Paşalar ve maşalar.. Ve, hizaya gelmeye karşı çıkışlar..

Selâhaddin Çakırgil

Genelkurmay eski başkanlarından em., org. İlker Başbuğ, 18 Kasım günü, eskiden beri ’askerlerin bülteni’fonksiyonu gören bir yüksek tirajlı gazetede, 7 yıl öncelerde,  2008’lerdeki bir konuya dair görüşlerini yeni açıklamak gereğini duydu.. Bu zamana kadar bekleyip de şimdi açıklaması, ilginçti.. ’Bu zamana kadar niye sustu, şimdi niye konuşuyor ve şimdi konuşmasının ne faydası olacak ki... Olan olmuş, bundan sonra konuşsa n’olur, konuşmasa n’olur?’ dedirtecek cinsten bir açıklama..

Ancak, onun bu açıklamalarına değinmeden bir- iki noktayı tekrar hatırlayalım.. Ecevit’in tombalasıyla, Anayasa Mahk. Başkanlığı’ndan C. Başkanlığı’na geçen ve sırılsıklam kemalist-laik olan A. N. Sezer’in süresi bitmek üzereyken.. Kocaman kocaman generaller, M. Kemal’in laik-kutsal makamı gibi görülenÇankaya’ya, Cumhurbaşkanlığı’na çıkacak olan yeni ismin, her kim olursa olsun, hanımının başını açması gerektiğine dair lafları açıkça dile getirmeye başlamışlardı ve de medya generalleri de onların istediği şekilde, kamuoyunu oluşturmaya çalışıyordı.. Maalesef, TSK’nın o zamanki yüksek komutanlarının direktif ve her türlü desteğiyle düzenlendiği bilinen ve yüzbinlerce insanın katıldığına dair propagandalarla daha bir yeşertilmeye çalışılan ve de Cumhuriyet Mitingleri diye anılan sosyal mühendislik projeleri, ülkenin hemen bütün büyük şehirlerinde tezgahlanıyordu. Hattâ, o zamanın anlı-şanlı komutanlarından birisi, bir MGK toplantısı öncesinde, henüz Tayyib Erdoğan’ın gelmediği bir anda, dönemin Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’e, ’Çankaya’ya çıkacak olan, her kim olursa olsun, hanımının başını açacak...’ dediğini etrafına açıkça ve gururla söylüyordu. Bu hadiseler şimdi unutuldu da, herşey bir-iki cümleyle atlatıldı ve bir daha da o karanlık ve mütegallibe zorbalığı yaşanmaz sanılıyor

