Hazırlığı aylardır devam eden ve 30 Mart günü yapılan mahallî seçimler gerçekte, F. Gülen ile Tayyîb arasındaki bir boks maçını andırıyordu. Çünkü, siyasî arenada, Tayyîb karşısında rakib görünümlü bütün liderler ve partiler, gerçekte F. Gülen taifesinin figuranları durumundaydılar. Bu taifenin verdiği malzemeleri kullanıyorlar, bu taifenin medya organlarında amigolar gibi yüksek gerilimli gürültüler çıkarıyorlardı.
Bu maçın ilk raundu 30 Mart akşamı sona erdi ve ilk raund Tayyîb’in kesin üstünlüğüyle bitti.
Şimdi, oyuncular havlularla yelpazeleniyorlar, birinci raundda rakibine hiç bir üstünlük gösteremeyen tarafın antrenör ve stratejistleri içinde bulundukları psikolojik ezikliğini nasıl atlatabileceklerinin yeni planları peşindeler..
Yenilgi alan tarafın koro başı ise, ‘Geçmişte, Tayyîb’e verdikleri desteği yine vermiş olsaydık, gerçekte, Tayyîb ringden birinci raundda, kesinlikle nakavtla kazanarak ayrılırdı..’ diye kendilerine pâye çıkarmayı da ihmal etmiyor.
Bu cümleden olmak üzere, Zaman’ın Gen. Yy. Md. E. Dumanlı’nın, ‘Eğer bu zıdlaşmalar, kutuplaşmalar olmasaydı, netice, yüzde 45 değil, yüzde 58-60 olurdu..’ deyişinde, gerçekte, kendi güçlerinin etkinliğini isbatlamak çabasının sergilendiği de söylenebilir. Yani, kendilerinde yüzde 13-15’lik bir güçlerinin olduğu vehmini gerçek gibi göstermek taktiği.. Halbuki o kadar güçleri olduğunu düşünen bir sosyal kesim, derhal kendi politik örgütünü de devreye sokar..
Aynı yayın organından A.B. ve H. G. gibi bazıları ise, bulundukları tarafı kendilerine yakıştıramadıklarından olacak, ne yapıp edip, bu günkü durumdan kurtulmak ve kazanan tarafın yanında yer almak için, aradaki soğukluğu giderecek tavırlar geliştirilmesi ve yüksek manevî normların gösterdiği istikamette, dialog ve barışma yollarının aranması gerektiğini vurguluyorlar.
Halbuki, kendi aralarından, E. Mahçupyan aylarca öncesinden beri, bugün karşılaşılan tablonun gerçekleşebileceğini ısrarla yazıyor-söylüyor ve alınacak netice karşısında şaşıracak olanları, o günden, bugünkü tabloya psikolojik olarak hazırlamaya çalışıyordu.
*
Ama, maçın daha iki raundu daha var..
Üç raundluk maçın ilerideki safhalarında da selden kapılabilecek daha büyük kütükler bulunuyor. Bu açıdan bakıldığında bu ilk raund için, ısınma hareketiyle geçti de denilebilir.
Yani, şimdiden, havlu attıkları düşünülemez. Çünkü, bu kesim, geçmişte olduğu gibi, ringe çıkmadan, başka sahalarda çalışmalar yaparak varlıklarını sürdürmenin gelinen bu merhaleden sonra artık mümkün olmadığını düşünüyorlar ve bu yüzden, kaçınılmaz olarak bütünüyle safdışı olmayı göze almış bulunuyorlar..
*
C.Başkanlığı ve Genel Seçim raundlarını da gözardı etmemek gerek.
Evet, üç raundluk bir maçtan sözediyoruz..
Bu, 2014 Baharı ile 2015 Haziranı arasındaki 15 aylık zaman dilimindeki üç seçim idi.
Pennsylvania Şeyhi ve taifesi, özellikle son iki yılı aşkın zamandır gizlice devam etmekte olan mücadelenin inisiyatifini ele geçirmek için, 2014 mahallî seçimleriyle, Ağustos-2014’de yapılacak olan Cumhurbaşkanlığı seçimi ve 2015 Haziranı’nda yapılacak olan genel seçimleri etkilemek için kolları gözle görülür şekilde sıvamaya, 7 Şubat-2012’de MİT Müsteşarı’nı tutuklatmaya teşebbüsle başlamıştı.
