Yardımcılığı yapan Dick Cheney"nin hâtıratı" "Benim Zamanımda" adıyla, Eylûl-2011 başında piyasaya çıktı..  Cheney, kitabının bir bölümünde Türkiye analizi de yapıyor ve Türkiye"de 2002"den itibaren başlayan büyük değişimi farkedemediklerini söylüyor..

Hep suçlamayı şiar edinenler, Tayyîb Erdoğan"a bir kukla elbisesi giydirmeye çalışırlar, ama, bu Amerikalı başka şöyler de söylüyor..

Nitekim, Cheney Mart-2002"de Ortadoğu"ya yaptığı bir ziyareti anlatırken şöyle diyor:

"İsrail"den sonra, uzun yıllar B. Amerika"nın dostu olan Türkiye"ye yöneldim. Türkiye, Kore"de bizimle yanyana durdu ve NATO üyesi olarak, Soğuk Savaş"ta değerli bir müttefikti. Ama 2002 itibarıyla kaygı verici bir değişim yaşanıyordu ve Türk liderlere ziyaretim, samimi geçse de, Saddam Huseyn"i Kuveyt"ten defetmek için müttefik aradığımız 1990"da yaptığım seyahatten uzak ara farklıydı. (...)

Aslında bu sefer bölgedeki bütün ziyaretlerim farklıydı. Bütün dostlarımız gergindi. Ama Türkiye"de daha derin bir şey oluyordu. 2002 Kasımı"nda İslamcı AK Parti parlamentoda çoğunluğu kazanacak, (...) partinin lideri Receb Tayyib Erdoğan"ı Başbakan yapacaktı. Yeni seçilen parlamento, Saddam Huseyn"e karşı operasyonları başlatma zamanı geldiğinde 4. Piyade Tümeni"ni Türkiye"ye konuşlandırma talebimizi reddedecek, biz de sonunda bu birliği Kuveyt"e yollayacaktık.. (...)

Genel olarak, sanırım Türkiye"de yaşanan kaymanın şiddetini anlamada başarısız olduk. Amerika"nın en önemli NATO müttefiklerinden birinde İslamcı bir hükümetin iktidara gelmesinin ne anlama geldiği, o sırada karşı karşıya olduğumuz diğer meseleler yüzünden belirsiz kaldı. Bugün, Türkiye, anahtar rolündeki NATO müttefikliğinden ABD ve İsrail ile ilişkileri pahasına İran ve Suriye gibi ülkelerle yakın ilişki geliştiren İslamcı devlet yönetiminde bir ulus olmaya doğru tehlikeli bir geçişin ortasında gözüküyor."

*

Evet, "Size bir yara isabet ettiyse, onlara daha fazlası.."

Bu hatırlamaları, tereddüdlere düşmek için değil, karşılaşılacak her durumda neyi niçin, hangi bedeller karşılığında yapmakta olduğumuzun idrakinde olmamız için belirttiğimiz gözden ırak tutulmamalıdır..

Nitekim, İsrail rejiminin önemli yayın organlarından olan Haaretz,  4 Eylül günü, yayınladığı başmakalede, "Türkiye düşman değil. İsrail üzüntülerini ifade etmeli, tazminat ödemeli ve ilişkileri de düzeltmeli... (...) Türkiye'yle ilişkiler gibi stratejik bir değer için, bu, ödenecek küçük bir bedeldir" ifadesi kullanılıyordu.. Bu gazetenin yazarlarından Zvi Bar'el de son dönemde uluslararası toplum içinde yükselmesinin de ışığında, İsrail'e karşı planladığı eylemler için Türkiye'nin muhtemelen uluslararası destek sağlayacağını ifade ederek, Erdoğan"ın Suriye'deki Esed rejimine karşı sert tavrını, Libya'daki geçici hükûmetle işbirliğini ve Mısır'daki devrime verdiği desteği örnek gösteriyordu..  "Türkiye düşman devlet değildir" denilen yazıda, Ankara'nın tavırlarının Netanyahu hükümetinin uyguladığı politikaların bir sonucu olduğu Davudoğlu"nun sözleriyle destekleniyor ve yahudileri incitme niyetinin bulunmadığı umudu dile getiriliyordu..

JERUSALEM POST gazetesinde ise, 5 Eylûl günü, Yaakov KATZ imzasıyla yayınlanan bir makalede, "Türkiye ile yaşanan son gelişmeler yüzünden, askerî ilişkiler kopma noktasına geldi ve İsrail"in en önemli silah ithalatçılarından biriyle ticarî ilişkiler neredeyse tamamen dondurulmuş oldu. İsrail, vahşetin kol gezdiği Ortadoğu"da iyice yalnızlaştı. İsrail, bundan sonra olacaklar konusunda ne gibi adımlar atacağını bilmiyor. Türkiye, İsrail için herhangi bir komşudan çok daha fazlasıydı. Terörle savaşta dayanak ve güvenliği ilgilendiren hassas istihbarat konularında sırdaş ülkeydi. Ankara, İsrail ile ilişkileri zayıflatma kararını açıkladığı gün, ABD"nin yeni füze radarlarını topraklarına kabul etti. İsrail de, Türkiye de ABD"nin bölgedeki en önemli iki müttefiki. Böyle olunca, iki ülkenin arasındaki buzları eritme görevini ABD"nin üstlenmesi olası görünüyor." deniliyor ve âdeta, 1989"da Yunanistan"la yaşanan savaş durumunda olduğu olduğu gibi, B. Amerika"nın, "Kesin curcunayı.." diye devreye girmesini beklediğini imâ ediyordu..