2007 yılının 27 Nisan gecesi de, gecenin son demlerinde, dönemin Genelkurmay Başkanı Org. Y. Büyükanıt, bir muhtıra yayınlatmıştı, televizyonlardan.. Ve kendilerini ’aydın’ olarak nitelemekten hicab duymayan, kendilerine öyle yaldızlı sıfatları lâyık gören ilginç karakter örnekleri de, o muhtıranın yayınlanması üzerinden henüz 5 dakika bile geçmeden ekranlarda, ’Biz dememiş miydik.. İşte yine siyasî iktidarın yanlışları, körlüğü ve dayatmaları yüzünden, bir askerî müdahaleyle daha karşılaştık.. Halkımız şimdi rahatlamıştır.. Ordumuz olmasa, siyasetçilerin yanlışlarını kim giderecekti?’ gibi en pespâye yalakalıklarla, postal yalamaya başlamışlardı..Yani, ’devletin hizmetindeki ordu’ değil, ’devleti olan bir orduya sahib olması’, Türkiye’nin bir avantajı gibi sunuluyor ve bu muhtıranın yayınlanmasından sonra, önceki ihtilallerde olduğu gibi, elinde silah bulunan ve muhtıra yayınlamakla, hükûmet’e, ’Ben artık senin emrinde değilim, seni tanımıyorum ve sana itaat etmiyorum’ demiş olan ordu karşısında Başbakan Erdoğan’ın da, teslim olacağı ve istifa edeceği bekleniyordu, hiçbirisi olmadı.. Tayyib Erdoğan bir askerî darbe teşebbüsü karşısında, daha önce bir örneği olmayan şekilde  ölümü göze aldı, dik durdu ve eli silahlı kişilerin, zamâne yeniçerilerinin ’Git..’ demesiyle, milletin kendisine verdiği emaneti unutup gidecek birisi olmadığını gösterdi. Ve darbecilerin eli-ayağına dolaştı..   İki-üç gün sonra da, Başbakan Erdoğan, Büyükanıt’ı Dolmabahçe Sarayı’ndaki çalışma bürosuna çağırdı, o da bazı generallerin sonraları onu suçlarken dedikleri gibi,  tıpış-tıpış gitti. Orada ne konuşulduysa konuşuldu..  Büyükanıt; emekliye bile sevkedilmeden, süresini tamamladı. Ve dahası, emekliye ayrıldığı zaman da kendisine öncekilere pek verilmediği bilinen bir zırhlı araba verildi.. Ve, aradan 8 sene geçti; Büyükanıt, ortalıkta yok.. Suskun.. Hattâ, Jandarma İstihbaratı’nın etkin isimlerinden olan em. general L. E’ün, kendisine hitaben, ’Ş.....siz!. Mâdem ki sonunda tıpış-tıpış gidecektin, niye yayınladın, o muhtırayı.. Ve sonra da gittin, Dolmabahçe’de, kendi paçanı kurtarmak için, ordun en parlak komutanlarını  Hükûmet’e ispiyonladın.. diye dile getirdiği suçlamalar karşısında da suskun.. Evet, Paşalar / Generaller arasında, sadece şu son 50 yılı aşkın süre içindeki 4-5 askerî darbe sırasında ne çetin savaşlar olduğunun nice çarpıcı örnekleri vardır.. Onların da dilleri açılacak olsa, kimbilir ne öğretici sahnelerle karşılaşırız.. (Bu vesileyle hatırlayalım.. 27 Mayıs 1960 Askerî Darbesi sırasında ’Erkân-ı Harbiye-i Umûmiye Reisi (Genelkurmay Başkanı) olan ve Yassıada’daki düzmece mahkemelerde idâma mahkum edilip, sonra cezası ömür boyuna çevrilen Org. Rüşdi Erdelhun,  ölümünün yıldönümü dolayisiyle, ilk kez olarak  geçen hafta, Genelkurmaş Başkanlığı’nca hatırlanıp, mezarı başında bir tören yapılmış.. Bu bile, normalleşme yolunda sevindirici bir gelişmedir. Erdelhun’un hâtırât notları iki-üç sene önce yayınlanmıştı.. O ihtilal ve yargılamalar sırasında ne ağır zulüm ve baskılara maruz kaldığına dair.. O notlarda çok öğretici tesbitler vardı.. Yeri gelirse, birgün onlara da değinilir, inşaallah..) >’Sus’ ve ’evinde otur!’;  ’konuşursan çok utanırsın..’ >Bu hatırlamalardan sonra, İlker Bey’in geçen hafta yaptığı açıklamalara değinebiliriz.

İlker Bey, ’Anlatmak için neden 5 yıl beklediniz?’ sorusuna şöyle karşılık veriyordu:

'Şubat 2009’da İlhan Cihaner’in yürüttüğü soruşturma cemaate dokunmuştu. 12 Haziran 2009’da, iddia edilen İrtica ile Mücadele Eylem Planı basında yer aldı. İrtica ile Mücadele Eylem Planı’nın uygulama alanı olarak Erzincan’ı seçmişlerdi. Komplocuların planı buydu. Kanaatimce, İstanbul’daki Zekeriya Öz ile Erzurum’daki Osman Şanal arasında ciddi bir ilişki ve işbirliği vardı. (…) Geçen hafta bu davaya bakan Yargıtay’ın 11. Ceza Dairesi bütün sanıklar için beraat kararı verirken bu soruşturmanın kovuşturma ve soruşturma safhasında yer alan diğer yargı mensupları için de suç duyurusunda bulundu. Burası önemli. Bu kararı, beklemek zorundaydık elbette. (….)

Ve devam ediyor İlker Bey:

’8 Şubat 2010’da, …Genelkurmay Karargahı’nda, makamımdayım. Birden bu konu ile ilgili personel, telaşla bana geldiler. Dediler ki, ‘Erzurum, Özel Yetkili Savcısı ve Osman Şanal 3.Ordu Karargahına gelmiş. Karargaha girip, mahkeme işte karar vermiş, şüpheli bir kişi var astsubay, ordu karargahında arama yapacak hattâ bir de el koyma da var. Yani evraka vs. el koyacaklar. Emriniz?’

Ben de kendilerine, ’savcıların ordu karargahına kesinlikle sokulmaması’ emrini verdim.

Bir kaç saat geçti. Tekrar ilgili personel geldi, yine telaşla, ‘Osman Şanal, yani Erzurum Özel Yetkili Savcısı, olay hakkında bir tutanak tutmak istiyor. Ordu Karargahı’na sokulmama emrinin kimin tarafından verilmiş olduğunu soruyor’(…) Bunları duyunca hem üzüldüm, hem de çok öfkelendim. Benim ismimin yazılmasını istedim. Çünkü emri ben verdim. Nihai hedefin Ordu Komutanı olduğunu düşündüm. Öyle bir durumda (tutuklanması halinde) TSK'yı komuta edemezdik. Bir ordu komutanına böyle birşey yapılmasını kabul etmemiz asla mümkün değildi.  ….amaç, orgeneral rütbesindeki muvazzaf bir ordu komutanını terör örgütüyle ilişkilendirerek, cezaevine göndermek..

