Günlerdir bir tartışma sürüyor..
Cumhurbaşkanı Erdoğan, Merkez Bankası Başkanı’nı dozu giderek artan şekilde ağır sözlerle eleştiriyor, aylardır. Hattâ, geçen hafta, eleştirisinin dozunu arttırıp, ‘Yoksa siz başka yerlerden mi emir alıyorsunuz..’ gibi cümleler kullandı.
Erdoğan Hükûmeti’nin, yüzde 60-70’lerden aldığı ve yüzde 5’lere indirebildiği faizler, 15 ay önce, FG. Cemaati adına tezgahlanan ve Tayyîb Erdoğan Hükûmeti’ni devirmeye yönelik büyük oyun ve saldırıdan hemen sonra, yüzde 10’lara çıkarıldı. Faiz lobisi sevinçten dörtköşeelbette. Bu artışla faiz lobisine kaptırılan 30 milyar lira, 4 tane 3. Boğaz Köprüsü demektir.
Erdoğan’ı öfkelendiren de bu.. İzahını yapamıyor. ‘Bir sanayici, bankadan kredi alacak olsa, diğer banka harcamalarıyla birlikte, yüzde 15’i buluyor. Böyle bir faizle ekonomi kalkınma olmaz.’ diyor aylardır, haklı olarak..
Erdoğan’ın 13 yıllık Hükûmetlerinde hep yanıbaşında bulunmuş olan Ali Babacan ve hattâBeşîr Atalay’ın da açıkça MB Başkanı’nı korumaları ve Erdoğan’la karşı karşıya gelmeleri ise, daha bir ilginç..
Erdoğan’la elbette farklı görüşlerde bulunulabilir..
Ama, halkın oyuyla seçilmiş ve başarısızlıklarının hesabını halka verecek ve asıl bedel ödeyecek kişi olan Cumhurbaşkanı dururken, hiç bir sorumluluğu olmayan bir Merkez Bankası Başkanı’nın konuyla ilgili tavrını anlamak zor..
Bunlar devlet yönetiminin bir orkestra yönetimi gibi olduğunu anlamıyorlar demek ki.. Halbuki, asıl sorumlu, orkestranın şefidir. Velev ki şahsî kabiliyetleriyle sahalarında çok seçkin olsalar bile..
Bu konuda da orkestra şefi Erdoğan’dır, Başçı ve onu koruyan Bakan’lar değil..
Ama, Amerikan kaynaklı FOX ve CNN Türk başka olmak üzere bir çok tv. kanalları, ülkenin ekonomik yönetimin sorumlusu sanki Merkez Bankası Başkanı imiş gibi, onu ve onu koruyanları öve-öve bitiremiyorlar.
Elbette onlar seçkin şahsiyetlerdir, uzmandırlar ve o özellikleriynden dolayı getirilmiş ve kendilerini de isbat etmişlerdir. Ama, bu onlara keyfemayeşa bir tavır takınmaları izni vermez, vermemelidir. Çünkü, sorumlulukları yoktur. Siyasî sorumluluk Erdoğan’ın üzerindedir.
‘Erdoğan geçmiş cumhurbaşkanları değil..’ diyenler, ülkedeki temel değişimi anlamamışlar demektir. Elbette değil.. Çünkü, geçmiştekiler halka tarafından seçilmediklerinden bir sorumlulukları da yoktu ve sadece sınırlı şekilde frene basabiliyorlar, etliye sütlüye karış(a)mıyorlardı.
Direkt halk tarafından seçilen Cumhurbaşkanı’nın ise, sorumlulukları var.
*
Tayyîb Erdoğan, S. Arabistan gezisi sırasında da gazetecilere, ilgili Bakan’la (Babacan’la)konuştuğunu, ‘Merkez Bankası Başkanı olan zat ile de konuşacağını’ söyledi. Erdoğan’ın ‘zat’ diye soğukluğunu hissettirdiği kişi, ‘Ben bu orkestrada bu şekilde çalışamam..’ diyorsa, sorumluluktan kenara çekilmesi gerekir; MB’nın bağımsızlığı lafına sığınmadan..
Konu bu kadar basit..
Anlaşılmalıdır ki, Türkiye, Yarı Başkanlık Sistemi’ne fiilen geçmiştir. Öyle olması da gerekiyordu. Çünkü, bir Cumhurbaşkanı halk tarafından seçildikten sonra başka türlü olması da düşünülemez. Keşke, halk tarafından seçilen cumhurbaşkanının sorumluluk ve yetkileri de anayasa düzenlemesiyle yeniden yapabilseydi, yapılamadı.
Ama, bu ‘topal ördek’ yürüyüşü ile devlet idaresi olamaz.
*
Süleyman Şah’ın ‘kutlu’ (!) mezarı..
‘Süleyman Şah Türbesi’ denilen mekan üzerindeki tartışmalar hâlâ da sığ bir şekilde sürdürülüyor.
Herşeyden önce.. Bizzat Süleyman Şah’ın kendisi bile tartışmalı.. O, Ertuğrul Gazi’nin babası, Osman Gazi’nin de dedesi olarak biliniyor.
Fırat’ta boğulduğu bildiriliyor.
Boğulduğu yer civarında rivayetlere göre bir mezar yapılmış, eski asırlarda.. Sonra o da kaybolmuş ve miladî-19 asrın sonlarında ise, 2. Abdulhamid döneminde Fırat kıyısındakiCabir Kalesi’nde bir türbe yapılıyor.
O zaman Suriye, Osmanlı hâkimiyetinin en önemli bölgelerinden birisi..
