Ortadoğu, Yeni Bir Ateş Çukurunun Kenarında..

Selâhaddin Çakırgil

Önce bir not ve cevabî hatırlatma:

Bir okuyucunun, Haksöz sitesinde yayınlanan önceki yazıma yazdığı yorum, konuya ilgili olarak küçük bir hatırlatma yapılmasını gerektiriyor.. Diyor ki, bu okuyucu, yorumunda: ‘Gazeteci Yılmaz Yalçıner, Yeni Şafak’tan Emeti Saruhan’ın kendisiyle yaptığı önemli röportajda Şura dergisini çıkardığı, uçak kaçırdığı 12 Eylül 1980 öncesi için önemli yorumlar yapmaktadır.(Yeni Şafak 10 Aralık 2011)

Yalçıner, “İyi ki başarısız olmuşuz. Başarsaydık daha büyük yanlışlara imza atacaktık. Ben o zaman uçak kaçıran adam değilim. Şura’yı, Tevhid’i çıkaran adam da değilim. Çünkü iyi niyetle de olsa yanlışlıkla başarılı olsaydık, mazallah Türkiye’yi de İran misali bir diktatörlüğe sürüklemiş olacaktık. Adı İslami bir diktatörlük olacaktı. Bu İslam’a da bühtandır, halka da zulümdür.”

Yılmaz Yalçıner’in geçmişten çıkardığı dersler hepimiz için önemli.’

Evet, bu konuya hemen değinmeliyim..

Önce belirteyim ki, o yorumun o yazıyla ilgisini anlayamadım.

İkincisi de, Y. Yalçıner arkadaşımızdan dercedilen üç sene öncelere aid ifadeye gelince..

Şahsen genelde zannedilenin tersine, o ‘uçak kaçırma’ eyleminin içinde değildim, ama, galiba onun içinde sayıldığım için böyle bir yorum yazılmış...

Esasen, o arkadaşlarla o zaman dilimindeki gelişmeler içinde, o eylemden bir yıl kadar öncelerde kopmuştuk..

Ama, o cümleler arkadaşımızın ağzından doğru aktarılmışsa..

Bir uçak kaçırmakla bir rejim değiştirilebilir mi, bilemem, ama, İslam İnkılabı Hareketi'nin o merhalede, bir uçak kaçırma eyleminden sonra, 'başarılı olsaydık, mazallah Türkiye’yi de İran misali bir diktatörlüğe sürüklemiş olacaktık..' gibi bir düşünce- iddia var idiyse, demek ki, çok hayalî bir âlemde bulunuluyormuş, derim.

Dahası, 'diktatörlük' ifadesi ve bunun hele de 'İslamî bir diktatörlük' şeklinde değerlendirilmesi, bana göre çok ağır ve haksız bir bühtan..

İran'da bugünkü uygulamaların, o inkılab ateşininin içinde ve arkasından da Saddam Irakı'nın saldırısıyla başlayan ve 8 yıl devam eden korkunç İran-Irak Savaşı'nın şartlarıyla mukayese edilmesi yanlış olacağı gibi, İran'ın bugünkü uygulamalarında eleştirilecek birçok yönler olsa bile, -ki, bunları, kendimce mâkul ve âdil kalmaya çalışarak ifade etmeye çalışmam dahi, bazılarınca ağır şekilde eleştiriliyor- bunların o ülkenin kendi iç şartları açısından, 'İslami bir diktatörlük' olarak nitelenmesi de yanlış olsa gerek.. Kaldı ki, Türkiye'de, son yıllardaki istisnaî ve olumlu uygulamalar dışında, temelde, 90 yıldır, anayasasında ve anayasasının üzerinde, babayasasının mâlum yaptırımlarıyla nasıl bir gizli-açık diktatörlük tesis edildiği ortadayken, konunun sadece bir başka ülkedeki uygulamaya tahsisen ifadesinin yanlış olacağını düşünüyorum.

