‘Tarikat’ bilindiği üzere ‘yol’ mânâsına gelen ‘târiq’den gelir; ‘tariqât’ ise, ‘yollar’ mânâsında ve ‘târiq’ kelimesinin çoğuludur. Böyle olunca, ‘tarikatlar’ denildiğinde, (..’lar-lar..’ gibi) çoğulun çoğulu yapılmış olur. Bu durum, tabiatiyle yanlıştır, ama, ‘galat-ı meşhûr, kelâm-ı fasîhden evlâdır..’ (meşhur olmuş yerleşik yanlış, sözün en güzel şekilde söylenmesinden de önde gelir..) sözü de unutulmamalı..
‘Tarikat’ların ortaya çıkışı üzerine çeşitli görüşler ileri sürülmüştür. Bazıları da demişlerdir ki:
Müslümanların tarihinde, meşruiyyet için hakk kavramı yerine, kılıç ve servet gücü devreye girip, saltanat ve iktidar ortaya çıkınca..
Dünya iktidarını ele geçirenler karşısında direnmek isteyen çevreler veya güç odakları kendilerine, siyasî iktidarın kolayca uzanamıyacağı özel bir hareket alanı seçmişler ve çeşitli şekillerde etkiledikleri kesimlerin gönüllerine, ruhlarına hitab ederek varlıklarını sürdürmüşlerdir. Bu ‘târiq’i, yolu seçenler, zâhiren, saltanat ve iktidar sahibleriyle işleri yokmuş veya onlarla uzlaşma halindeymiş gibi davranmış ve ama, gerçekte o saltanat ve siyasî iktidar güçlerini giderek etkisiz duruma getiren bir yöntem geliştirmişlerdir.
‘Saltanat’ sistemleri ve sair siyasî iktidarlar, geniş kitleleri görünmez şekilde etkileyen bu gibi hareketleri kendileri için tehlikeli görmedikleri müddetçe, bu paylaşma zımnen, karşılıklı bir kabul görmüş ve ortaya âdeta şöyle bir formül çıkmıştır: ‘Sen bana dokunma, ben de sana dokunmayayım.. Sen maddî güçler dünyasında saltanat sür, ben de manevî alanda..’
Ve bu paylaşım, başka dinlerin mensubları arasında yaşanmıştır, ama, hele de müslüman coğrafyalarında varlığını daha etkili şekilde hâlen de sürdürmektedir.
Ama, nazarî / teorik olarak birbirini tamamlıyor gibi gözüken bu güç odakları arasındaki denge bozulduğunda ise, mücadele hep çetin olmuştur. Çünkü, bir tarafta bir yönetim mekanizmasının görünür güçleri vardır; karşı tarafta ise, yönetilen kitlelerin içinde görünmeyen, yaygın ve objektif olarak belirlenmesi zor, belirsiz bir kitle vardır.
Normal zamanlarda, birbirini tamamlıyor sanılan ve amma, içinde birbirine zıddiyeti de taşıyan bu gizli zıd kutublar dünyasında, denge bir kez bozuldu mu, ortaya çıkan karmaşa ve çekişmeden kimin galib geleceğini kestirmek konusunda önceden bir tahminde bulunulamaz. Çünkü, maddî-siyasî iktidar güçleri, zâhiren üstün gibi sanıldıkları bir zaman diliminde, dayandıkları tabanın çözülmesi ve felçli durumuna düşmesiyle fonksiyonlarını yapamaz hale düşüp, hattâ çökebilir. Büyük çapta görünmez olan alana dayanan ‘tarikat’lar ise, böyle tehlikeli zamanlarda, daha bir görünmez olur, yer altına çekilirler, ama, etkilerini devam ettirebilirler.
