Paranoia"dan da öte, "resmî ideolojiye tapma" sapkınlığı..
Toplumumuza ârız olan asıl problemi görmedikçe, sağlıklı ve medenî bir topluma dönüşme çabalarımız boşunadır.. Onun için asıl kökünü kazımak için mücadele etmemiz gereken şey, "taife-i laicus"ca her gün daha bir perçinleştirilmeye çalışılan resmî ideoloji sapkınlığı"dır..
Londra"da yayınlanan "The Financial Times" gazetesi geçen hafta, "Türkiye değişti, ama devlet hâlâ otoriter!" başlığı altında yayınladığı bir yorumda, ODTÜ Rektörü Prof. Ural Akbulut'un görüşleri, "Eğer din üzerinde kontrol olmazsa, Türkiye'nin modern laik demokrasisine alternatif radikal İslâmî bir diktatörlük olurdu. Bu yüzden biz laikler, "ılımlı İslâm"dan bile korkuyoruz!" şeklinde aktarılıyordu.
Aferin, Prof."umuza.. Çok net ifade etmiş görüşlerini.. Ki, bir din gibi algılayıp bağlandığı anlaşılan "laiklik inancı"nı savunabilmek için, milletin inancına açıkça saldırmakta beis görmeyen bir zihniyetin seçkin örneklerinden olduğunu, o, daha önce de göstermişti..
Ne olur, ne olmaz; "İslâm üzerindeki baskı kalkarsa, bir İslâmî diktatörlük kurulur, bunun için hattâ "ılımlı" diye niteledikleri İslâmî anlayışlara bile karşı çıkmak, tek çıkar yol!..
Yani, İslâm"ın sosyal plandaki her türlü zuhûruna asla izin verilemez..
Bir diktatörlük olabileceği korkusuyla, kendi diktatörlüğünü tekrar ilan etmek "paranoia"sı!
1926"da, zamanın baş sorumlusunu temsilen Adliye Vekili Mahmud Esad (Bozkurt) da, İsv. Medenî Kanunu"nun tercümesinden ibaret olan "Türk Medenî Kanunu Esbab-ı Mûcibe (gerekçe) Lâyihası"nda, aynı mânâyı dile getirmemiş miydi?
Oradan bugünün türkçesiyle birkaç cümle: "Unutmamak gerekir ki; Türk ulusunun kararı çağdaş uygarlığı kayıtsız - şartsız bütün ilkeleri ile kabul etmektir. Bunun en açık ve canlı kanıtı, devrimimizin kendisidir. (...) Medeni Kanun yürürlüğe konulduğu gün, milletimiz, 13 yüzyılın kendisini çeviren hastalıklı inançlarından ve kargaşadan kurtulmuş, uygarlığın içine girmiş olacaktır. (...) Din, devletin gözünde, vicdanlarda kaldıkça saygındır ve temizdir. Dini, dünyadan ayırmakla, yüzyılımızın devleti, ona, sonsuz bir taht olan vicdanı ayırmıştır."
Yani, o muhayyel meydanda istediğin gibi at koştur.. Ama, sizin dünyaya tatbik olunacak, yol gösterici sayılabilecek hiçbir "değer"inizi kabul etmiyoruz.. "Özgürlük" ancak, bu kadar!
Bugün de sergilenen mantık, bu.. "Sizin inançlarınızın, sosyal hayatta asla yeri yoktur.. Vicdanınızda, kendi içinizde ne yaparsanız yapınız.. Karışan var mı?" (Sanki, insanın iç dünyasına da hükmetmek imkânı varmış da, lûtfedilip oraya müdahale edilmiyormuş gibi..)
Konuya sadece bir rektörün şahsî görüşü olarak yaklaşılmamalıdır. Bu, zorbalık ve hattâ diktatörlük anlayışı, gerçekte, can havliyle, son bir direnişle ayakta kalmaya çalışan ve günümüz dünyasında; örneği Kuzey Kore"den başka, hiçbir ülkede kalmamış olan bir "resmî ideoloji ve kişiye taparlık" sapkınlığının, Türkiye"yi 1930'lara taşımak isteyen ateist / laik bir zihniyetin kendisini, kendi "paranoia"sını uluslararası kamuoyuna sunma çabasıdır..
Yani, "Ey dünya!. Bizi anlamıyorsunuz.. Bizim korkularımızı anlayınız.. Laikliğin, anavatanı olan Batı ülkelerinde olduğu gibi, devlet organizasyonunun bütün dinlere eşit mesafede durması şeklinde anlaşılması kabul edilemez! Din üzerinde kontrolümüz olmazsa, "öcü"ler, "gulyabanî"ler gelir."