Üçüncü bir konu da şu ki, günümüzde diktatörlük nitelemeleri, genelde, emperyalist kültürlerin nitelemelerine bağlı olarak kullanılıyor ve onların diktatörlük nitelemesini süzgeçten geçirmeden kullanıyoruz ve onlar bir rejime diktatörlük dediler mi, nicelerimizin zihinleri de bu nitelemeyi bir ön şart olarak kabul ediyor duruma düşüyorlar. Nitekim, Tayyib Erdoğan'ın hele de son iki yıl içindeki uygulamaları da, sadece Kılıçdaoğlu'nun laflarında değil, belki, onun da ilham aldığı bir kaynak olarak, kapitalist-emperyalist dünyanın değerlendirme odaklarında da bu şekilde değerlendiriliyor diye, bu uygulamaya biz de hemen diktatörlük mü diyeceğiz?

İran'daki uygulamaya da bu dikkat içinde de bakmak gerekir.

Her yanlış uygulamaya diktatörlük denilecekse, diktatörlük ile bir değerler sistemi içinde hükûmet etmek üzere tesis olunan her yönetim şeklini ve her otoriteyi de diktatörlük olarak suçlamaktan kurtulamayız.

Müslümanlar, elbette, hayatın her sahasında kendi değerlerini- inançlarını hâkim kılmak isterler. Ama, bunun başkalarına zorla bir dayatma halinde olması hali başka; bir toplum, kendi tercihiyle kendi değerlerini baştâcı ediyorsa, bunun mutlaka diktatörlük olarak nitelenmesi yanlış olmaz mı? Ya da, böyle bir durumda dünyada, diktatörlük olarak nitelenmiyecek hangi yönetim sistemi kalır ki? Bir diğer deyişle, benim mantığıma, aklıma uygun olmayan her uygulamayı diktatörlük olarak nitelersem, o durumda ben de mukabil bir diktatörlük refleksi ve anlayışıyla hareket eden birisi olmam mı?

*

Önceki yazıma böyle bir yorumla katılmanın mânâsını anlayamadığımı bir kez daha tekrarlayarak.

***

Gelelim, asıl konumuza..

Geçen hafta, Anamuhalefet lideri ‘Ortadoğu Bataklığı’ deyimini kullanmıştı. Tayyîb Bey bu ifadeyi ırkçılık şeklinde değerlendirdi, kendisine göre izahlarla.. Ama, o ifadenin ırkçılıkla ne ilgisi vardı; doğrusu, anlamadım.

Ve Ortadoğu gerçekten de bir kan, gözyaşı, cesed yığınları, entrika ve buhran bataklığı haline geldi, işin içinden nasıl çıkılacağını da herhalde kimse bilemiyor.. Sadece, herkesin kendisine göre hayalleri, ümid, tercih ve temennileri var.

Ama, hele de müslüman coğrafyalarındaki reel durumu, bu gibi hayal, ümid, tercih ve temenniler belirlemiyor.

*

Her ne kadar, Ortadoğu denilen coğrafyaya aid sayılmasa bile, konumuza biraz daha doğudan Hind-alt kıt’asından başlayabiliriz.

Mianmar (Birmanya)’daki Arakan müslümanlarının fecî durumunda henüz de bir düzelme yok.. Ulaşabilecekleri tek müslüman coğrafyası olarak Bangladeş var, orası da, ‘fakirliğime yenilerini eklemiyeyim..’ diyen bir ruh fakirliğini de sergiliyor. Öte yandan, 43 yıl öncelerde 1971’de gerçekleşen Pakistan- Bangladeş Bölünmesi günlerinde o acı bölünmeyi önlemeye çalışan müslüman önderleri, 40 küsur yıl sonra bile, bağımsızlığa karşı çıkan vatan hainleri olarak diye cezalandırmanın derdinde.. Birkaç ay önce -idâmen- katlettiği Abdulqadir Molla’nın nice arkadaşlarını da cezalandırmak için yeni entrika ve tuzaklar peşinde..