Bunun en çarpıcı örneklerini kendi ülkemizin son 100 yılında da yaşamışızdır. Miladî- 19. yüzyıl materyalizminden ve bonapartist - jakoben eğilimlerden alan İttihad- Terakkî kadrolarının ve kemalist sistemlerin dârağaçlı ve sürgünlü, zindanlı ağır sosyal baskılar, ilk planda zafer kazanmış gibi gözükmesine rağmen, inanç merkezli sosyal hareketlerin daha uzun soluklu ve sosyal bünyenin katmanlarına derinden derine işlediği görülmüştür.
*
Son günlerde, AK Parti Hükûmeti ile Cemaat denilen ve elinde, gazete-dergiler, tv. kanalları ve dershaneleri, yurt içi ve yurt dışındaki okulları, bir takım yardım kuruluşları ve de uluslararası güç odaklarıyla ilginç irtibatları ile, giderek artan bir güç sahibi olduğu bilinen hareket arasındaki sürtüşmeyi yukarda anlatılan tabloya göre ele alabiliriz.
*
Kim kime borçlu?
Kısaca ‘Cemaat’ denilen hareket, yığınla ‘tarikat’lardan sadece birisidir ve AK Parti döneminde daha bir güçlenmiştir. Ama, son zamanlarda dillendirilmeye çalışıldığı üzere, AK Parti, Cemaat sayesinde ortaya çıkmamıştır.
Hele de 28 Şubat Zorbalığı’nı takib eden ve ilericilik ve kemalizm adına nutukları arasında devletin yağmalandığı, sosyal bünyenin ekonomik ve ahlâkî olarak daha bir çöküş hali yaşadığı, 2000’li yılların başındaki o büyük buhran döneminde, Tayyîb Erdoğan toplum nazarında yeni bir umut -lider tipi halinde yükselmiş ve 3 Kasım 2002 seçimlerinde, bütün partiler safdışı olurken, AK Parti, kuruluşundan 14 ay sonra tek başına iktidara gelmiş, 80 yıllık CHP ise, ancak yüzde 19’larda kalmıştır.
Bu neticede, o büyük sosyo-ekonomik buhrandan ağır darbeler yiyen her bir sosyal grubun da etkisi vardı, ama, tek tek filan grubun tek başına etkili olduğundan söz edilemezdi.
AK Parti, belli bir görüş yerine, bütün sosyal kesimleri kucaklayacak şekilde, geniş yelpazeli bir profil oluşturmaya özen gösterdiği için, bu profil içinde, Cemaat de kendisine yer bulabilirdi. Nitekim, bulmuştu da..
O seçimler sonrasında ise..
Tayyîb Erdoğan’ın ve yönettiği kadronun girdiği her seçimi, oylarını arttırarak kazanması gösteriyor ki, o, sosyal bünyede kendisi hakkında oluşan beklenti ve umutları büyük çapta boşa çıkarmamış ve başarılı olmuştur.
Tayyîb Erdoğan döneminde, sosyal alanda çalışmak isteyen hemen her kesimin önündeki manialar birer birer kaldırılmaya çalışılmıştır. Ama, onun şahsiyetinin temel özelliği olarak görülen ve gösterilen İslamî kimliği kimsenin meçhulü olmadığından, tabiatiyle, onu daha çok da halkın muhafazakâr diye nitelenen kesimleri daha bir sahiblenmiştir. Ama, seçimlerin zaferle sonuçlanması halinde bir pasta dağılımı hep olduğundan, seçim zaferinde en çok kendilerinin etkili oldukları iddiası, çeşitli sosyal grupların herbirisinde görülen bir sahiblenme tavrıdır. Gerçekte ise, hattâ AK Parti’nin hedeflerine karşı olan hemen bütün sosyal çalışma grupları veya sivil toplum kuruluşları bu yeni dönemde geçmişte görülmeyen ve alışılmamış şekilde ellerinin açık olduğunu görmüşlerdir.
Bu açıdan denilebilir ki, AK Parti, seçim zaferini belki, geçmiş iktidarların başarısızlıklarına da borçlu idi, ama, bu gibi sivil toplum kuruluşlarına ve sosyal gruplara, hayır!..
