Salı sabahı ilk hızlı trenle 06.30’da İst. Pendik’ten Ankara’ya doğru yola çıktım. Saat 11.00’de Ankara’da ulaşmam gereken yere varacağımı düşünüyordum, ama, evdeki hesab çarşıya uymadı.. Çünkü o gün ülke çapındaki büyük elektrik kesilmesi kazasıyla karşılaşmış ve Yüksek Hızlı Tren (YHT)’imiz Polatlı yakınlarında yolda kalıvermişti.
Adana’dan Bursa ve İstanbul’a kadar sağdan soldan gelen telefonlarda, böyle bir kazaya uğradığımı söylerken, elektriklerin oralarda da kesildiğini öğreniyorum. İstanbul’daki medya çevresinden arkadaşlardan bazıları ilk sinyali, ‘galiba bir siber saldırı varmış.. ‘ diye veriyorlardı bile.. Tabiatiyle, Marmaray ve metro gibi sistemler devredışı kalmıştı.. Bunun, hergün milyonlarca insanın taşındığı İstanbul için ne demek olduğunu bilenler bilir.
Saatler ilerledikçe bizim hızlı trenimizde de ilk rahatsızlık belirtileri, gerilim ve eleştiriler yükselmeye başlamıştı. Halbuki YHT tarafından, ‘ elektriği veren şirket tarafından elektrik verilemediğinden bir duraklama olduğu’ açıklamıştı.. ‘Bakan istifa etmeli.. Böyle hızlı tren mi olur.. Başlarına çalsınlar.. Bakınız, geçen hafta İzmit Körfezi üzerindeki köprünün halatları kopunca kendisini sorumlu bilen japon mühendis intihar etti..’ vs.’ye varıncaya kadar, neler -neler.. Bu arada henüz hiç bir şey bilinmezken, en ilgisiz makamlara kadar suçlamalar olunca.. İtirazlar.. Ve o zaman da, ‘Ben bir yanlışlığa itiraz ediyorsam bana destek vermeniz gerekir..’ şeklinde tuhaf beklentilerin de dile getirildiği bağrışmalar..
Bir elektrik kesilmesinin bile bir ülkeyi baştan başa nasıl felç edebileceğini göstermesi açısından öğreticiydi.. Bir savaş hali bundan daha tahribkâr olamazdı.. Önceleri, sanayiin sadece Adapazarı, Bursa, İzmit, İstanbul ve Tekirdağ arasında yoğunlaşmasının bir savaş anındaki tehlikesine değinilir, bir kaç saatlik bir bombardıman veya füze saldırısı sonunda ülkenin büyük çapta zarara uğratılacağı söylenirdi.. Şimdi ise, onlara gerek kalmadan, ülkenin ana elektrik şebekesinin çökertilmesiyle bir savaşta uğranılandan daha büyük bir darbe yenilebileceği görüldü.
Benzer bir elektrik kesilmesinin hele de önümüzdeki 7 Haziran gün ve gecesinde tekrarlanmaması açısından çok etkin tedbirler almalıdır; aksi halde seçimle ilgili bir takım suistimal iddiaları ve karışıklık ihtimalleri gündeme geliverir ki, son derece yıkıcı etkileri olabilir.
Ben yine de zamanı tevafuken iyi değerlendirdim.. Çünkü Diyanet’in Haseki Eğitim Merkezi yöneticisi Âdil Bor beyle karşılaştım ve uzun uzun sohbet etme konusu buldum. O da Diyanet İşl. Başkanı ile görüşmeye gidiyordu. Ve bu şartlarda yetişemeyecekti..
Bu arada, birkaç saat geçtikten sonra bir Diesel lokomotiv geldi de bizim hızlı treni Ankara Garı’na çekebildi.
Ancak o gün Ankara’da yapmam gereken hiçbir işi yapamadım. Çünkü, elektrikler kesik olduğundan hiç bir yerdeki bilgisayarlar çalışmıyordu.
Yapacağım tek şey kalmıştı.. Kızılay’dan yaya olarak Kurtuluş Parkı, Hacettepe, Samanpazarı ve Hamamönü’ne doğru gitmek.. İlk gençlik yıllarımda gidip ders çalıştığım Hacettepe yazık ki, bütünüyle eritilmiş, bir kaç ağaç kalmıştı.. Ve orayı eriten, üniversite idi, açgözlü arsa veyainşaat mafiası değil..
Hamamönü’ne bilhassa gitmek istiyordum. Çünkü oradaki düzenlemenin medhini duymuştum.
Gerçekten de öyle olmuş.. 40-50 yıl öncesinin harabe halindeki Hamamönü semti pırıl pırıl hale gelmiş.. O eski mahalle gitmiş, düzenlenmiş evler, caddeler, parklar, ortaya çıkmış eski camiler, türbeler.. Mehmed Âkif’in İstiklal Marşı’nı yazdığı Tâceddin Dergahı.. Her taraf fevkalade güzel.. Emeği geçenlere teşekkürler..