*

Keşmir..

Himalayalar’ın eteğinde ve ‘dünyadaki cennet’ diye tarif olunan bu diyarın müslüman halkı, 67 yıl önce, Hindistan- Pakistan Ayrışması sırasında iradesini Pakistan’la bütünleşmek yönünde belirttiği halde, o dönemin Keşmir Sadrâzamı olan Şeyh Abdullah’ın, Gandhi ve Nehru ile arkadaşlığının hâtırına, Hindistan’a bağlamasının esaret sancıları içinde kıvranıyor, hâlâ.. Hele de bu günlerde, bu konu yeniden ve daha bir kanatılmaya müsaid.. Hindistan’daki son genel seçimi Bharatia Janata Partisi’nin lideri olarak kazanan ve 1992’lerde Ayodya’daki 400 yıllık Baburî Mescidi’ni tahrikleriyle hindu halk kitlelerine yıktıran yeni Hindistan Başbakanı Modi, şimdi, Keşmir’e bu zamana kadar özerk yönetim yetkisini de ortadan kaldırmak için adım atmış bulunuyor. Bu statü değişikliğini sonunda Keşmir Buhranı’nın daha bir kanayacağını söylemek bir kehanet sayılmamalıdır.

*

Pakistan..

Pakistan siyasetinde bir varlık gösteremediği için ülkeyi terkedip, 20 küsur yıldan fazla zamandır Kanada’da yaşamakta olan ve fakat, oluşturduğu Minhac-ul’Qur’an  (Kur’an Aydınlığı) isimli hareketin dünyanın ceşitli ülkelerindeki bağlantılarıyla Pakistan içsiyasetini de etkilemeye çalışan Tâhir’ul Qadrî isimli -ve biraz F. Gülen Hareketi’ni hatırlatan-, bir zât, iki yıl önce, milyonlarca tarafdarını Pakistan’ın büyük şehirleri arasında yüzlerce km. protesto yürüyüşlerine çağırıp, ülkeyi âdetâ felç ederek dönemin hükûmetini seçimleri yenilemeye zorlamış ve yapılan seçimlerde ise, beklenenin tersine bir varlık gösteremeyip, General Perviz Müşerref’in 1999 yılında bir askerî darbe ile devirdiği eski başbakanlardan Muhammed Newaz Şerif ve partisi seçimleri kazanmıştı.

Seçim şokunu atlattıktan sonra Tâhir-ul(Qadrî, şimdi, barışçı bir  inkılab’a rehberlik ederek, Newaz Şerif Hükûmeti’ni devirmek iddiasıyla Pakistan’a yeniden geldi ve tarafdarlarını yeni gösteriler ve barışçı inkılabçı eylemlere çağırdı. Uçağını İslamâbâd’a indirtmeyen Pakistan Hükûmeti, o uçağı başka bir havaalanına inmeye mecbur etti. Şiddetli sokak hadiselleri meydana geldi..

Gelişmeler bakalım, iki sene önceki gibi dev gösterilere dönüşecek mi?

*

Afganistan..

B. Amerika’nin iç güvenlik aksaklıklarının neticesi olarak sergilenen korkunç ‘11 Eylûl 2001 Saldırıları’ ardından, dönemin Amerikan Başkanı George W. Bush’un bu saldırıları El’Qaide örgütüne ve onun lideri Usâme Bin Laden’e ve Afganistan’daki Tâlibân rejimine mal etmesiyle başlayan savaş sonrasında Talibân rejimi çökertildikten sonra, bu ülkenin başına bir kukla olarak oturtulan Hâmid Karzai, beklenmedik şekilde 12 senedir cumhurbaşkanlığı makamında kaldı.

