Değiniler:
1- Rusya Lideri Vladimir Putin’in Türkiye’ye ziyareti..
Rusya Devlet Başkanı Putin, 1 Aralık günü Türkiye’ye bir resmî gezi yapacak. Bu gezinin, hem Rusya ve hem de Türkiye açısından çok önemli sonuçları olabilir. Çünkü Rusya, Kırım’ın kendisine iltihakı görüntüsü altındaki ilhakı başta olmak üzere, Ukrayna’ya karşı yürüttüğü siyaseti sebebiyle, B. Amerika ve Avrupa Birliği tarafından ağır diplomatik ve ekonomik baskılar altına alınmış bulunuyor. Ama, B. Amerika başkanı Obama, daha işin başında, ‘Bu mes’ele yüzünden, Rusya’yla savaşmıyacağız, bunu Ukrayna halkı da anlayışla karşılayacaktır..’ diyerek, Rusya’ya askerî çözüm dışında yaptırımlarla netice almayı deneyeceğinin işaretlerini vermişti. Hedef, Rusya’nın ekonomik açıdan diz çökmesini sağlamaktı..
Bu da, Rusya’ya karşı yoğun ve geniş bir ekonomik ambargo şeklinde olacaktı. Bu ambargoya karşılık, Rusya da, bu durumun olumsuzluklarını gidermek için, Türkiye pazarına daha yoğunluklu olarak yöneliyor. Yani, Türkiye için büyük bir avantaj..
Rusya da ayrıca Avrupa’ya karşı petrol ve gaz sevkiyatını kısmak tehdidini savuruyor. Diplomatik ve ekonomik savaş sürdükçe, karşılıklı olarak daha pek çok yeni taktikler geliştirilecektir.
Rusya, bu olumsuzlukları ne kadar karşılayabilir, kestirmek kolay değil.. Daha şimdiden, Rus parası ‘ruble’nin değeri büyük sarsıntılar geçirmekte ve Rusya’nın kaybının şimdiden 150 milyar doları geçtiği söylenmektedir. Petrol fiyatlarındaki yüzde 30’u bulan düşüşlerin de Rusya ve İran ekonomisi için ağır darbe teşkil edeceği sanılıyor. Suûd rejiminin ve onunla birlikte hareket eden OPEC üyelerinin petrol üretimini düşürmemelerinin ve ayrıca sanayileşmiş ülkelerdeki büyük ekonomik durgunluk ve sanayi çarklarının büyük çapta yavaş işlemesinin de petrole duyulan ihtiyacı dünya çapında azalttığı uzmanlarca dile getiriliyor. Bu durumda en büyük gelir kaynakları petrol ve tabiî /doğalgaz olan Rusya ve İran gibi ülkelerin ekonomik açıdan daha bir sıkıntılı duruma düşecekleri sanılıyor. Nitekim, İran C. Başkanı Hasan Ruhanî, geçenlerde, ‘petrolün varilinin 100 doların üstüne çıkartılamaması halinde büyük sıkıntı yaşayacaklarını’ açıkça dile getirmiştir.
Ancak, bu sıkıntılara rağmen, İran’ın nükleer teknoloji yönündeki çabalarının ilerlemesinin İran halkı tarafından ödenecek bedel olarak tahammülle karşılandığı; hakezâ, Rusya halkının büyük ekseriyetinin de, Putin’e güven duyduğu ve Rusya’nın elinden çıkan bazı bölgelerin tekrar ülke bütünlüğüne eklenmesinden tatmin olduğu tahmin edilebilir. Hattâ, o kadar ki, ‘Putin yoksa, Rusya da yok!’ denilecek derecede bir yaygın Putin hayranlığının giderek yükselmekte olduğu pek çok gözlemcilerce de dile getirilmekte..
Putin, Kırım’ın Rusya Federasyonu’na iltihakıyla noktalanan gelişmeleri anlatırken, ‘Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra Kırım’ın Ukrayna’ya bırakılması karşısında yıllarca yutkunduk.. Ama, Rusya’nın o günkü şartlarında kabullenmeye mecburduk..’ demişti. Putin, yarınlarda Rusya daha fazla güçlenirse, Rusya’nın elinden çıkmasına yutkunarak seyirci olmak zorunda kaldıkları daha nice hassas konuları da hatırlayacaktır.