Ancak, AK Parti’nin iktidara gelmesinden sonra, bu iktidarın imkanlarından en fazla faydalanan sosyal kesimin, kısaca ‘Cemaat’ diye tesmiye olunan hareketin, AK Parti iktidarı döneminde azâmî faydayı sağladığı ortadadır. Buna rağmen, bu hareket, kendisini AK Parti’ye bağlamamış ve muhtemel her yeni muhtemel durum ve tehlikeye karşı kendisini korumaya alacak uygulamalara ağırlık vermişti.
Gerçi, bu hareket, özellikle de 1985-90’lardan itibaren, hele de ülke içindeki dershaneleri ve ülke dışındaki okulları ilgi çekmeye ve bazı laik kesimlerde korku meydana getirmeye başlamıştı, ama, Fethullah Gülen’in özellikle Bülend Ecevit’e yaklaşıp, onunla iyi ilişkiler kurmaya özen göstermesi ve Papa 2. Juannes Paulus ile görüşmesi ve kezâ, onun manevî himayesinde oluşturulduğu bilinen Gazeteciler ve Yazarlar Birliği gibi bazı ‘dernek’lerin, hele de Abant Toplantıları başta olmak üzere, bir çok sosyal çalışma alanlarında, kendilerine en uzakta sanılan kimseleri bile cezbetmeye çalışmaları ilginç gelişmeler meydana getirmişti.
Fethullah Gülen’in çalışma yöntemi, onun dışında kalanlarca tartışılabilir, ama, ilgi çekicidir.
O ve başında bulunduğu hareket, kendi dışındaki diğer İslamî gruplarla alenî bir zıdlaşmaya, sürtüşmeye girmemeye özen göstermiş ve amma, ortaya attığı görüşlerle, hem gündeme oturmayı ve hem de tartışmalarda inisiyatifi elinde tutmayı başarmış ve özellikle ‘muhafazakâr’ denilen müslüman halk kesimleri arasında hep tartışma konusu olmuştur.
Bu tartışmalarda, tabiatiyle, o ‘muhafazakâr’ halk kesimlerinin gizliden gizliye parselasyonu da etkili olmuyor değildi. Ama, bu hususta, açık bir sürtüşmeden yine de olabildiğince kaçınılıyordu. Ne var ki, hele de 28 Şubat 1997 Zorbalığı- askerî müdahale- günlerinde, F. Gülen’in, kendisini- hareketini korumaya almak isterken, kemalist-laik darbecilerin hedef tahtası olan (merhûm) Necmeddin Erbakan ile arasının soğuk olduğunu açıkça hissettirmesi ve ‘onunla bizim içtiğimiz su bir yere gitmez..’ gibi beyanları, gizli bir mücadelenin varlığını zihinlerde hep canlı tutmuştu. O dönemde, F. Gülen ve Cemaatinin başta TSK olmak üzere, fanatik kemalist-laik çevrelerdeki hassasiyetler dışında, geniş kitlelerde, hakkında bir değerlendirdirme yapılmasına engel olacak kadar bir muğlaklık sergilediği de bu arada söylenebilir. Bu arada, 28 Şubat günlerinde B. Amerika’ya gidip Pensilwania’da yerleşen F. Gülen hakkında, 2007’lerde, Org. İlker Başbuğ’un Genelkurmay 2. Başkanı sıfatıyla ve destur verici bir edâ içinde yaptığı tehdid dolu açıklamasında, ‘o kişi hakkında ağır ceza mahkemelerinde açılmış dâvâların olduğunu’ açıkça belirttiği de hatırlanmalıdır.
Bitirme planları, evet, hep olmuştur, ama..
Bir gazete (Taraf ), 28-29 Kasım günlerinde, Ekim-2004 tarihinde, Millî Güvenlik Kurulu’nda “İrticai Faaliyetlere Karşı Yürütülecek Mücadele Stratejisine Ek Eylem Planı” çerçevesinde, Gülen Hareketi’nin de takib altına alınmasına dair bir karar tavsiye kararı alındığına dair gizli belgeyi yayınlayınca, konu yeniden alevlendi.