Şimdi ise, Amerikan askerlerini Afganistan’dan 2014  sonuna kadar çekeceğini ilan eden Obama’nın verdiği tarih yaklaşırken, Afganistan yeni bir lider belirleyecek..

Mayıs-2014’de yapılan seçimlerde, Dr. Abdullah Abdullah yüzde 45 oy almıştı, ikinci sırada ise, yüzde 31’le Eşref Ganî Ahmedzai geliyordu. Ve yüzde 24 de diğer adaylar arasında bölüşülmüştü.  Adaylardan hiçbirisi yüzde kullanılan oyların yarıdan fazlasını, 50’yi aşamadığı için, ikinci tur seçimleri yapılmaya mecbur kalındı. Ancak, bu ikinci turda, ilt turda geride kalan diğer adayların çoğunun, Eşref Ganî’ye destek vereceklerini açıklamaları ortaya ilginç bir tablo çıkardı.

Dr. Abdullah, Tâlibân rejiminin çökertilmesinden sonra bir süre Dışişleri Bakanlığı da yapmış ve 5 sene önceki seçimlerde de Hâmid Karzaî’nin karşısına rakib olarak çıkmış, ve seçimlerde  hile yapıldığını iddia edip, sonuçları uzun süre kabul etmemiş ve ama, o neticeyi değiştirecek güç merkezlerine dinletememişti.

Eşref Ganî ise, Amerika’da Dünya Bankası’nda uzun yıllar çalışan bir ekonomist..

Bu ikisinden birisinin Cumhurbaşkanı seçilmesi için ikinci tura geçildi..

Haziran’ın ilk haftasında yapılan seçimlerin sonucu henüz de alınamadı. Bir taraftan Tâlibân’ın seçimlere katılmayı küfür ve şirk sayması ve baskılar uygulaması, bir tarafdan da okuma-yazma nisbetinin çok düşük ve ulaşım imkanlarının sınırlılığı yüzünden, henüz de neticeler açıklanamadı.

Ama, Eşref Ganî’nin Suûd rejimi tarafından da desteklendiği ileri sürülüyor.

Dr. Abdullah 22 Haziran günü, yaptığı açıklamada, ‘hattâ, ben kazanmış olsam bile, seçim neticelerinin hilelerle malûl olduğundan, neticeyi kabullenmiyeceğim.’ diyordu. Abdullah, Yüksek Seçim Komisyonu merkezinin başkanı Ziyâ-ul’Haqq Emrkhilî’yi yolsuzluğu yapan asıl kişi olarak suçluyordu.

Derken.. Emrkhilî’nin Kabil’in en önemli kumandanlarından birisiyle yaptığı telefon konuşmasının ses kaydı da internete düştü, 22 Haziran günü.. Eğer, bu ses kaydı gerçekten de ona aid ise,  Emrkhilî, sözkonusu kumandana, açıkça Eşref Ganî lehine olacak şekilde düzenlemeler yapılmasına dair kesin emirler veriyor, ‘yanlış yapanlar olursa onların da memnun edileceklerini’ söylüyordu.

Bu gibi dinlemeler ‘gerçek midir, uydurma mıdır’ denilirken Emrkhilî,  iddiaları reddetmekle beraber, seçime gölge düşmemesi için diyerek, istifa ettiğini açıklıyordu, 23 Haziran günü.. Esasen, Dr. Abdullah, Karzaî’den bu kişiyi vazifeden almasını öteden beri istiyordu.

Bu istifa, oyunun içinde başka oyunlar olduğunun itirafı gibiydi ve Abdullah’ın tarafdarları da, ‘Yolsuzluk yapanlar muhakeme edilmeli ve cezalandırılmalı..’ sloganlarıyla caddelere döküldüler.

Bakalım, sonu nereye varacak bu ihtilafın ve iddiaların..

Seçimlerin, hele de cumhurbaşkanlığı seçimlerinin, özellikle de sosyal yapılarında derin buhranlar taşıyan ülkelerde büyük gerilimler meydana getirmekte olduğunun bir diğer örneği..

