Suriye'de sürmekte olan Esad karşıtı gösteriler ve gösterileri silahla bastırmak isteyen rejim güçlerinin şimdiye kadar çok sayıda insanı katletmesi, Türkiye sınırı yakınındaki Jisr el Shuhour'de 120 Suriye polisinin öldürülmesinin ardından 3 binden fazla Suriyelinin büyük bir katliam olacak endişesiyle Türkiye'ye sığınması, fotoğrafın bir yüzüyle, bir halkın zulüm ve diktatörlüğe karşı özgürlük, adalet ve onur talebiyle verdiği mücadelenin serencamını yansıtıyor. Kuşkusuz ki burada en azından "insani bir dram" söz konusu ve her bir insan vicdanının böyle bir tablo karşısında tepki vermesinden daha doğal bir şey olamaz.
Bir müslüman açısından, "Müslüman olmasalar bile, zulme, haksızlığa uğrayan herkesin yanında durması, mazlumları desteklemesi ve savunması" İslami insani, ahlaki bir sorumluluktur. Bu noktada, Başbakan Erdoğan'ın da ifadesiyle, Suriye'de yaşananları "insanlık dışı bir barbarlık" olarak değerlendirmek ve tanımlamak da yerinde bir tespittir.
Bütün bunlardan hareketle, insanların zihinleri bir noktaya odaklanıyor: ne olursa olsun bu zalim Esad yönetimi bir an önce yıkılmalı, saldırı, katliam ve vahşet son bulmalıdır! Tüm bu gerçekliklere karşın, bu tabloyu görmezden gelmek ya da, dökülen kanları hafife alıp egemen diktanın yanında durmak da bir insanlık suçu olarak karşımıza çıkacaktır.
İşte üzerinde odaklandığımız ve de odaklandırıldığımız resmin sadece bu yönü. Tepkiler, öfkeler, protestolar, suçlamalar, atışmalar hep bu noktadan hareketle yapılıyor.
Tunus ve Mısır ile başlayıp bütün bölgeye yayılan halk hareketlerinin adı "Arap baharı" diye adlandırılmıştı. Biz ise bunun adını "bölgesel İslami uyanış" ve "Müslüman halkların emperyalizmin kuklası diktatörlere karşı onurla başkaldırısı" olarak koyuyoruz. Dolayısıyla, bu süreç İslam ümmeti açısından, Ortadoğu ve özelde Filistin davası açısından tarihi bir dönüm noktası. Emperyalizmin Mısır ve Tunus'taki iki kuklası devrildi, Yemen'deki kuklası ise ölüm döşeğinde. Bahreyn ve Ürdün halkının diktatörlere karşı mücadelesi ise sürüyor. kuşykusuz ki diğre bütün diktatörlükleri de aynı akibet bekliyor.
Bu tablonun, tüm hayati çıkarlarını Ortadoğu üzerinde şekillendirmiş olan Batı emperyalizmi açısından, özelde de Lübnan ve Filistin İslami direnişi karşısında aldığı ağır yenilgilerle 63 yıllık tarihinin en zorlu dönemlerini yaşayan, Büyük İsrail projesinden vazgeçip işgal altında bulundurduğu Filistin topraklarında tutunmaya çalışan, diğer bir deyişle ölüm-kalım savaşı veren Siyonist İsrail rejimi açısından tam bir felaket. Washington, Londra ve Tel Aviv tam bir kabus yaşıyor. Bu dönüşüm başta Suudi Arabistan olmak üzere, Amerikancı körfez ülkeleri ve diğer kukla rejimler açısından da aynı şeyi ifade ediyor.
Ancak, ABD ve Batı ülkelerinin "Libya'da sivil insanların hayatlarını korumak" adı altında BM Güvenlik Konseyi'nden çıkardıkları bir kararlı askeri bir saldırı başlatmaları, Bahreyn'deki halk devrimini Suud işgal güçleri eliyle bastırmaya çalışması, diğer bölgelerdeki halk devrimlerini kendi yörüngelerine oturtmak istemesi bölgesel İslami uyanışı kırma yönünde askeri ve politik müdahaleleri ifade ederken, tüm bu dönüşüme en can alıcı darbeyi "Suriye" üzerinden vurmak istiyor.
Doğrusu tam bir paradoks söz konusu:
Bir tarafta haklı ve meşru talepleri ile sokaklarda yürüyen bir halkın mücadelesi, diğer yandan, bu mücadele üzerinden tarihin en büyük komplosunun gerçekleştirilmek istenmesi.