Çünkü, o tavsiye kararında, dönemin frensiz bir kemalist-laik olmasıyla şöhret bulan C. Başkanı Ahmet Necdet Sezer’in başkanlığında toplanan MGK’da tabiatiyle Sezer’den ayrı olarak, Başbakan Tayyîb Erdoğan ve Dışişl. Bak. Abdullah Gül ve Başbakan Yard. A. Lâtif Şener’in ve de o dönemin Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök ile KKK. Org. Aytaç Yalman, Dnz. Kv. Komutanı Ora. Özden Örnek, Hv. K. Komutanı Org. İbrahim Fırtına, ve Jand. Gen. Kom. Org. Şener Eruygur’un da imzası vardı. Ki, bu orgenerallerden Özden Örnek, İbrahim Fırtına ve Şener Eruygur’un, yığınla generallerle birlikte, Ergenekon ve Balyoz gibi yargılamalardan dolayı ağır cezalara çarptırıldıkları gözden ırak tutulmamalıdır.
Şimdi, bu gizli belge açıklanınca, bununla bir taşla birkaç kuş birden vurmayı arzulayanlar T. Erdoğan’ın F. Gülen ve hareketini taa baştan yoketmeyi düşündüğünü ileri sürüp tartışmayı tırmandırmaya çalışmaktadırlar. Halbuki, o TSK’daki darbeci kanadın bastırmasıyla alınan o tavsiye kararlarının Hükûmet uygulamalarında hiç bir etkisinin olmadığı bilinmektedir.
O dönemin, bizzat Tayyîb Erdoğan ve arkadaşlarını iktidardan uzaklaştırmak için darbe planlarının hazırlandığı ve teşebbüslerinin yapıldığı bir dönem olduğu, bizzat uzuuun yargılamalar sonucu mahkeme kararlarıyla hükme bağlandığı gerçeği gözönüne alınmazsa, o belge ile, birileri bir yerlere varmaya çalışabilir. Ama, o tavsiye kararlarını uygulamaya koymayan ve daha sonraki dönemlerde de, 10 yıl boyunca, F. Gülen hareketine bir zorluk çıkarmamış olan bir Hükûmet’in şimdi düşman gibi gösterilip suçlanması, ilginçtir.
Ki, F. Gülen, şimdi, bu son açıklanan belge üzerine yaptığı açıklamada, ‘meğer, o zamandan beri bizim dershanelerimizi kapatmak için uğraşmaktaymış..’ kabilinden sözlerle Tayyîb Erdoğan’ı dolaylı olarak suçlamakta ve Erdoğan’ın, 2003’den beri, dershanelerin kapatılması yönünde, Hüseyin Çelik, Nimet Baş- Çubukçu ve Ömer Dinçer’in M. Eğitim Bakanlığı döneminde bu konuyu hep çözüme kavuşturmalarını istediğini, ama onların bunu başaramadıklarını’ ifade etmesini örnek gösterip hayıflanmaktaydı, 29 Kasım tarihli konuşmasında.. Şöyle diyordu, özetle.. ‘Sineye çektiğimiz, ama zâtında hazmedilemeyen şeyler var. Sabrın gereği, onları sineye çekiyorsunuz, yutkunuyorsunuz; çok rahat olan insanlar gibi hemen boşalmayı düşünmüyorsunuz. Çünkü boşaldığınız zaman, çoklarını kırıp geçirmeniz, rencide etmeniz söz konusu. Başkalarını kırmayayım diye, hazmedilmeyecek şeyleri atıyorsunuz içinize; bu defa siz kırılıp dökülüyorsunuz. İşin aslı bu. Bir yönüyle hep hüsn-ü zannımızın kurbanı olduk. "Bu mevzuda defaatle boğazlandık." diyebiliriz. (...)’
*
Evet, böylesine bir kırgınlık içinde, F. Gülen..