*

İran..

Irak’da meydana gelen IŞİD saldırıları İran’ı da şaşırttı tabiatiyle..

İran Cumhurbaşkanı Hasan Rûhanî,  önce temkinli konuştu, sonra da, ‘Irak’daki şiî müslümanlarca kutsal sayılan yerlerin korunması için gerekenin yapılacağını’ söyledi, bu arada Irak’a yüzlerce askerin gönderildiğine dair haberler ne yalanlandı, ne doğrulandı; sadece ‘asker kişilerin gönderilmediği’ gibi kapalı ifadeler kullanıldı. Arkasından, Qum ulemâsının önde gelen isimlerinden, Âyetullah unvanlı Mekarim-i Şirazî gibi niceleri ‘Irak’ın savunulmasını, -Irak’daki kutsal mekanların korunmasını gerekçe göstererek- bütün şiîler için vâcib ilan etti.. Ama, Irak amerikan emperyalizminin askerî güçlerince yerle bir edilirken, bu mekanların korunmasının vucûbiyetinin hatırlanmamış olması ilgiyle hatırlanıyor.

Bu arada, Lübnan Hizbullahı’nın lideri Hasan Nasrullah da, ‘Mukaddes mekanlarımız, Khameneî’nin rehberliği altında, eman’dadır..’ diyordu, geçen hafta.. ‘Eğer biz Suriye’ye girmeseydik, tekfirci IŞİD teröristleri şimdi Beyrut’ta olurlardı..’yı da ekleyerek..

Bu arada, çok önemli bir şiî medreseleri merkezi olan Necef’deki büyük âyetullah Ali Sistanî de, Malikî Hükûmeti’nin desteklenmesini istiyordu. Keza, Musul gibi 2,5-3  milyonluk bir şehrin kısa bir sürede IŞİD’çilerin eline geçmesindeki ‘hıyanet’ de anlaşılmaya çalışılıyordu, ama, konu, sadece mahallî aşiretlerin ve mahallî halkın hıyaneti olarak gösterilmeye çalışılarak..

*

Irak’daki asırlardır varolan itidal dengesi mezhebçi bir anlayışla bozulmuştur..

 Ama, o mahallî halkın, Bağdad’daki merkezî hükûmet’e bu kadar yabancılaşmasının sebebi izah edilmek istenmiyordu. Biraz daha frensiz yorumlarda ise, o ‘mahallî halk’ yerine ‘sünnî halk’  ifadesi kullanılıyordu. Amerikan emperyalizminin şefi Obama ise, ‘ulusal menfaatleri gerektirdiğinde, gereken müdahalede bulunacaklarını’  belirtiyorlardı.

Ancak, İnqılab Rehberi Seyyid Ali Khamaneî, ‘Irak’da olan bitenin şiî-sünnî mes’elesi değil, Amerikan fitnesi’ olduğunu söylüyor ve ‘Amerika’nın karışmamasını bu konuya, Irak halkının ve ulemâsının bu fitneyi söndürebileceğini’ belirtiyordu.

Ama, bu konuşmanın hemen arkasından Amerikan Dışbakanı John Kerry Bağdad’a geliyor, yeniden tanzim etmek üzere gerekli direktifleri veriyordu.

Ancaak, Kerry, Amerika’nın Irak’ın geleceğinde de sözsahibi olduğunu böylece bir daha anlatıyordu. Gerçi, Mâlikî,  kendisine Kerry tarafından yapılan, Irak içindeki bütün unsurlarla, gruplarla işbirliği yaparak, ‘ulusal birlik hükûmeti’ kurulması teklifini, kamuoyu önünde, Bu bir darbe teşebbüsüdür..’ diyerek reddediyor gözüküyordu, ama, bu söz biraz, iç siyasî tribünlere selam gibiydi. Çünkü, Mâlikî de, İran Yönetimi ve hattâ Türkiye yöneticileri de biliyorlar ki, Irak’daki genel düzenleme Amerikan emperyalizmi tarafından yapılmaktadır. Bunun içindir ki, PKK’nın Kuzey Irak’da, Kandil Dağı’ndaki yuvalanışı, ne Barzanî’nin, ne Mâlikî’nin, ne de PKK’nin işi..