Bizim bu konuda gösterdiğimiz hassasiyet ve tepkiler bilinçli olarak saptırılarak, "baasçılık" ve "mezhepçilik" yaptığımıza kadar götürülüyor. Buradan hareketle, İran ve Hizbullah hedef tahtasına oturtularak "Suriye'deki katliamlardan İran sorumludur" şeklinde beyanatlar da verilebiliyor. Ya da bizim, İran ve Hizbullah'ın stratejik çıkarlarını savunma amacıyla, zalim Esad rejiminin destekçisi olduğumuz, Suriye halkının meşru mücadelesini karaladığımız ileri sürülebiliyor.
Altını çizerek belirmek istiyoruz ki;
Biz, İran'ın, Hizbullah'ın veya herhangi bir devlet veya örgütün gözü kapalı yandaşı ve savunucusu değiliz. Hak bildiğimiz ölçüler ve doğrular İran veya Hizbullah ile ortaya çıkmadı, ya da, İran ve Hizbullah'ın olmaması durumunda, ölçülerimiz ve doğrularımız ortadan kalkmış olmayacak.
Bizim ölçümüz, Hz. Ali'nin "önce hakkı tanı, tanırsın ehlini. Önce batılı tanı, tanırsın ehlini" sözünde belirttiği üzere, "önce hakkı ve batılı tanımak, ardından da hak nerede ise onunla olmak" gibi bir sorumluluğumuz vardır. Eğer hak olarak bildiğimiz ölçüler bizi İran'ın yanına götürürse biz oradayız, Güney Afrika'ya götürürse biz oradayız. Balkanlara götürürse biz oradayız. Eğer bu ölçüler bizi İran'dan veya bir başka ülkeden, şu veya bu hareketten uzaklaştırsa biz oradan uzağız. Biz İran'ın nerde durduğuna değil, hakkın bizim nerede durmamızı istediğine bakarız. İslam'ın ölçüsü budur, Kur'an'ın ölçüsü budur. Hakkaniyet ve adaletin ölçüsü budur. Rabbimizin "ey iman edenler hakkı ve adaleti ayakta tutan şahitler olun" buyruğuyla bizden istediği budur...
Daha özelleştirecek olursak, emperyalizm ve siyonizme karşı olan bütün hareketlerin yanındayız, velev ki bu hareketler İslami olmasa da. Bizleri Latin Amerika'nın anti-emperyalist ülkeleri ile yan yana getiren ilke de budur. Emperyalizm ve siyonizme karşı ortak cephe bizim küresel anlamda içinde yer aldığımız cephenin adıdır. Özeldeki cephemiz ise, "velayet" esasına dayalı, "ümmet cephesi"dir. Bu cephe içinde de mezhep, hizip, kavim ayrımı yapmayız.
Buradan hareketle Suriye konusuna tekrar dönecek olursak:
Suriye'deki halk hareketinin, meşru ve haklı taleplerinin karşılığı ülkede gerçek, adil, güven veren siyasi reformlardır. Bu noktada Suriye yönetiminin bu reformları en kısa zamanda pratikte ortaya koyması ve halk ile barışık, bütünleşmiş, onların iradesini yansıtmış bir yönetimin şekillenmesi isteğimiz ve beklentimizdir. Bu istek ve beklenti Suriye içinde de, Suriye dışındaki İslami çevrelerde de söz konusudur. Nitekim Hizbullah lideri Seyyid Nasrullah'ın Suriye ile ilgili konuşmasında vurguladığı nokta da budur.
İslami ve kardeşlik sorumluluğumuzdan hareketle, Suriye halkı ile dayanışma içine girerken, bu dayanışmanın olmazsa olmaz yanı, aynı zamanda anti-emparyalist ve anti-siyonist duruşumuzu tam bir duyarlılıkla korumaktır. Diğer bir ifadeyle, emperyalizm ve Siyonizm karşısındaki duruşumuz bizi bir halkın meşru taleplerine ilgisiz bırakamazken, bir halkın mazlumiyeti, acısı ve kanı bizi emperyalizm ve siyonizmin tuzaklarına göz kapattıramaz.
Acaba, bu "emperyalizm ve siyonizm hassasiyeti", Suriye halkının mücadelesini gölgelemek, karalamak ve örtmek için yersiz, temelsiz ve abartılı bir hassasiyet mi? Acaba, emperyalizm, siyonizmin ve bölgedeki yandaşlarının Suriye üzerinden büyük bir komplo kurdukları ve asıl amaçlarının, Suriye halkının mazlumiyetten kurtulması ve kan dökülmesinin durdurulmasından öte, önceden beri bölgede peşinde oldukları şeytani bir planı gerçekleştirme olduğu bir yalan ve aldatmaca mı? Şimdi Washington mu, Londra mı, Paris mi, Riyad mı Suriye halkının insanlık hak ve onurunu düşünüyor? Bir halkın özgürlük, adalet ve onur talebinden en son söz etmesi gerekenler bunlar değil mi?