Bu kırgınlıkların, onu ve ‘Cemaat’ini yeni arayışlara sürükleyip sürüklemiyeceğini söylemek zor.. Ama, Gülen Hareketi’nin muhtemel gelişmelere karşı, devamlı bir savunma mekanizması geliştirdiği de söylenebilir. Nitekim, bu hareketin, 2007 yılında Cumhurbaşkanlığı seçimi öncesindeki gerilim sırasında, Mehmet Ağar’la dirsek temasına girdiği biliniyordu. Ancak, Mehmet Ağar’ın ve partisinin Genelkurmay’dan verilen talimâta göre davranması ve Meclis’te 367 rakamının bulunamaması için, Meclis toplantısına katılmaması ve gerilimin tırmanması ve hele de 27 Nisan 2007’de Genelkurmay tarafından yayınlanan muhtıraya karşı, Türkiye’nin siyasî hayatında daha önce görülmeyen şekilde, Tayyîb Erdoğan ve arkadaşlarının direnme kararı almaları üzerine, Cemaat de Ağar faslını kapatıp, AK Parti’yi var gücüyle destekleme kararı almıştı. Ama, bu desteğin Erdoğan’ın zaferindeki oy yüzdesini kestirmek zordur.
‘Cemaat’in, benzer dolaylı savunma mekanizmalarını yine geliştireceğini tahmin etmek zor olmasa gerekir. Bu konuda kendisine bir güveni olsa, o yönde adım atmaktan kaçınmayacağı ortadadır. Ancak, Türkiye’deki siyasî hayatın bugün, böyle bir ihtiyaç içinde olup olmadığı konusunun hesabını herhalde bizzat Cemaat de yapmaktadır. Ama, mevcud siyasî partilerin hiçbirisi, halihazırda, Erdoğan ve partisine alternatif oluşturacak durumda gözükmemektedir. Bu yüzden de, Cemaat’in, fazla ileri gitmeyi göze alamıyacağı tahmin edilebilir.
*
Buna rağmen, hem bizzat F. Gülen ve hem de Cemaat’in, bir bütün olarak AK Parti’ye değil de, Erdoğan’ın şahsına baskı uygulayarak netice almayı ümid ettikleri anlaşılmaktadır. Her ne kadar, Erdoğan’ın -bazı uygulamalarını ertelese bile- geri adım atması, son derece zor ise de..
Gerçi, Gülen de dershanelerin kapatılması ihtimali karşısında, ilk günlerde çok alıngan ve üzüntülü şekilde kullandığı ve İslamî terminojide ağır mânâlar ifade eden nitelemelerini nisbeten yumuşatıp, zaman zaman, kadere râzı bir derviş gibi tavsiyelerde bulunmayı da elden bırakmamaktadır. Nitekim, onun, kendisine aid internet sitesinde 25 Kasım günü yer alan şu sözleri bu mahiyettedir:
’ (...) Kendimi bildiğimden bu yana hiç presler arasında ezilmeden kurtulduğumu görmedim. Buradaki de öyle bir şey. Her zaman üzerime geldiler. Cenab-ı Hak aldı, bir yerden bir yere koydu, bir yerden bir yere koydu.. sizi de öyle… Hep böyle olagelmiştir. Fakat bunlar kat'iyen ye'se atmamalı, bizi inkisara uğratmamalı, yapmamız gereken şeylerden bizi geri koymamalı. (…) ne dostun vefasızlığından, ne de düşmanın cefasından sarsılmamalı. Kimseyi de karşısına almamalı, garazî hareket etmemeli, yaptığı şeyler tepki edalı olmamalı; bunlar ihlası yıkan, götüren şeylerdir. (…) Çok kötü şeyler duyabilirsiniz; rica ediyorum ben, aynıyla mukabelede bulunmamak lazım. (…) İncinsek de incitmemeliyiz, kırılsak da kırmamalıyız.(…)’
Evet, bu sözler, F. Gülen’in önceki ağır ifadeleriyle uyuşmuyordu.
