"Pardon yazar yenge!"
Cumartesi günü Ayşe Böhürler'in Berlin'e dair yazdıklarını okudunuz. Perşembe günü ajansların geçtiği haberlere rastlayanlarınız da oldu şüphesiz. Yaklaşık on beş yazar ve akademisyenin oluşturduğu bir grup olarak Berlin'e gittik. Maksat Frankfurt Kitap Fuarı kapsamında Türk edebiyatını tanıtmak.
Gide gide gittik ve yaklaşık üç saat süren uçak yolculuğuna, yani onca mesafeye rağmen salonda "kendimize rastladık." Kendimiz deyince ne anladınız? Her meseleye kabuk üzerinden yaklaşan, ön yargılarını hayat felsefesi haline getirmiş "bekçi zihniyet" "kendimiz" den kast ettiğim. Nereye gidersek gidelim ne maksatla gidersek gidelim "bekçi zihniyet" bizi BEK-Lİ-YOR! Hareket etmeyelim, kıpırdamayalım 20. Yüzyıl'dan 21.Yüzyıl'a zinhar "atlamayalım" diye. Almanlar duvarlarını yıktı, biz "duvar" örmeye çalışıyoruz. Çünkü "bekçi zihniyet" itina ile bekleyeceği duvarlar ve kapılar olmadan hayat enerjisi bulamıyor. "Bekçi zihniyet" kendisi asla artmayan, muhatabının artmasını da engellemeye çalşan, engelleyemedikçe kavgadan, küfürden medet uman bir zihniyet.
Siz bu zihniyeti biliyorsunuz zaten. Bilmediğiniz kültür vizesi alarak bir sempozyuma gitmeye niyet etmiş tesettürlü yazarların, başına neler gelebileceği. Öyleyse buradan başlayalım.
Shengen kültür vizesi alabilmek için "yazar"lığımızı ispat etmemiz gerekiyor. İspat!? Banka hesap cüzdanı ve yazdığınızı ispat edecek "malzeme"ler. Timaş Yayınları'nın itina ile hazırlamış olduğu küçük bir broşürü takdim ediyorum ispat bekleyen konsolosluktaki memura. Broşürde kitaplarımın kapakları ve altlarında muhtevası hakkında bilgi veren İngilizce metinler var. Sayfaları hızla çeviren memur Fatma Aliye: Far Land sayfasında takılı kalıyor. Kim bu diyor Fatma Aliye Hanım'ın fotoğrafını gösterip. Osmanlı'nın ilk yazar kadını diyorum. Hızla okumaya başlıyor. Bir taraftan İngilizce'sini okuyor bir taraftan okuduklarını Türkçe'ye çeviriyor. Sanki beni bilgilendiriyor. Okuduğu her bilgi onu heyecanlandırıyor. O heyecanlandıkça tebliğimin muhtevasının bu sempozyum için ne kadar uygun olduğunu düşünüyorum. Sonunda memurun beni bilgilendirme cehdini kırmak pahasına "bunları zaten ben yazdım" diyorum. Gülüyor: "Ben de sizin kitabınızı size anlatıyorum ."
1862 yılında doğmuş bir yazar kadının romanını yazmış bir yazar olarak, yazarlığımı daha fazla ispat etmek zorunda kalmadığım gibi, memurun mültefit tavırlarıyla ağırlanıyorum. O ağırlanışta ziyadesiyle "yazar"ım.
Sonra. Sonrası tatsız. Sonrası incitici. Sonrası "işte bizim hikayemiz".Bizim hikayemiz ne mi? Pasaport işlemlerimizi yapan memur bana takılıyor. O kadar çok takılıyor ki. Tekrar tekrar bir yüzüme bir pasaportuma bakıyor. Dakikalar geçiyor. Öbür gişede hiç kimse kalmıyor. Sadece ben. Beklerken bir görevli geçiyor yanımızdan. Yol istemek için "pardon yenge" diyor. A Türk diyoruz. Bir Türk'ün yenge diye hitap etmesi hiç şaşırtıcı gelmiyor. Ama "pardon yenge" diyenin bir Alman olduğunu anlamam ile pasaport işlemlerini yapan görevlinin cüzdanımdaki paraları görmek istemesi aynı ana rast geliyor. Bir haftalık kültür vizesi almış Türkiyeli yazara, Alman memur cebindeki paraların hesabını soruyor. Bir şekilde içeri girecek ve bir daha dönemeyecek mülteci olarak karşılanmak Frankfurt Kitap Fuarı'nın "onur konuğu olan" Türkiyeli bir yazar olarak ziyadesiyle canımı sıkıyor. O kadar ki parçalanmış,fermuarları açılmış bavulumun sıkıntısı bile bu sıkıntının yerine geçemiyor.