(MİT Müsteşarı’na kurulmak istenen tuzak, çok sıradan ve basit bir entrika değildi. Bizzat Başbakan’ı ağır şekilde vurabilecek bir hamle idi. Çünkü, siyonist İsrail rejimi ve Amerikan emperyalizmi, Türkiye’nin gizli istihbarat teşkilatı MİT’in başına getirilen Hakan Fidan’ın kabul edilemezliğini, bu tayinin yapılmasının hemen arkasından açıkça dile getirmeye başlamışlardı. Çünkü, MİT ile, -İsrail’in gizli istihbarat servisi- MOSSAD ve -Amerikan emperyalizminin istihbarat örgütü- CIA arasında devamlı bir bilgi alışverişi vardı. Bu kişi ise, bu mekanizmaya uygun olarak gerekli eğitimlerden geçirilmemişti, CIA veya MOSSAD merkezlerinde.. Öyleyse, bir yabancı madde durumundaydı ve bir yolu bulunup safdışı edilmeliydi.
Nitekim, Türkiye, ülke içindeki kanın durdurulması için Norveç’in başkenti Oslo’da PKK ile gizlice müzakereler yapmaya bu MİT Müsteşarı zamanında başlayabilmişti. Bu müzakerelerden haberdar olup; hem onu, hem de Tayyîb Erdoğan’ı -yani, bir taşla iki kuşu birden- vurmayı murad eden ve TC. bürokrasisi içinde önemli yerlerde dinleme imkanlarına sahib ve Pennsylvania Şeyhi’ne bağlı kesimler, Hakan Fidan’ı terör örgütüyle gizli görüşmelerde bulunmak suçlamasıyla sorguya çekip, tutuklamayı hesab ediyorlardı.
Halbuki, bütün dünyada bilinen bir durumdur ki, en kanlı savaşlarda bile taraflar, bir taraftan da savaşın durdurulabilmesi için ne gibi imkân ve yolların bulunduğuna dair gizli bir takım görüşmeler yaparlar.
Ama, Pennsylvania Şeyh’ne bağlı oldukları tahmin olunan bazı hâkim ve savcıların keşfettikleri bir kanunî boşluktan istifade etmeye kalkışarak, üstelik, Başbakan Erdoğan’ın tam da ikinci bir ciddî ameliyata gireceği geceye rastlattıkları o büyük komplo, Erdoğan’ın ânî refleksiyle karşılaşmış, MİT kanununda 48 içinde yapılan değişiklikle, o kanunî boşluk tıkanmış ve mücadele gizliden gizliye daha bir derinleşmeye başlamıştı.)
*
Bu durumda, Tayyîb Erdoğan’ı bertaraf etmekten başka çarelerinin kalmadığını gören odaklar, elbirliğiyle, yeni oyunlar tezgahlamaya koyulmuşlar ve istedikleri neticeyi almak için, bir psikolojik savaşta etkili olabilecek için bütün imkânları topyekûn seferber etmişler; ortaya bir takım yolsuzluk iddialarını atmışlardı. Nüfusu 80 milyona yaklaşan bir ülkede, elbette bir takım yolsuzluklar da olabilirdi.. Ama, bu yolsuzlukları iktidardaki güçlerin yaptığı-yaptırdığı gibi iddialar topluma bir anda öyle şoke edici gelişmelerle sarmalanarak sunulmuştu ki, bu iddiaları yayanların, niyet ve taktikleri bile ilk planda unutulmuştu.. Bu iddiaları topluma böylesine etkin şekilde sunanların, yakın zamana kadar Erdoğan Hükûmeti’ne destek verdikleri halde, Pennsylvania Şeyhi’ne bağlılıkları yüzünden, devlet içindeki etkin yerlere sızmış kadrolar olduğu üzerinde de pek durulmamıştı. Ama, F. Gülen, hızını alamamış, en ağır suçlamalarla yetinmeyip, korkunç beddualarla ve dedikodu furyasını emrindeki medya organları aracılığıyla pompalayarak netice almayı kafaya koymuştu. Muhalefet cebhesi ise, bir seçim öncesinde ellerine geçen bu fırsatı kendilerini için bir ganimete dönüştürmenin kurnazlığına sarılarak, o ağır suçlama furyasına katılmışlardı. Hattâ, laik medya organları, ‘Sağolasınız hacı amcalar, bizim yapamadığımızı siz yaptınız..’ diye minnet duygularını manşetlere çekiyorlardı.