Ama, ‘Cemaat’ denilen sosyal grubun hemen bütün medya organları, içerde ve dışarda, bu konuyu gündemde tutmaya çalışıyor ve Tayyîb Erdoğan’a geri adım attırmak isteniyor.
Fethullah Gülen’in son beyanlarındaki tavsiyelerinin aksine, kendileri gibi düşünmeyenler hakkında ağır ifadeler kullanıyor, ağır suçlamalar ve tehdidlerde bulunuyorlar. (Bu konuda, fakir’in aldığı e-mail mesajlarındaki çirkin hakaret sözlerini buraya aktarmak veya onlara karşılık vermekten teeddüb ederim.) Tekfir ediş veya sapkınlık vs. suçlamaları da gırla..
*
F. Gülen ve bağlıları ayrı tellerden mi çalıyorlar?
‘Cemaat’e aidiyetleri bilinen yayın organlarında günlerdir takib olunan siyaset de, F. Gülen’in sözlerindeki gibi inişli-çıkışlı.. 28 Kasım akşamı, dershaneler konusunda yapılan bir toplantıdan tartışmalı toplantıdan çıkan bir dershaneci, ‘Buradan Tayyîb Erdoğan’ı ikaz ediyorum; Gezi Olayları tekrarlanır..’ diye tehdid ediyor ve bu sözler Samanyolu’nda aynen yayınlanıyordu. Birilerinin, o gibi tahrib edici, yıkıcı hadiseleri akıllarına getirmeleri bile esef edilecek bir durum.. Bunu bir tehdid olarak söyleyenler, T. Erdoğan’a ‘Gezi Olayları’nda geri adım attıramadıklarını da düşünmeli değiller miydi?
Öte yandan, Cemaat’in yayın organı Zaman’ın Genel Yy. Md. E.Dumanlı, 25 Kasım günü, Tayyîb Erdoğan’a bir açık mektub yayınladığı için, 1,5 milyon adet bastırıp, büyük çapta parasız dağıttırmaktan ayrı olarak, 29 Kasım akşamı da, Samanyolu’nda, ‘Dershanelerin kapatılmasını İmam-Hatib’lerin kapatılması’na benzetiyor ve halkı, kitleleri daha bir derinden etkilemeye çalışıyordu. Dumanlı, ‘İnanan insanlar devlet kavramı ile bir ağır imtihan yaşıyorlar. Gördüğüm acı gerçek budur. Devlet gücü nerede hangi miktarda kullanılır aslında dershane meselesi bunun tabiri caizse bir göstergesidir.’ diyor ve ’devlet diyor ki ben bir kanun çıkaracağım 1960'lardan beri faaliyet gösteren dershaneleri kapatacağım. … Öyle bir eğitim sistemi oturtacağım öyle bir eğitim sistemi işler hale getireceğim ki dershanelere ihtiyaç kalmayacak. Bu gayet güzel.. (…) Milli Eğitim öyle bir performans gösterecek ki insanların derse- dershaneye ihtiyacı olmayacak. Eyvallah. Biz ihtiyaç yoksa zaten dershane de yoktur. Ama hem ihtiyaç devam edecek hem de biz bunu halk eğitim merkezlerinde yapacağız.'' pardon hangi rejimle yönetiliyoruz? Yani diyorsun ki ''özel sektörü ben buradan alırım ama ihtiyaç devam ettiği için devlet aracılığı ile yaparım'' e o zaman bunun bir adım ötesi kolhozlar solhozlar efendim bir kısım sosyalist yapının getirdiği devletleştirmedir. Kamulaştırmadır. (…) eğer siz devlet gücü ile bir eğitim müessesinin kapatılmasını meşru görüyorsanız, sizden öncekilerin devlet gücü ile kanun gücü ile imam hatipleri kapatmasını da meşru görmeniz lazım. Onunla bunun arasında teknik olarak hiç bir fark yoktur. (…)Bunu yapmaya hiç bir ehli vicdanın hakkı yoktur diye düşünüyorum. Çok pahalı, tamam pahalı restoranları da kapatalım. Burası bir rant kapısı. Bu ne biçim laftır ben anlamıyorum. Rant kapısı ne demek? O zaman TOKİ'ler de bir rant kapısı. Öyle değil midir? KİPTAŞ'lar da bir rant kapısı inşaat kadar büyük bir rant kapısı var mı? Oralardan başlayalım o zaman hepsini devlet yapsın. Özel hastaneler kapatılsın külliyen hepsi devlet hastanesine dönüştürülsün…’ gibi ilgisiz alanlara bile kaydırıyordu, mantığını..