Ancak, bence bu güzellikleri bozan bir heykel vardı.. Mehmed Âkif’in heykeli!..
Üstelik, kaba -saba bir heykel..
Âkif merhûm kendisinin heykelini görseydi herhalde azab çekerdi..
Çünkü o, Mısır’da firavun mezarlarını ve mumyalarını gezip gördükten sonra şu mısraları yazabilen birisiydi.
‘Evet, bütün beşerin hakkıdır beqâ (sonsuzluğa ulaşma) emeli,
Lakin, bunu ne taştan, ne de leşten beklemeli..’
*
Başka ülkelerde hele de coğrafyamızda onlarca- yüzlerce insan ölürken- öldürülürken.. Oradaki ölümlere sadece istatistik açıdan bakanlar, ülke içinde de kendi cenahlarından birisi öldürülürse, onların hatırasını yaşatmak adına devamlı yeni fitne ateşleri yakanlar.. 7-8 Ekim 2014 günü HDP’nin çağrısıyla yapılan sokak gösterilen en gaddarca yollarla işlenen cinayetlerle can veren 53 kişinin hayatı hakkında tek kelime etmiyorlar Dahası, bütün ümidlerini terör eylemlerine bağlayanlar ülkenin bir elektrik şoku yaşadığı sırada İst. Çağlayan Adliyesi’ndeki elektronik kontrol mekanizmasının çökmesini fırsat bilerek ve de avukat cübbesi giyerek engelleri aşıyorlar ve bir savcıyı rehine alıp en vahşice, barbarca yöntemle katlediyorlar.
Bu gelişmeler olurken bir ihtilalciliği kendilerine ideolojik meslek edinmiş olan bir ‘devrimci’ hücrenin onlarca elemanları dışarıda, içerdeki saldırganları ideolojik sloganlarla destekliyorlar.
Aynen bir bedendeki kanser hücreleri gibi nereden zuhûr edecekleri belli olmayan bu gibi terör odakları bir buçuk yıl kadar öncelerdeki Gezi Hadiseleri’nde hayatlarını kaybeden kendi cenahlarından bazı isimleri de bayrak ediniyorlar. Çünkü, onlar sadece kendi cenahlarından olanların insan sayılabileceğini sergiliyorlar.
Anadolu’daki bir kasabada olsa, gariban birisinin benzer bir itirazı derhal kanunen suç olan bir suçu ve suçluyu övmek adına nasıl da hışımlı bir muameleye tâbi tutulur.
7-8 Ekim günlerindeki bir eylemler sırasında, yurt dışına mesaj gönderen birisi oradakilere nasıl da akıllı tavsiyelerde bulunuyordu.. ‘Sakın polise karşı taş veya patlayıcı şeyler kullanamayın ve yüzlerinizi kapatmayın..’ diye..
Çünkü biliyorlar ki o Batı ülkelerinde yüzleri kapalı olanlara, taş veya molotof kokteyli gibi maddeler kullananlara ateş açılır.. Geçen haftalarda Frankfurt’ta meydana gelen ve günlerce süren büyük karışıklıklar sırasında, devlet ve özel mülkiyete aid bir çok araba ve işyeri tahrib edildi.. Ama bu hadiseler alman medyasında asla hiç övülmedi. Halbuki o alman medyası Gezi Hadiseleri sırasında haftalar boyu her şeyi yakıp yıkan vandalları alkışlıyorlardı; tıpkı diger emperyalist medya organları gibi..
İlginçtir, Mecliste çıkarılmak istenen ve terör eylemlerine daha sert tedbirleri öngören kanuna karşı çıkan bütün muhalafet partilerinin çabaları sürerken, Amerikan Hükümet sözcüsünün de bu kanun düzenlemelerine karşı çıkması..
O Amerika ki, bir polis, siyahî bir genci öldürdüğü zaman, o gencin hiç bir silahı veya ciddî tehdid oluşturan hareketi olmadığı halde, ‘polis vatandaşın güvenliği açısından kanunî vazifesini yerine getirmiştir, toplumun güvenliğini tehlikeye atan herhangi bir eylem karşında başka türlü davranamazdı..’ demiştir. Böyleyken, aynı Amerikan Hükûmeti’nin Türkiye Meclisi’nde terör saldırılarına daha sert tedbirler alınmasını öngören kanunî düzenlemeleri kayguyla izlediklerini açıklaması üzerinde bilhassa durulmalıdır.
Dahası, kapitalist emperyalizm dünyasının Tayyîb Erdoğan’ı devamlı olarak diktatörlük eğiliminde olmakla suçlaması da ayrı bir ilginç konu..
Halbuki kendi sistemleri sözkonusu olduğunda ‘özgürlük ve güvenlik arasında bir tercih yapılırsa, ikisi de kaybedilebilir..’ diyenler de kendileri..
dirilişpostası