Antik yunan mitolojisinde, hikayesi ilginç bir kadın tipi vardır.. Adı, Pandora..
Efsane bu ya, her türlü entrikacılığı çok iyi başarmaktadır bu tip..
Pandora"nın elinde bir kutu vardır.. Bu ona, açmamak üzere emanet edilmiştir.. İçi, en zehirli yılanlarla, çiyanlarla, akreplerle ve diğer haşerelerle doludur.. Bu kutu içindeki haşerât ile bütün insanlığı zehirleyecek kötülükler etrafa saçılacaktır..
Ne var ki, kendisine emanet edilen bu kutuda ne olduğunu merak eden Pandora, merakını yenemiyerek kutuyu açar ve böylece, bütün kötülükler ortalığa yayılır.. Kapatmak istediğinde de artık vakit geçmiştir..
Bu efsanenin bir diğer anlatımında ise; savaş meydanında ordusu yenilmek üzere olan Pandora"nın, elindeki kutuyu açarak, içinden etrafa saçılan o zehirli yılanların, çiyanların, akreplerin düşman tarafın ordusunu perişan ettiği hikayesi vardır..
*
Yargı biliyorsunuz, temel olarak kabullendikleri mesajlarını veya sembollerini resim veya heykellerle anlatan toplumlarda, genelde, bir elinde kılıç ve diğerinde terazi tutan bir kadın heykeli ile anlatılmıştır..
TC"deki yargı kurumu da, bu açıdan bakıldığında, bugün genel çizgileriyle bir Pandora kutusu durumundadır ve açılmıştır ve de içindeki en zehirli yılanlar, çiyanlar, akrepler ve diğer haşerât, hertarafa daha bir saçılmıştır.. Ve, iyi de olmuştur.. Çünkü, hele de "taife-i laicus"un "yüce yargı" diye yaldızlayarak topluma sunduğu bu kurumun nasıl bir "Pandora kutusu" durumunda olduğunu toplum içindeki nice insanlar farkedemiyorlar.. Belki şimdi farkedebilirler.. Aynı şekilde, yargı kurumunu sahiden de adâlet kurumu zannedip, "el"adl, esas"ul mulk.." (Adâlet, mülkün temelidir..) şeklindeki ve Hz. Ali"ye dayandırılan bir sözü, rejimin ilk şefine nisbet edip, sanki ilk kez o söylemiş gibi, mahkeme duvarlarına asanlar da, adâletin lafla gerçekleşmiyeceğini düşünemiyorlar..
Halbuki, bu yargı kurumu, temelde milletin, doğruluğuna "mutlak" olarak inandığı ölçülere savaş açmış emperyalist kuklalarının dayatması bir ölçüyle hareket etmesine ve milletin temel değerleriyle tabana tabana zıd ölçüler üzerine kurulmasına ve her hükmünü, en başta, "Türk milleti adına yargılama yetkisini kullanan mahkememiz" gibi bir yalan beyana dayanarak hüküm sâdır etmesine rağmen, tahakkümünü sürdürmekte ve hukukun temeli olarak, resmî ideolojinin ikonlaştırılmış isminin ilke ve devrimlerini esas aldığını, -süngüucuyla dayatılmış bir anayasaya göre- kabullenmekte ve ayrıca, bu hususta tam bir dikkat gösterdiğinden şüphelenilince, 28 Şubat 1997 zorbalığı günlerinde görüldüğü üzere, Genelkurmay Brifingleri"yle öğretilen hukuk ölçülerine göre hareket etmektedir..
Buna rağmen, böyle bir "yargı, zaman zaman, yerinde ve doğru kararlar vermişse, onu da, çalışmayan ve bozuk bir saatin bile günde iki kez doğru gösterdiği gibi bir anlayışla değerlendirmek gerekir.. Bu arada, yargı kurumunun alt kademeleriyle üst kademeleri arasında nasıl bir derinden çatışma olduğunu son aylardaki gelişmeler de ortaya koymakta..