Bizler yayınlarımızda, ısrarla fotoğrafın diğer yüzünü yansıtmaya çalıştık. "Suriye muhalefeti" adı altında ortaya çıkan grupların, kişilerin, örgütlenmelerin emperyalizm ile olan gizli bağlantılarını deşifre etmeye, bundan da öte kendilerinin açıkça dile getirdiği söylem ve projelerin emperyalizmin bölgedeki planlarının bir yansıması olduğunu göstermeye çalıştık. Tüm bunlar bir önem arz etmiyor mu? Diğer bir ifadeyle, bu fotoğraf ürküntü vermiyor mu?
Son olarak "Suriye'de değişim" adı altında Suriye muhaliflerinin Antalya'da düzenlediği toplantının fotoğrafını göstermeye çalıştık. Bu toplantıya katılan delegelerin "nasıl bir Suriye" istediklerini göstermek istedik. 31 kişilik bir "danışma konseyi" kuran bu delegeler Suriye için bir "yol haritası" çizecek? Acaba bunlar "hariçten gazel okuyan" ilgisiz, ya da hiçbir temsil özelliği olmayan kişiler mi, yoksa, Suriye'nin geleceğinde rol oynayacak aktörler mi? Niçin bunu kamuoyu önünde enine boyuna tartışmadık?
Amerika ve batılı müttefikleri şu an Libya'da olduğu gibi Suriye'ye karşı askeri bir müdahalenin hazırlıklarını yapıyor. Türkiye "beklenmedik bir şekilde" Suriye karşı "askeri dil" kullanmaya başladı. Türk ordusunun Suriye'ye girmesinden söz ediliyor. Başbakan Erdoğan, önceden "dostum" "kardeşim" dediği Esad'ı "insanlık dışı barbarlık" yapmakla suçluyor? Bugün yarın, BM Güvenlik Konseyi 1973 sayılı kararı gölgesinde "Suriye'deki sivillerin saldırılardan korunması" adı altında bu ülkeye askeri müdahale yapılacak. Tüm bunlar gerçekten "sivil halkı korumak" için mi?
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın yaptığı bu çok sert konuşma ve ardından da Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün Suriye'deki gelişmeler karşısında "askeri seçenekler de dahil olmak üzere" Türkiye'nin çok yönlü hazırlık yaptığı şeklindeki açıklamalarının zamanlaması dikkat çekici değil mi?
Girişte de ifade ettiğimiz üzere,"Jisr el Shuhour'de 120 Suriye polisinin öldürülmesinin ardından 3 binden fazla Suriyelinin büyük bir katliam olacak endişesiyle Türkiye'ye sığınması" önceden hazırlanmış bir planın parçası değil mi?
Şöyle bir bakalım:
Suriye devlet televizyonu, silahlı kişilerin Jisr el Shuhour'de 120 polisi öldürerek cesetlerini parçaladığı, cesetleri nehire attığı, kentteki devlet kurumlarına, karakollara saldırıp yaktığını duyurduğunda, bu haberin devlet televizyonu tarafından duyurulmasından dolayı, ilk verilen tepki şöyle olmuştu:
"Suriye rejimi halka karşı katliam gerçekleştirmek için böylesi gerçek dışı haberler ortaya atıyor!"
Yani aslında bu kadar çok polisin bir anda öldürülmesi gibi bir durum yoktu, ama Suriye yönetimi gösterileri kanlı bir şekilde bastırmak için kamuoyu oluşturmak istemişti.
Hemen bunun ardından "Suriye rejimi büyük bir katliam yapacak" sendromu ile Türkiye sınırına bir mülteci akını başladı. Sayıları 3 bini geçen Suriyeli mültecilerin ortak sözü, "Suriye halkını katliamdan koruyun" oluyordu.
Ancak bu senaryoya başka bir iddia eklendi:
Bu polislerin halka karşı silah kullanmak istemedikleri için rejimin kendisi tarafından öldürüldüğü ileri sürüldü. Yani, kendilerine verilen "göstericilere kurşun sıkma emri"ni dinlemedikleri için rejim tarafından cezalandırılmışlardı.
İddiaları ters yüz eden bir başka açıklama da kendisini Suriye ordusundan ayrılan bir subay olarak tanıtan bir kişiden geldi. Hüseyin Harmuşi adlı Bu binbaşı, El Arabiya televizyonuna yaptığı açıklamada "polislerin kendileri tarafından öldürüldüğünü" zira bu polislerin, gösterilere karşı silah kullanan güçler olduğunu söyledi.
Jisr el Shuhour, Türkiye sınırına 20 km uzaklıkta.
Bu arada şok eden başka iddialar da haberlerde yer almaya başladı:
Jisr el Shuhour'daki saldırıda kullanılan silahlar Türkiye'den gitmiş, silahlı saldırıyı gerçekleştirenler de mülteci akınına karışarak Türkiye'ye kaçmıştı. Bir başka iddia da, CİA şefi daha önce Türkiye-Suriye sınırında incelemelerde bulunmuştu.