3,5 sene önce, Gazze ablukasını kırmak ve insanî yardım ulaştırmak için gittiği sırada, aakdeniz’de uluslararası açık sularda, sionist İsrail rejiminin canavarca saldırısına mâruz kalan ve 9 müslümanın katledilmesine sahne olan M. Marmara gemisini harekete geçirenleri ‘otoriteden izin almaksızın hareket ettiği için’ suçlayan F. Gülen’in ve takibçilerinin bugün Türkiye’deki otorotiyle kesin bir mücadeleye girmiş bulunduğunu görmek..
İbretlik bir durum..
Geçen hafta, İHH Başkanı Bülend Yıldırım, ‘İsrail otorite de, Türkiye’de Tayyîb Erdoğan otorite değil mi?’ derken, geçen haksız mıydı?
*
‘Otorite’ye itaati esas alanların, böylesi bir ayak diretmesi..
Fakir’in, dershanelerden şahsî olarak ne faydası var, ne de zararı.. Hiç bir ilgisi de yok..
Ama, bu konunun eğitim sisteminin gangrenleşmiş bir konusu olduğunu biliyor ve Tayyîb Erdoğan’ın dile getirdiği izahları anlıyor ve yapmak istediği düzenlemelerin daha doğru olduğunu, bu gangrenli uzvun kesip atmaktan başka çaresinin kalmadığını, konunun sürüncemede daha fazla bekletilmesi halinde, bünyenin tamamının zehirlenme durumunda kalacağını düşünüyor.
T. Erdoğan, iktidara ilk geldiği sırada, onu uzun vâdeli planlar yaptığı için eleştirip, gelecek seçimleri düşünecek şekilde, kısa vâdeli hareket etmesini isteyenler vardı. O, o zamanlar öyle davransaydı, herhalde, nice temel problemleri çözmek imkanı da bulamıyabilirdi. Ama, o, problemleri temelden, uzun vâdeli çözmeye yöneldi. Herhalde, büyük çapta başarılı da oldu. Sağlık alanında yaptığı büyük düzenlemeler ilk planda, büyük tepkiler alır, nice korkular dile getirilirken, bugün o korkuların yersizliği ortaya çıktı, kararlı bir siyasetle halkın faydasına olan olumlu sonuçlara ulaşıldı..
Aynı şekilde, Bağkur, Emekli Sandığı, Sosyal Sigortalar Kurumu gibi kurumları Sosyal Güvenlik Kurumu adı altında tek bir elde birleştirmek çok büyük bir iş idi, ve bunda da başarılı olduğu görülüyor. Daha da düzeltilmesi gereken kurumlar var, askerî hastahaneler ve OYAK gibi..
Şimdi, dershaneler konusunda da, ciddî adımlar atıldığı görülüyor. Erdoğan bunu 2003 yılından beri istiyordu. Ama, geçmiş üç M. Eğitim Bakanı (Huseyin Çelik, Nimet Baş-Çubukçu ve Ömer Dinçer) döneminde bu istekler uygulamaya konulamadı.
T. Erdoğan’ın 24 Kasım’da Öğretmenler Günü dolayısiyle Trabzon’da yaptığı konuşmada da işaret ettiği üzere, yüzbinlerce öğretmenin yıllarca okuttuğu çocuklara, dershanelerde sadece test tekniği öğretiliyor ve genç nesiller âdetâ yarış atlarına dönüştürülmeye çalışılıyor.