Mahkemeler arasında, bir çeşit güç gösterisi yapılmakta ve bir mahkeme diğerinin tutukladığını serbest bırakmakta ve hele de yüksek rütbeli subayların, generallerin yakınlarının "Filan mahkeme bizdenmiş.. Tutukluluğun kaldırılması için o mahkemenin nöbetçi olduğu tatil gününün veya mesai saati dışı beklenip, müraacaatın o gün yapılması"na dair tavsiye ve görüş açıklamalarına dair ses kayıdları ortada.. Ve bu iddialar aynen o şekilde gerçekleşmiştir de..
Bunun son örneğini, geçen hafta, "Balyoz Operasyonu" diye isimlendirilen dosyayla ilgili olarak, bir ay öncelerde tutuklanmış olan ve en ünlüsü 1. Ordu eski Komutanı em. Org. Çetin Doğan olmak üzere, hemen hepsi yüksek rütbeli emekli ve muvazzaf subaylar olan 19 kişinin, bir mahkeme tarafından, toptan serbest bırakılmasında gördük. Ki, bu konuda, bazı generallerin eş ve sair yakınlarının "Bizdenmiş.." dedikleri tevatüren bilinen bir mahkemenin, o beklentileri boşa çıkarmaması ilginç.. Ve iki gün sonra, savcıların başka bir mahkemeye yaptıkları itiraz üzerine, aynı 19 kişinin tekrar tutuklanmalarına karar verilmesi, yargının içindeki derin çatlağı ve nasıl bir gizli iç savaş yaşandığını göstermektedir.. Yani, burada çetin bir "psikolojik savaş", bir "sinir savaşı" sürmekte olduğundan sözedilebilir..
*
Ülkenin gündemine, Şemdinli"deki bir kitabevine bomba atan ve bir kişinin ölümüne sebeb olan astsubayların arkasındaki kişi olarak Org. Büyükanıt"ı gösteren bir iddianame hazırlayan Savcı Ferhat Sarıkaya"yı, sadece savcılıktan değil, bütün kamu hizmetlerinden uzaklaştıracak şekilde karar almasıyla yerleşen Hâkimler -Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK)"nun, şimdi de bu gibi müdahaleleri sürmesine rağmen, iki ay önce kadar tutuklanan Erzincan Başsavcısı"nı kurtaramayışı ve tahliyesi için yapılan 4 itirazın, çeşitli mahkemelerce oybirliğiyle reddedilmesi de, yargı içindeki derin çatlağın giderek daha bir derinleştiğini göstermektedir.. Artık, herşey klasik alışkanlıklar ve kalıplar içinde gerçekleşmiyor..
Öte yandan Yargıda, TSE kadrolaşmasının olduğuna dair, artık medyaya da yansıyan ve yoğun şekilde tartışılan ve ilk planda "Türk Standardları Enstitüsü" açılımını çağrıştırıyor sanılan ve amma, gerçekte, Tunceli- Sivas- Erzincan çevresinden alevî kökenli yargıçların yüksek yargının tepe noktasında (özellikle SHP- CHP"li eski Adalet Bakanlarından Mehmet Moğultay"ın zamanındaki dikkatli bir çalışmayla, sonuçları bugünlerde daha net olarak gözüken) bir kadrolaşmaya gittiğine dair bir şifrenin sözkonusu olduğunun medyada açıkça yazılabilmesi ve bu kadrolaşmanın sembol isimlerinden olan HSYK Başkanvekili olan Kadri Özbek başta olmak üzere, birçok yüksek yargı mensubunun, milletin büyük ekseriyetinin temsilcisi olan bir siyasî iktidarla amansız bir mücadeleye girdiği görüntüsü, bir facia çapında..