"YNETNEWS.COM" isimli internet sitesinde, Yoshi Yehoshua ise, "İsrail"in Türkiye ile söz dalaşına girme ve haklı olduğunu isbatlamaya çalışma lüksü yok. Sorumlu bir devlet olarak güvenliği önemsemeli ve gurur yapıp, egosunu düşünerek davranmamalı. Özür dilemek onursuzluk değildir. Aksine, özür dilemenin sonuçlarını göğüslemek, dilememenin sonuçlarına katlanmaktan çok daha kolaydır. Palmer Raporu"nda belirtilmese de, özür dilenmelidir. Türkiye ile ilişkilerin daha da kötüleşmesine mahal verilmemelidir. Başbakan Erdoğan Gazze"yi ziyaret ederse, İran ve Suriye ile ilişkilerini güçlendirirse, İsrail bölgede daha kötü bir pozisyona düşecektir." diyordu..

Elbette aynı sitede, bir diğer yazar, Moshe Ronen, "Bir devletin onurlu olması önemlidir. Hele ulusal onur, daha da mühimdir. Birçok savaş bu nedenle çıkmamış mıdır? Adalet de önemlidir elbette. Birleşmiş Milletler hukukî açıdan da İsrail"i haklı bulmuştur. Türkiye"nin "özür" talebi birçok nedene dayanıyor. Öncelikle, İslamî eğilimi bilinen Receb Tayyib Erdoğan içten içe, yahudilere karşısında diz çöktürtmek istiyor. (...) Özür, sözcüklerden ibaret değildir. İsrail bir kez özür dilerse, bundan sonra hep dilemek durumunda kalır. (...)"  diyor, görüşünü delillendirmek için ilginç argumanlar kullanıyordu..

İngiliz gazetelerinden The GUARDIAN ise başyazısında, "İsrail bir kez daha stratejik bir ilişki yerine taktiksel bir zaferi tercih etti. Arab dünyasında iktidardan düşen diktatörlerle birlikte belirsizliğin arttığı bir ortamda, Türkiye'nin bir muhatab olarak önemi giderek daha çok arttı. Türkiye'nin Gazze ablukasını Uluslararası Adalet Divanı"na taşıması doğru bir karar.. Palmer başkanlığındaki heyet tarafından Mavi Marmara olayıyla ilgili kaleme alınan BM raporu, bugüne kadar BM Genel Sekreteri"nin Gazze konusunda yaptığı bütün açıklamalarla, bundan önceki Goldstone raporuyla ve BM İnsan Hakları Konseyi'nin Eylul ayında yayımladığı raporla ters düşüyor. Eğer Palmer Raporu"nun öne sürdüğü gibi, Gazze ablukası uluslararası hukuka uygunsa, o zaman işgalin de uygun olması gerekir. Türkiye ile İsrail ilişkilerindeki gerilim, BM Genel Kurulu"nda bu ay Filistin'in devletleşme planlarına ilişkin yapılacak oylamaya da yansıyacaktır."  diyordu..

THE NATIONAL"in başyazısı ise daha başka bir noktaya dikkati çekiyor ve, " Türkiye politikası anlamlı bir dönemeçte. Ülke bu değişimi haber verir gibi, içte ve dışta dört bir yana mesajlar veriyor. Bu, Türkiye"nin İsrail ile askerî ve diplomatik ilişkilerinde bir kopuşun işaretidir. İktidardaki Adalet ve Kalkınma Partisi sonunda, "karar vericilik" rolünü ordudan alıp sivil inisiyatife verdi. Daha önce benzeri görülmemiş kararlar alan Ankara, ABD"ye de, Washington ile çatışma pahasına da olsa, ulusal çıkarlara uygun kararlar alacağının net sinyalini vermiş oldu." diyordu.

*

Evet, Ortadoğu"da, kritik bir süreçten geçiliyor.. Çünkü, İsrail denilen rejim, gerçekte "Ortadoğu"daki Amerika" ve Amerika da, gerçekte "Atlantik ötesindeki İsrail"dir.. Hatırlayalım ki, dünya efkâr-ı umûmiyesini, kamuoyunu şekillendirmekte başı çeken Amerikan medyasının, televizyon, radyo ve gazetelerinin sermayesinin yüzde 60"ı yahudilere aiddir ve Amerikan medyasında çalışanların da yüzde 25"inin, yani her dört kişiden birisinin yahudi olduğu ve Amerika"daki en etkili yahudi kuruluşu sayılan Yahudi Ajansı"nın, bu emperyalist gücün siyasetini etkilemekteki gücü ve iç siyasî dinamiklerde, karşı oldukları kişi ve güç odaklarını dize getirmekteki etkisi bilinmektedir.. Bu gücün daha şimdiden, Türkiye"yi sıkıştırmak için, 1915-Ermeni Hadiseleri"ni soykırım kartı olarak, gündeme yeniden tezgâhlamaya çalıştığının haberleri görülüyor ki; emperyalizmin entrikaları bitmez..

*

Ama, bütün bunlara rağmen, bu durum, "Amerika ekber!" demek değildir..

Hele de son 100 yıldır utancın, çaresizliğin, perişanlığın, şahsiyet kılınmanın her türlüsünü yaşayan Ortadoğu"nun müslüman halkları, kimbilir derinden derine, ne gibi yeni oluşumların doğum sancıları içinden geçmekteler.. "Görelim, meşîme-i şeb"den (gecenin karnından) neler doğacak.."

haksöz