Eğer bu iddialar doğru ise, "Jisr el Shuhour saldırısı"nın bir Amerikan operasyonu olduğu, ABD'nin Türkiye'yi de işin içine sokacak gizli bir planı uyguladığı insanın aklına gelmeyecek mi?
Nitekim işte bu vakitlerde Cumhurbaşkanı Gül ve Başbakan Erdoğan Suriye'ye karşı "askeri seçeneğin de içinde olduğu" önlemlerden söz etmeye başladı. Bazı haberlerde ise, Başbakan Erdoğan'ın, Suriye halkını katliamlardan korumak için Suriye içinde askeri bir tampon bölge oluşturmak üzere Türk ordusuna talimat verdiği, yani Türk ordusunun Suriye'ye gireceği iddiası gündeme geldi.
Acaba herkesin göreceği şekilde kaldırılan "katliam-barbarlık-vahşet" fotoğrafına baktırılırken, ABD Türkiye üzerinden "gizli bir savaş" mı sürdürüyordu? Bunu sadece bir "spekülasyon" olarak görsek de, Suriye muhalif liderlerinden olarak öne çıkan Suriye eski devlet başkanı Abdulhelim Haddam'ın üç hafta önce yaptığı bir açıklamada, "NATO'nun birkaç hafta içinde Türkiye üzerinden Suriye'ye müdahale edeceği" şeklindeki açıklaması ile, Türkiye'nin Suriye içinde "askeri tampon bölgesi" oluşturmak üzere harekete geçtiği iddialarının tamamen çakışması olup bitenlerin "spekülasyon"dan öte anlamlar taşıdığını göstermiyor mu?
Nitekim Haddam'ın kendisi, Suriye'deki Esad yönetiminin yıkılması için bu ülkeye Libya benzeri saldırıların düzenlenmesini isteyenlerin başında geliyor.
Antalya'da düzenlenen konferanstan sonra Bürüksel'de düzenlenen konferansta, Suriyeli muhaliflerin, "Suriye'de kön dökülmesinin önlenmesi için uluslararası toplumdan Esad yönetimi üzerindeki baskılarını artırması"nı istemesi ile, Batılı devletlerin BM Güvenlik Konseyi'nden Suriye'deki rejime karşı "kınama" ve "yaptırım" kararı çıkartmaya çalışması da çakışıyor. Her ne kadar Rusya ve Çin'in vetosundan dolayı böyle bir karar çıkmamış olsa da, BM Genel Sekreteri'nin Suriye ile ilgili yaptığı açıklamalar, Suriye'ye yönelik olası müdahalelere "yeşil ışık" olarak kendisini gösteriyor.
Yine aynı sırada, yine batılı iletişim araçları ve güdümlü medya organlarının eş zamanlı olarak İran ve Hizbullah karşıtı propagandalarını yükseltmesi, Suriye yönetimi ile İran ve Hizbullah'ın da aynı kare içerisinde vurulmak istenmesi, öte yandan Uluslar arası Atom Enerjisi kurumu başkanının İran'ın nükleler enerji programının nükleer silah üretme planı taşıdığını ileri sürmesi, ABD temsilcisi Feltmant'ın Lübnan'a giderek, Lübnan üzerinden Suriye karşıtı bir cephe kurma girişimleri, Hizbullah'ın politik gücünün kırılabilmesi için Lübnan'daki hükümet kurma çalışmalarına açıktan müdahale etmesi, Netenyahu'nun deyimiyle "Arap baharını İran kışına çevirme" senaryosunun köşe taşlarını gösteriyor.
Sonuç olarak;
Suriye'deki gösteriler ve gösterilerin kanlı bir şekilde bastırılması, muhalif kaynakların ifadesiyle 1.500 göstericinin katledilmesi, Jisr el Shuhour'da 120 polisin öldürülmesinin ardından gelişen olaylar, Türkiye'ye başlayan mülteci akını, Amerika ve Batı ülkelerinin Suriye'ye askeri müdahale planlarının yanı sıra, Türk ordusunun da Suriye'ye girerek askeri tampon bölge oluşturma planı, bölgemizin büyük bir tuzağın içine sürüklendiğini ve bunun yansımalarının İslam Ümmeti açısından hiç de iyi olmayacağını vurgulamak istiyoruz.
Ancak her ne olursa olsun, "hayru'l makirin" olan Rabbimizin, emperyalist ve siyonistlerin kurduğu tuzakları boşa çıkaracağını, bölgesel İslami uyanışın özgürlük yürüyüşünün zaferlerle yoluna devam edeceğini ümit ediyor, genelde ümmetimize, bölge Müslümanlarına ve Filistin davasına olan sorumluluğumuzun bu uyarıda bulunmamızı gerekli kıldığını belirtmek istiyoruz...
velfecr