Ve, Balyoz ve "Kafes Operasyonu" denilen dosyalarla ilgili olarak, 4 Nisan günü, savcıların yeni bir operasyon başlatmak ve 90 kadar general ve yüksek rütbeli diğer emekli ve muvazzaf subaylar üzere düğmeye basmaları üzerine, İstanbul C. Başsavcısı Aykut Cengiz Engin"in o konuyu takib etmekte olan savcıların görev alanlarını değiştirivermesi ve o dosyaya bakmak üzere yeni savcılar görevlendirmesi, vahamet çapında bir durum.. Çünkü, yeni savcılar binlerce sahifeden oluşan hazırlık soruşturması dosyalarını inceleyip konuyu kavrayıncaya ve o konuda bir karar verebilecek noktaya gelinceye kadar aylar geçecek ve bu arada, suçlanan asker kişiler belgeleri karartmak için bir altın fırsat daha kazanmış olacaklardır..
İstanbul Başsavcısı Engin, 7 Nisan günü yaptığı açıklamada, '78 muvazzaf subay var. Bunların 25'i general ve amiraldi. Kuzey Deniz Saha Komutanlığı"nda var, Güney Deniz Saha Komutanlığı"nda var, 6. Kolordu"da var, Hakkari"de terörle mücadele eden askerî birliğin başında olan var... 15-20 kişi de emekliye ayrılmış subay, toplam 95 kişi... Böyle bir yakalama ve gözaltı kararının yol açacağı sonuçların iyi değerlendirilmesi gerekir' diyordu..
Yani, Başsavcı, Hükûmet"e aid olan "ülkenin güvenliğini temin etmek" gibi bir görevi de, kendiliğinden üstlenmiş gibi bir vatanseverlik pozisyonundaydı..
Gerçekte ise, İst. Başsavcısı Engin, yapılan işin basit bir görev değişikliği olduğunu söylese de, konunun Genelkurmay Başkanlığı"nın dolaylı müdahalesi ile bu noktaya geldiğini tahmin etmek hiç de zor olmasa gerek.. Nitekim, gözaltına alınmaları için düğmeye basılan kişilerle ilgili adım atılamamıştır.. Daha da ilgi çekici olan, HSYK Başkan Vekili"nin, savcıların görev yerlerinin değiştirilmesini yerinde gördüğünü açıklaması..
Burada, "Bu savcılar abesle iştigal etmişlerdir, boş şeylerle ve insanların haysiyet ve şahsiyetleriyle gelişigüzel oynamışlardır.." gibi bir suçlamadan ve "Vatandaşlar, kanun karşısında eşittirler" gibi sloganlardan da bahsedilemiyeceğine göre..
Durumu nasıl izah etmeli?
*
Adetâ kutsanırcasına yüceltilen Ordu ve Yargı kurumlarının ülkenin başına, dokunulamaz, sorgulanamaz-yargılanamaz bir çete gibi abandığı biliniyordu..
Ama, temelde yara alan, muhakkak ki, Jakoben (tepeden inmeci- zorbacı) / kemalist-laik kadroların darbeci yapılanmaları..
Yargının alt kademelerinde, yukardaki örgütlenmeye karşı geliştiği düşünülebilecek genç savcılar, yürekli işler yapıyorlar ve dokunulamıyanlara dokunuyorlar ve Hükûmet ise, bunlara engel olmuyor.. Zâten, daha fazlasını yapması mümkün de değil, hukuken..
Ama, şu anda yapılmakta olan tutuklamalar bile, ordunun sosyal hayattaki müdahale gücünü kırmaya ve aslî vazifesiyle meşgul olmasını sağlamaya yönelik.. Daha 1-2 sene öncesine kadar bir kaç yüksek rütbeli subayın gözaltına alınması bile, başlı başına bir problemdi.. Son zamanlarda ise, artık emekli veya muvazzaf, yüksek rütbeli onlarca subay arka arkaya gözaltına alınıp sorgulanmakta, onlarcası tutuklanmakta.. İlginçtir, niceleri de, GATA (Gülhane Askerî Tıb Akademisi) gibi hastanelerde aylarca yatırılarak kurtarılmaya çalışmakta.. Yargının üst kademesi asker"e gözyumuyor; asker ise umudunu artık askerî darbeye değil, yargıya bağlamış durumda..