Putin, açıktır ki, 20 yıl öncelerde yerlerde sürünen ülkesini derleyip toplamış ve yeniden ayağa kaldırmayı başarmıştır. Denilebilir ki, bu açıdan, Tayyîb Erdoğan’la Putin arasında bir bezerlik vardır. Çünkü, Erdoğan da, yerlerde sürünen ülkesini büyük çapta güçlendirmiştir. Ayrıca bu iki liderin şahsî münasetetleri ve birbirlerine itimadları da, Rusya ile Türkiye liderleri arasında geçmişte pek rastlanmıyan cinsten, yüksek seviyede.. Ekonomik açıdan güçlü bir Rusya, Türkiye ekonomisine hem 4 milyonu aşkın turist göndermesiyle, hem de Türkiye’nin özellikle de gıda sektöründeki ihraç malları açısından çok büyük bir pazar oluşturmakta.. Keza, Türkiye’nin uluslararası üne sahib inşaat firmalarının Rusya’da büyük yatırımları üstlendiği de biliniyor. Taraflar arasındaki ticaret hacminin 30 milyar doları aşmış olması da, tarafların dikkatli bir siyasetle bu durumu sürdürmelerinde en etkili faktörlerden birisi olmakta..
Ancak, Rusya Türkiye’nin bir NATO üyesi olduğunu da asla unutmamakta.. Ne var ki, Türkiye gerek 2008’deki Rusya- Gürcistan Savaşı’nda, gerekse B. Amerika ve AB ülkeleriyle sürtüşmelerinde, taraflar arasında dengeli bir siyaset izlemek sûretiyle, bu buhranlardan en az zararla çıkmıştır denilebilir.
Tayyîb Erdoğan’ın zaman zaman (Rusya, Çin, Kazakistan, Kırgızistan ve Tacikistan arasında oluşturulan ve İran’ın da gözlemci olarak katılmasına izin verilen) Şanghai Beşlisi diye anılanŞanghai İşbirliği Teşkilatı’na üye olmak arzusunu dile getirdiği ve Putin’in ise, bu konuya biraz daha olgunlaşması ve taleblerin daha ısrarlı olması için nazlıca yaklaştığı biliniyor. Ama, bu talebin AB ülkelerince de, B. Amerika tarafından da şaşkınlık ve tedirginlikle izlendiği biliniyor.
Putin Rusyası’nın Rusya müslümanları ile ilgili konularda, Çeçenistan’da olduğu gibi bir takım yeni gailelerle karşılaşmak istemediği, 30 milyonu aşkın müslüman kitlelerle iyi ilişkiler geliştirmeye özen gösterdiği, özellikle müslüman halkların mâbed ihtiyaçlarına destek verdiği de biliniyor.
Ama, bütün bunlara rağmen, Rusya’nın tarih boyunca Osmanlı’ya en yıkıcı darbeleri vurduğu ve tarihin o acı hâtıralarının sosyal hâfızalardan kolayca silinemiyeceği de ortadadır.
Ayrıca, Türkiye ile Rusya arasında en büyük problemin şimdiki durumda Suriye Buhranıolduğu da unutulmamalı.. İran ve Rusya’nın Suriye rejimini ne pahasına olursa olsun, sonuna kadar destekliyeceklerini açıklamaları ve Türkiye’nin ise, 910 km.’lik bir ortak sınıra sahib olduğu Suriye’deki Baas ideolojisi ve partisinin 50 yıllık ve Esed Hanedânı’nın da 45 yıllık diktatörlüğü bertaraf edilmedikçe, durumun düzelmesinin imkansız olduğu görüşünde olması, Türkiye ile bu ülkeler arasındaki en büyük görüş ayrılığı, ihtilaf ve gerginlik odağı..
Daha da ilginci, bu buhranın ortaya çıkardığı, IŞİD, En’Nusra, Horasan, Ahrar-ı Şâm vs. gibi ve herbirisi, İslam adına mücadele verdikleri iddiasında bulunan ve birbirleriyle de silahlı çatışmalardan uzak duramayan silahlı örgütlerin bertaraf edilmesini asıl hedef olarak gören Amerikan emperyalizmi ve arkasından giden diğer ülkelerin şimdiki durumda Esed rejiminin her türlü diktatörlüğüne gözyummayı tercih ettiği de artık ap-açık ortada.. Bu durum da, bu buhranı daha bir içinden çıkılmaz hale getiriyor. ‘Yangını söndürecek en iyi çare, yangının bizzat kendisidir, yanacak bir şey kalmayınca, yangın söner..’ gibi bir tablo ortaya çıkacağa benziyor.