Evet, iktidar aleyhinde hırsızlık, yolsuzluk iddiaları ve suçlamaları gırla gitti..
Devletin yönetim mekanizması içinde yer aldıktan sonraki tuhaf gizli faaliyetleri ve yapılanmaları dolayıyısiyle ‘paralel yapı’ diye anılan bir oluşum, Pennsylvania Şeyhi’nin direktifleri doğrultusunda beddualardan, zihinlerde Ebu Leheb yerine Erdoğan’ı koyarak Tebbet sûresi okumalarından, düne kadar Tayyib Erdoğan’a destek veren ‘abla’lar veya ‘âbi’ler denilen kişilerden oluşan ekipler aracılığıyla, yaygın ev ziyaretlerinde, Cemaat’in bilgi merkezinden kendilerine şırıngalanan her türlü yalan ve entrikaları doğru ve kesin imişcesine anlatmalara varıncaya kadar bütün enerjisini ortaya koydu.. Ana muhalefet partisi başkanı, seçim meydanlarında haftalar boyunca, onbinlere, utanmadan, ’Hırsız Tayyîb..’ diye tempo tutturdu ve bu sahneler tv. kanallarından bütün ülkeye ve dünyaya da yansıdı.
Bu şartlar altında yapılan seçim, halk kitlelerinin son zamanlarda en yüksek nisbette, yüzde 87 ile katıldığı bir seçim olmuş ve halk kitlelerinin yarısına yakın bir kısmının, Tayyîb Erdoğan’a olan itimadlarının devam ettiği, onun delilsiz suçlamalarla yıpratılmasından rahatsız olduğu ve en azından ülkede istikrarın sosyo-politik ve ekonomik istikrarın sürdürülmesi düşüncesiyle, Erdoğan’a sahib çıktığı görülmüştü. Erdoğan’a sahib çıkanların, halkımızın en aziz kesimini teşkil eden ağızları dualı, alınları secdeli kesimleri olduğunu da belirtmek gerekir. Bu insanlar, Erdoğan’a ağır saldırılar yapan ‘laik-ulusalcı, solcu ve sosyetik’ kesimlerin kendi inançlarına nasıl baktıklarını biliyorlardı. Onları şaşırtan, bir kısım mütedeyyin insanların, F. Gülen ve fedaîleri tarafından pompalanan yalan ve entrikalarla hareket etmesiydi.
*
Ama, halk kitleleri bütün o yalanlara, karalamalara, iddialara rağmen Tayyîb Erdoğan’ın şahsına itimad ettiğini, ona güvendiğini 30 Mart seçimlerinde bir daha göstermiş oldu.
Bütün o taktikler, entrikalar, beddualar, lanet okuma seansları beklenen etkiyi göstermemişti.
Bu satırların sahibi de, kendisinden ısrarla seçim tahmini yapması istendiğinde, bundan ısrarla kaçınıyor ve amma, bir önceki mahallî seçimlerde elde edilen yüzde 39’luk rakamın şimdiki siyasî atmosferde yetmiyebileceğini, en azın azından yüzde 45’in üstünde rey alması gerektiğini bir temenni olarak dile getiriyordu..
Ortaya çıkan tablo, evet, ilk raundu kesinlikle Tayyîb Erdoğan’ın kazandığını gösteriyordu.
Karşı taraf (ve taraflar) bu tablo karşısında şaşkınlar ve kendilerini nasıl teselli edeceklerini bilemiyorlar, komik ve saçma izahlara sığınıyorlar.
*
Yenilenlerin aşağılama taktikleri ve üstünlük taslamaları..