10 yıl boyunca, bu kangrenli konu temel bir çözüme kavuşturulamamıştı. ‘Cemaat’ de, bu konuda başarılı olunamıyacağına ve dokunulamıyacağına o kadar inanmıştı ki, 10 yıllık geçmişi olan planlardan haberdar oldukları halde, artık seslerini çıkarmıyorlar, gemilerini yüzdürüyorlardı. Ama, sonunda, konuya nihaî bir çözüm niyetiyle neşter vurulmaya kalkışılınca, ülke ve hattâ uluslararası boyutlarda bile, konu Erdoğan’ı geri adım atmaya zorlamak noktasına getirilmeye kalkışıldı.
Cemaat denilen sosyal grup, âdetâ, bütün kaynakları kuruyacak- kurutulacakmış gibi bir telaşa kapıldı. Bu hırçınlığı anlamak zor..
Söyledikleri de itiraz bâbında söyledikleri de, güya mâkul.. ‘Dershanelere ihtiyaç duyulmayacak bir düzenleme yapılacaksa, tamam..’ diyorlar.
Olmayacağı nereden biliniyor?
Elbette bir takım sıkıntılar, aksaklıklar yine ve her zaman olabilir, ama, problem temelden büyük çapta halledilebilecektir, sağlık ve sosyal güvenlik alanlarında ve hattâ, hanımların kamuda inançları gereğince örtünebilmeleri mes’elesinin temelden halledilmesi gibi..
Nitekim, daha şimdiden, Eğitim Bakanlığı, test imtihanı usûlünü bir kenara bırakıp, öğrencilerin son gördükleri konulardan imtihana alınması usûlünü uygulamaya koymuş bulunuyor ki; bu usûl geliştirilirse, test usûlüne de, dershanelere de gerek kalmıyacaktır.
Bu sürtüşme, gelecek seçimleri etkiler mi?
Bazıları, bu düzenleme çabasının T. Erdoğan’a pahalıya mal olacağını, onun, seçim öncesinde böyle bir sürtüşmeye girmekle tedbirsiz hareket ettiğini söylüyorlar; iyiniyetli bir koruma kaygusuyla.. O da, herhalde, kendisi hakkındaki halk desteğini yüzde 50’nin altına düşürmemek üzerine yapıyordur, hesabını.. Ama, onun, gerektiğinde, ‘Yeter ki, ülke kazansın; ben kaybedeyim..’ diyebilen birisi olduğu da unutulmamalıdır.
Ama, ‘Cemaat’ ülke çapında estirilmeye çalışıldığı üzere, bir büyük güce sahib ise, bir siyasî partiye dönüşürdü. Öyle olmadığı söylenebilir. Ama, dahası, önümüzdeki seçimlerde, bazı hassas yerler kılpayı kaybedilir veya Tayyîb Erdoğan yenilgiye uğratılırsa, o zaman, bunun asıl sorumluluğu ‘Cemaat’e yüklenecektir ki, o ‘Cemaat’ de bu ağırlığın altından kalkamaz. Çünkü, AK Parti’nin zayıflaması, ona paralel bir dünya görüşüne sahib başka bir parti olmadığından, kemalist-laik - türkçü partileri iktidara getirecek ve 80 küsur yıllık geçmiş dönemin uygulamalarının tekrarına yol açacaktır.
Yine de, başka ülkeler sözkonusu olunca, otoriteye itaati devamlı vurgulayan ve hattâ, devletsiz müslüman toplulukların ve bu arada Filistin’lilerin devlet olmadıkları için, cihad yapamıyacağını ileri sürerek, o hareketleri suçlayanların, şimdi, devlet otoritesine karşı başkaldırmaları, bir sakîm anlayışın kırılması açısından bir kazanç sayılabilir. Ama, yine de iddia edilebilir ki, eğer bu düzenlemeyi T. Erdoğan ve çizgisindekiler değil de, başkaları yapmaya kalkışsaydı, ‘Cemaat’, böylesine çetin bir mücadeleye giremezdi, herhalde..
haksöz