Berlin'de yaşayan 200 bin Türk'e rağmen; Almanlar bizi, başörtülü kadına yenge diye hitap edilir düzeyinde "tanıyabilmişlerdi." Genç bir Fransız hanıma "matmazel", yaşlı hanıma "madam" diye hitap ediliyorsa başörtülü bir kadınına da yenge deneceğini öğrenmişlerdi. Bu bilginin darlığına ve sığlına itiraz etmeye hakkımız var mı? Hayır. Neden mi hayır?
İstanbul Alman Konsolosluğu'ndaki memurun Fatma Aliye Hanım hakkında müthiş bir merakla iz sürüşünü takip ederken, tebliğimin ne kadar uygun olduğunu düşünmüştüm. Yanılmışım. Ne kimse bana dokundu. Ne ben dokunacak kimse bulabildim. Tebliğimi sunmadan önce, sabah oturumunun lüzumsuz tansiyonundan edindiğim tecrübe ile başımdaki örtüyü parantez içine alarak dinlemelerini tavsiye ettikten sonra, başörtüsüne dair sorulacak hiçbir soruya cevap vermeyeceğimi söyledim. Başörtüsü parantez içine alınınca geriye bir yokluk ve mutlak bir sükût kaldı. Herkes ama herkes sustu. Susmayacağını tahmin ettiklerim ise çoktan başka bir rüyanın içine dalmıştı.
Bu yazı sizi yanıltmasın. Berlin seyahati Ahmet Haşim'in Frankfurt seyahati kadar renkli geçti. Zaten Berlin'i en ziyade üç kişi ile dolaştım. Ahmet Haşim, Nasrettin Hoca Hüsrev Hatemi.
Haşim Frankfurt Seyhatnamesi ile bende kalan idi. Berlin'de gördüğüm her pencere Ahmet Haşim'i getirdi.
Nasrettin Hoca niye o kadar çok geldi? Almanya'da Türk olmak mıydı Nasrettin Hoca'yı her vesile ile çağıran!
Berlin'i Hüsrev Hatemi'nin gözlerinden görme çabam "Türk hüznünü" dantel gibi işleyen mısraları yüzünden.
"Berlin 1969": "Şimdi Giritli Aziz Efendi'nin ruhu/Berlin İslam mezarlığından/Der ki: "Her Türk benim kitabımdan bir Cevat'tır/Çünkü her Türk kendi yüreğine/Acılar dokuyan tezgahtır. Bizler birer Sadullah Paşa'yız yurt dışında/Bizi sadece acı bekler zira/Kalbimiz hüzün oklarına açık/Delik-deşik bir nişangahtır/Bizde sevgi elemdir ve "türk hüznünü" /"alman hüznü"ne çeviren hiçbir kambiyo bürosu yok henüz/ Hepimiz dertli büyürüz, hayat bizim için/Kederle kurtuluş arasında bir berzahtır"
Türkiye'den Almanya'ya kelimelerden köprü kuran, dostlukların çilesini tek başına omuzlayan ve dört gün boyunca bizi ağırlayan Kemal Aykut Berlin gezimizi Giritli Aziz Efendi'nin ziyareti ile başlattı. Nereye gittiğimizi bile bilmezken; Giritli Aziz Efendi'in ilk kabri burası dediğinde kalbim yerinden çıkacak sandım. Çıkacak sandım da, Hüsrev Hatemi'nin "Berlin 1969" şiirine sığındım.
Başlığa gelince. Yaylaya çıkan bir minibüsün muavini şoförü ikaz eder: "Durdur usta. Şurada iki karı bir de bayan var." Karı dediği peştamallı kadınlar, bayan dediği saçlarını at kuyruk yapmış bir genç kız. Sempozyumda bir yazarlar vardı bir de "yazar yengeler". Tıpkı Alman görevli gibi Berlin Konsolosu için de bu satırların yazarı en fazla "yazar yenge" olarak kaldı. Bir selamı dahi esirgeyişini başka nasıl "analiz" edebilirim?
yenişafak