20 sene öncelerde Tayyîb Erdoğan, İstanbul Belediye Başkanı olduğu günlerde, kemalist-laik kesimler aylarca ağlaşmışlardı, karşılarına çıkan o ‘musibetli’ tablodan dolayı.. O günlerde, Milliyet gazetesinde, (şimdi hayatta olmayan D.A isimli bir kadın yazar) ‘Yahu ne ağlayıp duruyoruz? Belediye Başkanlığı nedir ki? Suyumuzu getirecek, çöp ve kanalizasyonlarımızı temizleyecek.. Bu işleri niye bu kadar önemsiyoruz?’ diye bir yazı yazmış, yandaşlarına psikolojik savaş desteği sağlamaya çalışmıştı.
Şimdi de, Hürr. gazetesinin eski Gen. Yy. Md. E. Ö. ve benzerleri aynı şeyi söylüyor ve aldıkları seçim yenilgisini büyütmemek için, kazanan taraf hakkında, ‘nihayet çöplerimizi temizleyecek olanları seçtik..’ diye aşağılama taktiklerini ve ‘beyaz türklük’lerinin gereğini sergilemeye çalışıyorlar.
Dahası, bu kesimler yine de, iktidar partisine verilmeyen oyları bir blok halinde göstermeyi de ihmal etmiyorlar.
Onların bu hesabına göre, AK Parti, yüzde 45 mi aldığından, yüzde 55 de onlara karşıydı!.
Ama, seçimlerde her eğilim, halktan kendi aldığı desteği hesab eder. Öyle olmasaydı, o zaman da, CHP yüzde 28 aldı, o halde yüzde 72 onlara karşıdır mantığına gelinirdi..
Ki, bu gibi taktikleri geçmişte de görülmüş ve Erbakan, Aralık-1995 seçimlerinde yüzde 22 ile birinci partinin lideri olup başbakanlığa geldiği zaman, laik kesim, ‘Yüzde 78 sana karşıdır..’ demişlerdi. Amma, aynı çevreler, Ecevit, Nisan-1999 seçimlerinde yüzde 23 ile birinci parti olup başbakanlığa geldiğinde, ‘Yüzde 77 ona karşı..’ demeyi akıllarının ucuna bile getirmemişlerdi.
*
30 seçimlerinin sonucu açıklandıktan sonra, hayal kırıklığı yaşayanların başında sadece Pennsylvania Şeyhi gelmiyordu.. Hemen bütün Batı medyası şaşırmıştı.. Özellikle Haziran-2013’de başlayan ve uzun süre dünya gündemini de meşgul eden Taksim- Gezi Hadiseleri sırasında ve sonrasında Tayyîb Erdoğan’ı devamlı olarak diktatörce davranışlarda bulunmakla suçlayan ve Erdoğan iktidarının sona ereceğine dair tahmin ve temennilerini dillendirenler, bu seçimlerden de yenilgiye uğramış bir Erdoğan beklediklerinden, onun yüzde 45’lik kesin bir galibiyet aldığını görünce şoke oldular. Alman tv. kanalları ve gazeteleri, onun seçim zaferi karşısında o kadar rahatsız olmuşlardı ki, onu, Kırım Yarımadasını yutan ve yaptığı güç gösterisiyle NATO dünyasını şaşkına döndüren Rusya Lideri Putin’e benzetmeye ve ‘Yakındoğu’nun yeni Putin’i..’ gibi yakıştırmalarda bulunmaya başlamışlardı. Seçim sonuçlarından Amerikan yönetimi de hiç memnun olmamıştı.. Onlar karşılarında güçlü bir lider istemiyorlardı, karşılarında el-pençe divan duran ve yalvarıp yakaran, yardım isteyen 3. Dünya ülkelerinin siyasetçi tiplerine alışmışlardı, onun tekrarlanmasını istiyorlardı.
*
Evet, herkesin tarafını ortaya koyduğu bir seçim idi, bu..
Bu mücadelede bu satırların sahibi de tarafını açıkça belirtti.
Özellikle de, 27 Mart tarihli ve ‘Herkes İbrahim’ini bulmalı ve tarafını ortaya koymalı..’ başlıklı yazıyla..