*
Evet, İst. Başsavcısı"nın müdahalesi olmasaydı, şimdi nice generaller ve diğer yüksek rütbeli subaylar da büyük ihtimalle darbecilik suçlamasıyla tutuklanmış olacaktı..
Gen. Kur. Başk. Org. İ. Başbuğ, askerlik hayatının sona ermesine 4 ay kala, ileride meslekdaşlarının suçlamalarına maruz kalmamayı ve durumu idare ederek, makamından, kazasız-belasız emekliye ayrılıp gitmeyi hayal ediyor olmalı ki, başında bulunduğu TSK kurumunu koruyacağına dair önceki sözlerine uygun olarak, durumu idare etmeye, buhranı zamana yaymaya çalışıyor görünümünde... Halbuki, haklarında savcılıklarca gözaltına kararı alınma kararı vermelerine konu olan bütün bu generallerin, amirallerin derhal kızağa çekilmesi gerekir.. Çünkü bu kadar ağır suçlamalara muhatab olan komutanların ordunun başında bulunmasından ne fayda umulabilir?
O TSK ki, eşinin İslamî örtüye riayet etmesinden dolayı, nice subayları ânında ordudan atmakta ve onlara haklarını kanunen aramak imkanı tanımazken; böylesine ağır suçlamalara gelince.. Org. Başbuğ, "suç kanûnen sâbit olmadıkça, kişiler suçsuzdur" şeklindeki ölçülere sığınıyor..
Em. Org. Hilmi Özkök"ün ise, Gen. Kur. Başk.lığı döneminde, herhangi bir komutan hakkında cezaî takibât yaptırmamasına rağmen, birçok askerî darbe teşebbüslerini etkisiz hale getirdiği, şimdi daha net olarak anlaşılıyor.. Bunun en net örneği, Balyoz Planı"nda, İstanbul camilerini bombalatmaktan bile sözeden ses kaydının kendisine aid olduğu kabullenen ve amma bunun farazî bir "harb oyunu" olarak dile getirildiğini televizyonlarda iki ay öncelerde açıklayan I. Ordu eski Komutanı, em. Org. Çetin Doğan"ın 6 Nisan günü medyaya gönderdiği 3. mektubunda dile getirdiği görüşler..
Bu mektubunda, Çetin Doğan, Hilmi Özkök"ün kendisine, 2003-2004 yıllarında, "1. Ordu içinde, bazı emekli orgenerallerin ve bazı sivillerin de bulunduğu bir grup tarafından "ihtilal" hazırlıkları yapıldığı yolunda bilgiler geldiğini ve bunun doğru olup olmadığını sorduğunu"; bu soruya, "Ben daima meşru sınırlar içerisinde bulundum ve bulunmaya devam edeceğim" cevabını verdiğini anlatıyor ve Balyoz Darbe Planı"nın kesinlikle 1"inci Ordu karargâhından çıkmadığını ileri sürüyor ve bazı belgelerin dışarıya Hilmi Özkök eliyle sızdırılmış olabileceğini" belirtiyordu..
Hilmi Özkök ise, bu iddialara karşılık olarak, 7 Nisan günü şunları söylüyordu:
""Bu konular hakkında gerçekleri açıklamak yerine, işin kolayına kaçıp olayı başkalarına havale etme anlayışı var. (") Tartışmaya girmek istemiyorum. Çünkü onun muhatabı, dönemin ordu komutanıdır. O ise devamlı olarak beni tartışmaların içine çekmek istiyor. Sürekli bir ima içinde. Birşey varsa açıkça söylenir. Rahatsız olacak, saklayacak, utanacak hiçbir şey olmamıştır geçmişimde. Görevimde de emekliliğimde de beni çeşitli şekillerde imâlarla bazı gruplara yakın göstermeye çalışanlara da alıştık. (") Kendisine sorulan soruları yanıtlamak yerine, topu sağa sola atmaya çalışması çok üzücü.