Unutmayalım, A. N. Sezer de, son demlerinde, "laikliğin din ve vicdan özgürlüğü şeklinde anlaşılamayacağını, gerekirse, inanç ve ibadetlere sınırlama getirilebileceğini" söylemişti.
Geçen hafta da Rahşan Ecevit, "laikliğin, din ve vicdan özgürlüğü olarak anlaşılmasının çok yanlış olacağını" belirterek aynı görüşleri tekrarlıyordu?
Asıl mesele ise, kendi "oligarşik dikta" düzenlerinin pençelerinin sökülebileceği, güçlerinin sona erebileceği korkusu.. Düne kadar ezilen halk kitlelerinin isteklerine biraz daha yakın düzenlemeler yapıldıkça, daha bir militanca tedbirlerde acele etmek ihtiyacı, yani..
Bir ince nokta: Halkın inancına, iradesine karşı görüşler başka ülkelerle de açıklanıyor. Ancak, aradaki fark şu: Oradaki kişiler, kendi tefekkürlerini, tasavvurlarını, felsefelerini dile getiriyorlar, amma, eğer bir kamu hizmeti görüyorlarsa, o zaman, o makamlarından istifa ediyorlar.. Çünkü, aksi halde, kendilerine, "Benim verdiğim vergilerle çalışan bir kurumun başından böyle bir açıklamayı yapamazsın!" şeklindeki itiraz, en başta geliyor.. Ve siyasî partiler de, sivil toplum kuruluşları da, bunu bir sosyal terbiye usûlü olarak özümsemiştir.
Türkiye"de ise, hâlâ zorbalar bu ince anlayışa gelmeyi kabullenmek istemiyorlar. Çünkü, devlet, hâlâ kutsal biliniyor ve birtakım yönetici sınıflar, kendilerini, milleti yönetmekle / gütmekle vazifeli olduklarını sanıyorlar ve hattâ, böyle bir misyonla doğuştan donanımlı olarak geldikleri kanaatini taşıyorlar..
Böyle olunca da, problemin özünün nerede olduğunu, mezkûr İngiliz gazetesi bile isabetle teşhis etmişti: "Türkiye göç, sanayileşme, eğitimin yaygınlaşması, demokrasi ve küreselleşme sonucu değişmesine rağmen, otoriter devlet anlayışı çoğulculuğa 85 yıldır devam etmektedir."
Söz konusu haber-yorumda, "AK Parti başa geldikten sonra, başörtüsü probleminin, ordunun da içinde bulunduğu laik elitler ile muhafazakâr yeni nesiller arasındaki güç mücadelesinin bir sembolü haline geldiği; (...) Anayasa Mahkemesi"nde AK Parti hakkında açılan kapatma davasının "yargı darbesi" olarak gözüktüğü, bu "darbe teşebbüsü"nün ekonomiyi derinden etkilediği, vurduğu" da dile getiriliyordu.
Ama, ekonominin vurgun yiyeceği, halk kitlelerinin perişan olacağı ihtimali, "taife-i laicus"un derdi mi? Onlar zaten onu istiyorlar.. Halk kitleleri, tencerelerinde pişecek aştan başka bir şey düşünemeyecek ve "yönetici- elit"lerden hep taleb eden durumda olsunlar..
Bu hal, bir toplumun yabancı bir ideoloji tarafından rûhî, fikrî, sosyal ve kültürel istilasıdır.
Ve, "taife-i laicus"un, milletle nasıl bir inanç ve "değerler manzumesi" noktasında ne kadar tersleştiğinin en çarpıcı örneğini, bir kez de, 29 Nisan akşamı, CNNTÜRK"te yayınlanan bir programda, Denizli CHP İl Başkanı Ali Kavak, net olarak dillendirdi.. Bu kişi, Denizli Vali Yard. Mustafa Güney"i uygulamalarını eleştirirken, onun, "Dünya, Hz. Muhammed gibi bir lider bekliyor.." dediğini söyleyip, "Atatürk gibi bir lider varken, Peygamber gibi lider bekliyorlar!" diyordu.. Bu aslında "taife-i laicus"un ortak kanaatini yansıtmaktadır.. Siz Deniz Baykal"ın son zamanlarda dinden-imandan sıkça söz etmesine bakmayınız..
Geçenlerde Ank. Tandoğan Meydanı"nda yapılan bir mitingde de, bir kemalist/laik kadın, "mavi gözlü peygamber" diye nitelediği bir ölü liderin, gelip kendilerini bir kez daha kurtarması için ağlarcasına nutuklar atmamış mıydı?
Sahi, "resmî ideolojiye ve kişiye taparlık" başka nasıl olur, ey laikçiler, söyler misiniz? Ve bu "paranoia" ötesi de olan sapkınlıktan kurtulmaya lâyık olduğumuzu isbatlayamayacak mıyız?
vakit