O yazıya, bazı okuyucular tepki verdiler, ‘Nasıl olur da, bir tâgût düzeninin içinden İbrahim ararsın?’ vs. tarzında..
Bazıları da, ilkelerimden vazgeçtiğim şeklindeki zannlarını dile getirdiler.
Bu gibi değerlendirmelere cevaben, 29 Mart günü şöyle bir açıklama yapmıştım:
’Bazı okuyucular yazının girişindeki misalden hareketle, filana (Hz. İbrahim), filana da (Nemrud) denildiği gibi bir mânâ çıkarmışlar. Halbuki, yazının başlığı, bu ihtimali bertaraf ediyor ve herkese, kendi 'İbrahîm'ini bulması çağrısı yapılıyordu.
Herkesin İbrahîm'i kendisine.. Bu konuda herkes kendi rey ve görüşüne göre bir tercih yapabilir.
Kaldı ki, bu kapıyı, 'fir'avun' ve sonra da 'iflah olmaz tımarhanelik' benzetmesi yaparak kimin açtığı da unutulmamalı..
Yazıda, bir taraf için böyle açık bir ifade kullanılmasından dikkatle kaçınılmıştı.
Yazıda denilmek istenen, böyle bir durumda tarafsız kalınamıyacağı ve herkesin kendi tarafını ortaya koyması gerekliliği..
Kimseye hakaret kasdı taşımaksızın, sadece bir hatırlatma..’
*
İdeal olanı isterken, realiteyi de görmezlikten gelmemek..
Bu konuya açıklık getirmek gerekiyor.
Ülkemizdeki yönetim mekanizması 90 yıldır kemalist zorbalık üzerine, oligarşik bir diktatörlük anlayışı üzerine kurulu.. Ondan öncesi de asırların saltanat düzeni idi..
Bu sütunlarda sık sık belirtilmeye çalışıldığı üzere, baştan bozuk olan, zamanla düzelmez..
Bir de toplumların değişimindeki ilahî kural, Ra’d Surêsi’nin 11. âyetinde de açıkça belirtilmiştir: ‘Bir halk kendi halini değiştirmedikçe, Allah onların halini değiştirmez..’ meâlinde..
Ayrıca, yönetim sistemlerin değişmesinde bütün toplumlar için belli başlı iki metoddan sözedilir:
Birisi, inqılabçı veya devrimci metod..
Diğeri, ıslahatçı veya uzlaşmacı metod..
İnqılabçı veya devrimci metodda, bir sosyal düzenin temelinden yıkılması hedeflenir ve ideal olanın kurulması için, toplum düzeni yeni baştan kurulur.
Islahatçı- Uzlaşmacı metodda ise, değişimin, kurulu düzenin kural ve kanunları içinde yapılması esas alınır ve yapılacak değişikliklerin de yine o kurallar içinde gerçekleştirilmesi hedef edinir.
İnqılabçı metod, çetindir ve hedefi gerçekleştirmek diğerinden daha kolay değildir ve yeni bir sistemi kurmak ve hele de onu korumak, önceki rejimi yıkmaktan da daha zordur. Bunun nice örneklerini inqılab- devrim yapmış kadro, halk ve ülkelerin hemen herbirisinin karşılaştıkları problemlerden ve sonuçlarından da görmek ve okumak mümkün.. Ayrıca, kimsenin, sırf kendi metodunu doğrulamak adına, ferd veya toplum olarak başkalarının hayatını kobay olarak kullanmak gibi bir dayatmacılığı kendisi için bir hak olarak görmek hakkı da olmasa gerektir.
Uzlaşmacı metodda, doğrudur ki, inisiyatifi daha baştan egemen güçlerin eline vermiş oluyorsunuz, ama, sosyal değişimler bazen beklenenin de ötesinde mesafeler alınmasınıa yol açan başka etkenlerle hız kazanabilir ve sanki devrimci bir çizgiye yaklaşıldığı gibi görünümler de ortaya çıkabilir. Bu açıdan bakıldığında, bütün siyasî partiler gibi, Tayyîb Erdoğan’ın AK Parti’si de, bu rejimin kurallarına göre çalışmayı esas almıştır.