*

İlker Bey’in bu açıklamalarına karşı, Deniz Harbokulu eski Kom. em. Amiral Türker Ertürk de 20 Kasım günü  bir karşı açıklama yapıp, İlker Başbuğ’un Ergenekon, Balyoz ve Askerî Casusluk dâvalarına ilişkin açıklamalarına mukabil bir açıklama yapmak gereği duymuş ve İlker Başbuğ’a’Konuşursak çok utanacağı şeyler anlatırız’ sözleriyle yüklenip, Başbuğ’un ’Hedef 3. Ordu Komutanı’ydı. Buna müsaade edemezdim’ sözlerinin doğru olmadığını iddia ederek, ’Sn. Başbuğ’un söylediklerine ve anlattıklarına katılabilmek mümkün değil. Halen vicdanını rahatlatmak için sürdürdüğü bu çalışmaları nafile bir gayretkeşlik olarak görmekteyim demiş ve şöyle devam etmiş: ’Biz mücadele ederken destek vermedi. (…) Ama generalleri ve amiralleri Selimiye’de toplayarak avazı çıktığı kadar bağırmasını bildi. Lütfen sussun ve evinde otursun. Konuşursak çok utanacağı şeyler anlatırız.

*

Bu em. Amiral’in açıklamasında ilginç bir nokta daha var.. Şöyle diyor: ’Balyoz, Ergenekon ve Casusluk gibi davaların arkasında gerçekte ABD’nin karanlık yüzü vardı. Çünkü ABD’nin Türkiye’ye biçtiği elbiseyi ülkemiz giymek istemiyordu. En kuvvetli direnç askerden geliyordu. Amerikalıların deyimiyle; ’generaller hizadan çıkmıştı’. Askerlerin hizaya getirilmelerine, derdest edilmelerine, hadlerinin bildirilmesine ve artık ülke siyaseti üzerindeki etkinliklerinin bitirilmesine ihtiyaç vardı. Düğmeye basıldı ve operasyonlar yapıldı.

Bakın bugün asker hizaya şimdilik geldiyse, (…)adım adım rejim değişikliği rotasında seyrediyorsak, kırmızı çizgilerimizi yok sayarak (…)

Sonuç olarak emperyalizme karşı bu savaşı şimdilik kaybettik. Şimdi bu savaşı kaybeden komutanların bazıları etrafta utanmadan ve sıkılmadan konuşuyorlar. (…)!’

*

Bu açıklamada verilen ipuçları sizi yine 1960’lardan beri ’ordunun devleti’, yani ordu vesayeti altındaki bir devlet anlayışının dişlerini göstermeye çalıştığı düşüncelerine götürmüyor mu? Çünkü, emekli amiralimiz, kırmızı çizgi dediği kemalist-laik tahakkümlerinee fren vurulmasını Amerikan müdahalesiolarak görüyor ve ‚hizaya gelmiş olma’ya hayıflanıp, rejimin adım adım değiştirilmesinen yakınıyor ve emeklilik köşesinden bile, ülkeyi idare etmenin aşkıyla yanıp tutuşarak, siyasetçileri hizaya getirmek gibi eski alışkanlıklarının sürmesini hayal ediyor.. Ve bu durumlardan dolayı halkımızı, Erdoğan’a değil de, Amerika’ya bile teşekkür edecek bir duruma getirmeye çalışıyor.

*

Generallerimiz, kendi aralarında kavga ederken, bir de üste çıkıp ihtilal yapma haklarına müdahale edilmesinden dolayı, millet ve devletten alacaklı bile çıkacaklar, neredeyse..

Biliyoruz ki, Ergenekon, Balyoz vs., gibi dâvalara Cemaat denilen harekete mensub birimlerinin eli keyfî olarak değmiş olabilir; Türkiye’deki birçok yargılamalardaki manipulasyonlarda olduğu üzere.. Ama, bugün, o dosyalar bu yolla muğlaklaştırılıp, sanıkların herbirisi beraet etti diye, ordu içindeki bir takım şeytanî yapılanmaların asla olmadığını mı düşüneceğiz?

Evet, paşalar birbirleriyle bir  kavgaya girerlerse, kimbilir daha ne gibi ilginç sahneler ortaya çıkacak vepaşalar ve maşalar hikayesi nasıl şekillenecek?

dirilişpostası