Orada, Irak’ın geleceği açısından etkili olabilecek bir güç noktası Amerikan emperyalizmi tarafından özel olarak tutulmaktadır. Nitekim, Türkiye, gerek Bağdad Hükûmeti’ne, gerekse Barzanî Yönetimi’ne  Kandil Dağı ile ilgili itirazlarını bildirdiğinde, onlardan, gaayet net olarak, ‘Kandil Dağı’ bizim tasarruf alanımızda değil, siz de biliyorsunuz ki..’ demek zorunda kalmışlardır. Nitekim, TSK tarafından 2008 Şubatı’nda yapılan bir büyük operasyon, 5 gün sonra, neticeleri açıklanmadan, sonlandırılıvermiş; ve o zaman, Türkiye ile Amerika’nın,  Kuzey Irak’daki o operasyon yüzünden karşı karşıya gelebilecekleri gibi tehlikeli bir durumun ortaya çıktığını ise, üç ay kadar önce yayınlanan hâtırâtında, Amerikan eski Sav. Bakanı Robert Geits, Türkiye’nin ancak 4’ncü ihtardan sonra geri çekilmesinin sağlanmasıyla, son derece büyük bir tehlikenin önlenmiş olduğunu yazmıştı.

Bugün de, Irak üzerinde, elbette ki bütün bu bölgede söz sahibi olmak isteyen her güç odağı, Irak, İran, Türkiye, Suriye, Ürdün, Suûdî, Mısır, Rusya, B. Amerika ve onun bölgedeki uzantısı olan sionisit israil rejimi, ile Fransa, İngiltere, Çin vs., herbirisi kendi stratejisine göre bir siyaset izlemek durumunda..

(Ama, Türkiye’nin ‘Irak’daki bütün kesimlere eşit yaklaşım içinde olduğu’nu söyleyip, sonra da türkmenler üzerine daha bir ağırlık veriyor gözükmesi, iç siyaset açısından doğru gibi gözükse bile, ortaya çıkan mânâ açısından, son derece yanlış; bunu da belirtelim.)

Bu gelişmeler içinde, bu bölgede söz sahibi olmak isteyen hiç bir güç odağı da, tehlikelerin rüzgarını hisseder etmez, ringe havlu atacak değildir. Ama, herhalde, bütün bir bölgeyi tutuşturacak bir savaş ateşini yakmak sorumluluğunu üstlenmemek için gereken dikkati herkes de göstermek isteyecektir.

Irak Buhranı’nın geldiği bu nokda, Suriye Buhranı’nı da unutturacağa benziyor, ama, Suriye’de,  Esed liderliğindeki Baas diktatörlüğü  rejiminin kendisine rahat nefes aldırabilecek bu gelişmelerden bile faydalanamıyacak kadar güçsüz durumda olduğu da görülüyor. Çünkü, Irak’ı darmadağın eden IŞİD savaşçıları, aynı zamanda Irak- Suriye sınırında da kontrolü büyük çapta ele geçirdiklerinden, Suriye’ye Irak ve İran üzerinden gidebilecek yardım  yollarını da kesmiş bulunuyorlar.

*

IŞİD güçleri içinde Baasçılar da olabilir, ama, onu güçlendiren, başka bir husus..