İmalı bir şekilde birinci orduda kozmik odaya girdiğimiz, oradan da bazı belgelerin akıbeti konusunda bir şeyler söylemeye çalışıyor. Böyle şey olur mu? Ne yani ben koskoca Genelkurmay Başkanı, komutan olarak tebdil-i kıyafetle ordunun kozmik odasına mı sızdım? Gizli emir mi verdim? Burası TSK. Gizli kapaklı işlerin çevrildiği örgüt değil. Bunun emri, kaydı, hatırlayanı olmaz mı?
Böyle iddia ortaya atıp, insanları töhmet altında bırakmak kabul edebileceğim bir şey değil. Daha önce Çetin Doğan Paşa televizyonda çıkıp, ses kaydıyla ilgili olarak "evet bu konuşmayı ben yaptım" demedi mi? Böyle bir konuşmayı yapan insan, altındaki personelin bundan motive olarak olumsuz şeylere yol açabileceğini düşünmez mi"
Hatırlayalım, bir zamanlar Jand. İstihbaratı"nın başında bulunan em. Tümgn. Levent Ersöz de, em. Org. Aytaç Yalman"ı, "Önce, bizimle birlikteyken, bütün seçkin kotumutanlarımızı Gen. Kur. Başk. Hilme Özkök"e ihbar etti, bizi sattı.." diye, ağır hakaretlerle suçluyordu.. Bu tartışmalar, içinden çürümüş bir ordu kurumu havası veriyor, tıpkı yargı kurumu gibi.. Yani, yeniçeri hastalığına mübtela generallerin, darbeci subayların tasfiye edilmeleri o kadar kolay olmuyor ve onun için de dikkatli bir yol takib etmek gerekiyor..
Amma, bir savaş durumunda, hakklarında gözaltına alınmayı gerektirecek çapta şaibeler altında bulunan generaller mi, komuta edecekler orduya sahi?
*
Bu arada ilginç bir nokta da, (DHA)"nın 7 Nisan 2010 günü Malatya"dan geçtiği bir haberde göze çarpıyordu: SP. Gen. Başk. Yard. Şevket Kazan"ın, "Bütün dünyanın gözü önünde ordumuzun hizmet vermiş bu generallerin cezaevine konulması Türkiye"nin itibarını sarsar. Bu nasıl bir ordu demezler mi? Şu anda bir sıcak harb dönemi içerisinde olsak fırsat bu fırsat der düşmanlar Türkiye'ye saldırır. Bunlar olabilir.
Eğer parlamento 28 Şubat'tan sonra demokrasiye sahip çıksaydı, bugün ne Balyoz, ne Ergenekon, ne de Kafes"ler olur, koca koca generaller mahkeme huzurunda hesap vermek zorunda kalmazdı.." diye, bugün gelinen durumdan hayıflandığı bildiriliyordu.
Evet, bu gelişmeler, TC"nin mevcud bozuk sisteminin cenderesi içinde ve ağır şartları içinde de olsa, geçmiş alışkanlıkları kırmaya çalışan bir iradenin bir şeyler yapmaya çalıştığının işaretlerini veriyor.. Yargı ve Ordu gibi kurumların başlarındakiler ise, "Pandora kutusu"nun açılmasıyla ortalığa yayılan zehirli yılanları, çiyanları, akrepleri temizlemekten başka bir çare olmadığını idrak eden bir yeni yönetici kesimin yükselmekte olduğunu görmenin çaresizliği içinde..
haksöz