Lokomotifin rayları başkalarınca döşenmiştir ve istikameti ve takib edeceği yol haritası ve riayet edeceği şartları da bir yol kılavuzuyla, anayasayla belirlenmiştir. Siz, ne kadar iyi veya temiz niyetli olursanız olunuz, o lokomotifin gidiş yönünde ilerlemeye mecbursunuzdur.
Buna rağmen, dünyada, bu yolla neticeler alınabileceğine inanan yığınla lider ve kitleler yine de vardır. Çünkü, öteki metodun bedelinin daha hafif olmadığı da denemelerle ortadadır.
Bu açıdan, kimse kimseye, ‘Niçin inqılabçı / devrimci yolla değil de, ıslahatçı / uzlaşmacı yolu seçtin veya tersi şeklinde bir yol izledin?’ diye bir suçlama yapamaz. Herkes, kendi metodunu kendi inancına, kendi gücüne veya kendi karakterine uygun şekilde belirlemek hakkını haizdir.
Ancak, uzlaşmacı metodda, hâkim güçlerin direnişini kırmak daha bir zordur. Bunun örneklerini ülkemizde de gördük- görüyoruz. Ama, bu arada hiç değişmez sanılan nice kuralların da bu sistem içinde ve ele geçen fırsatlar iyi değerlendirilerek gerçekleştirilebildiği de bazen görülür, görülmüştür. Keza, inqılabçı- devrimci metodla yola çıkanların da sonunda hangi merhalelere ulaştıkları da, yığınla örnekleriyle, bir ayrı konudur.
Ayrıca, bir toplumun, bir sosyal bünyenin, inanç, kültür ve tarihî arka-plan ve devlet anlayışı açısından bu metodlardan hangisine daha yakın olduğu veya olabileceğinin de iyi hesab edilmesi gerekir.
*
Başkalarının hayatını üzerinde deneme yapmak hakkı olamaz..
Hatırlayalım ki, geçmişteki onca askerî darbelerin o korkunç dayatmalarının herbirisinden sonra, hele de bizim toplumumuz, başka toplumlarda görülmeyen bir tarzda boyun eğmeyi şiar edinmiştir ve hele de 2000-2001 yıllarında, Ecevit Hükûmeti dönemindeki büyük sosyo-politik ve ekonomik buhran ve iflas sırasında, -başka ülkeler açısından bir sosyal devrim için hemen bütün şartların hazır olduğu söylenirken- toplumumuzda, yönetimi elinde bulunduranlara karşı devletin korunmasının önceliği anlayışıyla hiç bir ciddî tepki ortaya konulamadığı unutulmamalıdır.
İdeal istenirken, realitenin de görülmesi ve ayakların yerden kesilmemesi gerekir.
Bu bakımdan, inqılabçı, devrimci metodla yola çıkabilecek olanlar varsa, yolları açık olsun.. Herkes, kendi tercihinin bedelini herkesten önce kendisi ödemeyi göze almalı ve toplumlara herhangi bir metod zorla dayatılamamalıdır.
Türkiye’de hemen herkesin uygulayabildiği metod, üç aşağı-beş yukarı, aynıdır ve kurulu düzenin koyduğu kurallar içinde kalarak bir şeyler yapmaya çalışılması, siyasetin temel düsturu halinde kabul görmektedir.
Ancak, ‘Ben hizmete varım, ama hizmetçiliğe asla!.. Yaptığım hizmetlere inancımın mührünü vuramazsam, hizmetçi olmuş olurum..’ diyen ve dikleşmemeyi, ama dik durmayı esas aldığını açıklayıp buna büyük çapta riayet eden bir müslüman siyasetçinin ortaya koyduğu çabaları karşısında ilgisiz kalınmasının hangi şerr güçlerin değirmenine su taşımak mânâsına geleceği de gözden ırak tutulmamalıdır.
Kaldı ki, yaşanan zaman diliminden çıkarılacak dersler ve elde edinilen kazanımlarla, kendi ideallerine daha bir yaklaşmak imkanına müslümanlar da sahib olabilirler.
Sadece, ‘bal’ demekle ağız tadlanmadığı; inqılab veya devrim diyerek bir tâgûtî sistemin devrilemiyeceği de görülüyordur, herhalde..
haksöz