Doğrudur ki, IŞİD savaşçılarının arasında, onlara askerî eğitim ve strateji gösterebilecek ve en modern silahları kullanmayı öğretebilecek Saddam dönemi Irak Baas ordusunun (hani, Amerikan işgaliyle buharlaşıp, halkın içine karışıveren) kumandanlarının da olabileceği ihtimali, reddedilemiyecek derecede kendisini hisssettiriyor. Ama, daha da önemlisi, Irak nüfusunun yüzde 35-40’ını teşkil eden sünnî kesimleri yok saymak şeklinde sergilenen Mâlikî siyaseti gelinen bu noktada temel sorumluluğu taşımaktadır. Irak’da son 8 senedir, ordunun da başında bulunan Başbakan Mâlikî, kendisini desteklemek adına yönlendiren bazı akıl hocalarının etkisiyle, orduyu  ve polisi, sadece bir mezhebe bağlı olanlardan oluşturmaya başlamanın bedelini ödüyor bugün.. O siyaset, başlangıçta kuvvet sayılmıştı, ama, işte görüldü ki, o siyaset hiç de kuvvetlilik değil; tersine, içinde büyük bir zaafı taşıyan bir yanlış siyasetti..

O siyasetledir ki, 2,5-3 milyonluk ve yüzde 90’ını sünnilerin teşkil ettiği bir şehrin sorumluluğu sadece  karşı mezhebe bağlı asker ve polis güçlerinin eline emanet edilince, IŞİD savaşçıları da, bölgeye, dışlanmış güçlerle daha kolay bağ kurarak nüfuz edecek ve kendilerini halktan ayrı olarak, bir de böyle bir savaşçı gücün karşısında görüveren o asker ve polis güçleri de üniformalarını, silahlarını bırakıp, halkın içine karışarak kurtarmaktan başka bir çarelerinin olmadığını görüp kaçacaklardı. IŞİD güçlerinin daha sonraki saldırılarında da önceliği, halkının ekseriyeti sünnî olan şehirlere saldırmaya vermesi bu durumu gösteriyor. Ve şimdi de, halkı yarı yarıya farklı iki mezbehden olan ve asırlarca savaşmaksızın barışy içinde yaşayan kitleler bugün, kör bir mezhebçi taassubla ve emperyalist güçlerin de taktikleriyle çıkmaz’a saplanmıştır.

Gerçi, Mâlikî, bu kadar katı bir mezhebci yaklaşım içinde birisi olarak bilinmiyordu başlangıçta.. Hele onun, Saddam döneminde bağlı olduğu teşkilatın lideri İbrahîm Caferî, bu konuda daha dikkatliydi. Ama, Amerikan işgalinden sonra başbakanlığa getirilmeek zorunda kalınan Caferî’ye istediğini yaptıramıyan Amerikan emperyalizmi, ona, başbakanlıktan 3 seneye varmadan el çektirip Mâlikî’yi getirdiler ve o da, temel yanlışlıklar yaptı ve muhalifi olan herkesi hemen ‘terörist’ olarak niteleyip yok etmeye veya kaçmaya mecbur etti. Bu suçlama, hergün, her yerde patlayan bombalarla, günlük ortalama 30-40 kişinin öldüğü bir Irak’da sıradan bir suçlama değildi.

Cumhurbaşkanı Yardımcısı Târıq el’Hâşimî’yi öyle kaçıran Mâlikî, hattâ bir şiî olan Muqtedâ es’Sadr’ı da, kendisine itaat ettirmekte zorlanınca, ‘Seni terörist’ olarak tutuklayıp  yargılarım..’ diye tehdid edince, onu da İran’a kaçırtmış ve ancak, İran makamlarının ısrarlı çabalarıyla sonunda barıştırılmıştı. Ve o suçlamalara ve kaçırtmalara rağmen, yıllardır, o bombalamalarda da bir azalma olmadı. Mâlikî, bunu düşünmek yerine, kendisine mezhebî ve tavizsiz bir yol takib etmesini tavsiye edenlerin, ‘Ya herro-ye merro..’ anlayışının oyununa geldi ve kendisine de, Irak’a da yazık etti.