Osmanlı Devleti 1. Dünya Savaşı sonunda çökertildiği zaman ise..
Bugünkü Suriye toprakları İngiltere eliyle Fransa’nın işgaline bırakılıyor.
Fransa da, uluslararası bir kimlik kazanmak için çırpınan Ankara’daki Meclis Hükûmeti’yle bir anlaşma yapıyor ve Fırat Kıyısındaki Câbir Kalesi’ni de, yeni sınırlardan 100 km. kadar güneyde kaldığı halde, ‘Türkiye toprağı’ olarak kabul ediyor. Sadece 8 dönümlük kadar bir toprak parçası..
Fransa çekildikten sonra Suriye rejimi de bu anlaşmayı teyid ediyor.
Bir baraj yapılması sözkonusu olunca o kale ve türbeyi temsil eden sandukaların su altında kalacağı anlaşılıyor ve aynı mikdarda bir toprak parçası, kuzeye, Türkiye sınırına 40 km. kadar yakın bir yerde, aynı mikdarda bir toprak parçasına taşınıyor ve Türkiye’nin 50 kadar askeri tarafından korunuyordu.
Ancak.. Irak’ın batısı ve Suriye’nin doğusundaki 200 bin km.kare kadar bir geniş alanda hâkimiyet kuran IŞİD / DAİŞ diye anılan savaşçı örgütle diğer savaşçı unsurların işgali ihtimaliye karşı karşıya, bu türbe ve karakol..
Suriye’de 4 yıldır devam eden kanlı boğuşmada, 52 yıllık Suriye Baas rejimi, ayakta kalmak için gerekirse, bütün ülkeyi bir küllüğe çevirmek kararlılığı içinde gözüküyor.
Türkiye, son 4 yıldır Suriye rejimiyle münasebetlerini askıya almış bulunuyor.
Bu durumda, Türkiye, bir takım silahlı-savaşçı örgütlerin eline geçmemesi için,
sözkonusu sembolik türbeyi hemen aynı mikdarda bir toprak parçası üzerinde, Suriye’nin Türkiye sınırındaki toprağı üzerine taşıyıverdi.
Çeşitli savaşçı grupların o bölgeyi ele geçirmesi halinde, Türkiye’nin savaşa girmekten başka çaresi kalmazdı. Türkiye böyle bir ihtimali bertaraf etmek için, Suriye içindeki o toprağını terketmiş ve o sembolik türbeyi, kendi sınırına bitişik aynı mikdardaki Suriye toprağına dikmek kararı vermiştir.
*
Şimdi, muhalefet durumu ağır şekilde eleştirmekte..
Dahası, Suriye ülkesinde İran, Rusya, ve son aylarda da B. Amerika gibi güçlerin eliyle varlığını sürdürmeye çalışan Baasçı Esed diktatörlüğü, Türkiye’nin bu hareketini, kendi ülkesinin bağımsızlığına karşı girişilmiş bir saldırı ve savaş sebebi olarak değerlendirdiğini açıklamış bulunuyor.
Daha da ilgi çekici olan, sadece Lübnan Hizbull.. Örgütü’nün güçleriyle değil, bizzat kendi savaşçı unsurlarıyla ve askerî danışmanlarıyla da Suriye’de varlığını açıkça kabul eden İran da ‘Türkiye’nin Suriye’yi işgale kalkıştığı’nı söyleyebiliyor. Ki, Lübnan Hizbull.. Örgütü’nün lideri Nasrullah, daha geçen hafta, Suriye’den sonra ‘Irak’da da savaştıkları’nı açıkça ilan etti. Bu durumun, İran’daki Rehberlik makamının izni olmaksızın yapılamıyacağı ap-açık ortada..
*
Bu konuda dışardakilerini eleştirilerini anlamak mümkün ise de, içerdekilerin savaşçı laflar etmelerini anlamak hiç akıl kârı olmasa gerek..
IŞİD veya DAİŞ denilen savaşçılar veya başka örgütler o 8 dönümlük araziyi işgal etseydi, oradaki 40 kadar asker ve birkaç hizmet elemanının canına kasd etseydi, Türkiye savaşa girecekti ya.. Muhatabın kim olacaktı?
‘Kutsal vatan toprağı terkedildi’ çığlıkları atılıyor.
Yok böyle bir şey..
Vatan toprağı ise.. 100 yıl önce bütün Ortadoğu, Balkanlar ve Kuzey Afrika’daki nice coğrafyalar da vatandı..
*
Ama, özellikle MHP lideri Devlet Bahçeli’nin bu vesileyle Genelkurmay Başkanı’nı da hedef yapıp ona saldırması, zihninde eski hastalığın, askerden meded ummak ve askeri tahrik etmek hastalığının devamından başka bir şey değildir. O, anlaşılıyor ki ülkenin geldiği yeni durumu halâ da kavrayamıyor.
Halk tarafından seçilmiş bir cumhurbaşkanı, ordunun da başkomutanı.. Ordunun başkomutanına bir şey söyleyeceksen, söylersin. Ama, onun yerine, onun emrindeki kişileri hedef alıp onlara saldıramazsın.. Çünkü Genelkurmay Başkanı bir memurdur ve bir siyasetçi, bir memurla tartışmaya giremez.
Bahçeli, yarınlarda iktidara gelecek olsa, ülkeyi bu mantıkla mı idare edecektir? Yoksa, kendisinin bir korkuluk olduğunu kabul edip, ülkenin gerçekte, geçmişte olduğu gibi yine generallerce yönetildiğini mi itiraf edecektir?
Yazık ve de ayıp..
haksöz