*

İran, Suûdî, Türkiye derken, bölgedeki asıl dengeyi, USA emperyalizmi kurmak isteyecektir, tabiatiyle..  

İran makamları gelinen bu noktada, Mâlikî’yi yine aynı mantıkla ayakta tutmaya çalışıyorlar; ve konunun bir mezhebî çatışma olmadığını söylüyorlar.. Buna inanmak istenilir, elbette.. Ama, bir de gözüken köyün kılavuz istememesi durumu var ki, izah gerektirmiyor.

Amerikan emperyalizminin suçlanması da durumu kurtarmaya tek başına yetmiyor. Elbette Amerikan emperyalizmi de bu neticeyi hedefliyordu. Çünkü, asırlarca aralarında problem olmayan şiî ve sünnî kesimleri ayrı mahallelerde toplayıp, aralarına da güya onların birbiriyle savaşmasını önlemek adına, duvarlar çekmemiş miydi, tıpkı İsrail rejiminin Filistin’de yaptığı gibi.. Ama, emperyalist güçlerin bu oyununa karşı Mâlikî, bugün de, kesin doğru olduğuna inandığı ölçülere bağlılık göstereyim derken,  ‘ülkenin diğer sosyo-politik kitleleriyle müzakereye girmem..’ diyerek de direnmeye çalışıyor, yapılan seçimlerde kendi partisinin Meclis’te tek başına Hükûmet kuramasa bile, en büyük parti olduğu gerekçesiyle..

Bu durumdan, Amerikan emperyalizmi de memnun, hele bölgedeki sionist İsrail rejimi de, bütün NATO dünyası da..

Bölge ülkelerinin herbirisi ise, ortaya çıkacak bir denge bozukluğunun bütün bölgeyi alt-üst etmesi ihtimalinden korkuyor ve böyle bir bozulmanın kendi ülkelerine yansıyacak etkilerinden nasıl kurtulabileceklerinin hesabını yapıyorlar..

Nitekim, Barzanî,  ‘bağımsız Kürdistan devletinin ilânının vaktinin gelmiş olabileceği’ni söylüyor, nabız yokluyor. Ortadoğu’da yığınla arab devletleri varken, ve öteki etnik unsurların herbirisine açıkça veya dolaylı nisbet  edilebilecek diğer devletler de mevcud iken, ve ümmetçi bir çözüme teslim olunmadıkça, sadece kürd kavmine aid bir devletin olmaması, zihinleri tahrik etmeye devam edecektir.

Böyle bir bağımsızlık gerçekleşirse, kendisini garantiye alabilmek için, hemen, Kırım’ın Rusya’yla bağlanması örneğinde olduğu gibi, Türkiye’yle bir konfederasyon halinde birleştiğini açıklamak zorunda kalacağı gibi bir ihtimali de stratejistler gözardı etmiyorlar. Çünkü, öyle bir bağımsız devletin, başka türlü ayakta kalması, hayal olabilir. Ama, böyle bir durumda Türkiye, -üyesi olduğu ve askerini bütünüyle emrine verdiği NATO’nun izni olmaksızın- kendiliğinden bu büyük denge arayışında yer alabilir mi?

Öte yandan, IŞİD’in ilerlemesinden, korkan bir diğer güç de, Suûd rejimi.. Kendi içindeki bedevî aşiretlerinin ayaklanması ihtimalinin korkusunu, İkhwan tehlikesini bertaraf ettikten sonra şimdi de, IŞİD güç odağının tahminleri alt-üst eden gücü yüzünden ve hiç bir zaman olmadığı derecede, şimdilerde derinden derine yaşıyor, Suûdî rejimi.. Ve onun için de kendisini, Mısır’daki darbeci General Sisî rejimiyle dirsek temasını güçlendirerek, korumaya almaya çalışıyor. Ve bütün bu denge arayışlarnının asıl planlayıcısı ise, Washington’lardakiler, elbette..

haksöz