Bu çetin mes’elenin Putin ile Tayyîb Erdoğan arasındaki görüşmelerde en temel mes’ele olarak masaya geleceği tahmin edilebilir. Çünkü, Türkiye, halihazırda, 2 milyona yakın Suriye’li sığınmacının yarınlarda ikiye katlanabileceğinin de kaygılarını taşıyor. Milyonlarca insana, hele de soğuk kış şartlarında iyi bir evsahibliği yapılmakta büyük sıkıntılar çekileceği açık..
Bu konuda, Putin de, 28 Kasım günü AA.’verdiği mülâkatta ilginç açıklamalarda bulunuyor ve Türkiye’ye direkt bir eleştiri getirmemeye dikkat göstererek, ‘Suriye'deki durum, ciddî bir endişe kaynağı olmayı sürdürüyor. Komşularını yakıp yıkan, süregelen şiddetli çatışma nedeniyle Türkiye'nin sırtındaki yükün tamamiyle bilincindeyiz. Bununla birlikte, hem bu ülkede hem de komşu ülkelerde, durumun daha da kötüleşmesi riski, bir zamanlar, bunlarla flört eden ve bu örgütleri cesaretlendiren Batılı ülkeler tarafından aktif biçimde kullanılan sözde İslam Devleti ve diğer radikal örgütlerin faaliyetlerinden kaynaklanıyor. Elbette Suriye dahil, kargaşalarla sarsılmış Orta Doğu ve Kuzey Afrika bölgesinde terörist ve aşırıcı unsurlarla mücadeleyi uluslararası toplumun öncelikli hedeflerinden biri olarak değerlendiriyoruz. Şuna eminiz ki, bu tehdidin bastırılması çabaları, BM Güvenlik Konseyi’nin kararlarına, başta devletlerin egemenliğini koruma ve içişlerine karışmama ilkeleri olmak üzere uluslararası hukuk normlarına dayanmalıdır.’ diyor; bugünkü Amerikan müdahalesinin Suriye ve Irak’daki bombardımanlarında bu hassasiyetlere riayet etmediğini dolaylı olarak dile getiriyor ve’kendilerinin, Rusya Federasyonu olarak, aşırıcılarla mücadele eden Suriye, Irak ve bölgenin diğer hükümetlerine ileride de yardım sağlamaya devam edeceklerini’ vurguluyordu. 'Suriye halkının, mümkün olduğunca kısa sürede ve uygulanabilir biçimde, yaşadığı trajik olayları geride bırakması, barış ve uyum içinde yaşamasına yardımcı olmak için elimizden gelen her şeyi yapmaya devam edeceğiz. Suriye hükümeti, çeşitli muhalefet gruplar, uluslararası ve bölgesel ortaklarımız ve tabiî ki Türk meslektaşlarımız ile temaslarımız da bu amaca yöneliktir..’ diyen Putin bu arada, ’Orta Doğu ve Kuzey Afrika coğrafyasındaki tehdidlere bir bütün olarak, derinlikli bir analizle yaklaşmanın önemli olduğunu düşünüyoruz. Örneğin, uzun süren Arab-İsrail ihtilafının, Filistin sorununun çözüme kavuşmamasının aşırıcılar tarafından saflarına yandaşlar ve özellikle gençlerin katılımını sağlamak için kullanıldığı gayet açıktır.’ gibi tahlillerde de bulunuyordu; kendilerinin de, sionist İsrail rejiminin bütün cinayetlerine tıpkı Amerikan emperyalizmi gibi kol-kanat gerdiğini, ’yeşil ışık’ yaktığını, bu yöndeki açık beyanlarının müslümanlarca bilinmediğini düşünürcesine..
Tahmin edileceği üzere, Putin-Erdoğan görüşmelerinin çok rahat geçmiyeceği, ancak, her iki tarafın da birbirlerine geçmişe göre daha bir yakın olmak gerekliliğini hissedeceklerini söylemek mümkündür.
*
2- Batı Kulübü’nün tedirginliğini dile getirmek rolü Almanya’da..
Erdoğan, Rusya ile yakınlaşmasını daha bir pekiştirerek, AB ve Amerika ile münasebetlerinde kendisi üzerine konulan soru işaretlerini zayıflatmaya; Putin de, 200 yıldan beri Batı Kulübü’nde yer almayı kendisine temel siyaset yapan Osmanlı ve bugünkü Türkiye’yi kendi taraflarına çekmenin mümkün olup olmayacağına dair ısınma hareketlerine yoğunluk vermeye çalışacaktır.
Hele de, başta Almanya olmak üzere, AB ülkelerinin bir bütün olarak neredeyse bir bütün olarak, Erdoğan Türkiyesi’ne besledikleri düşmanlığın hemen bütün resmî değerlendirmelerde yer aldığı, hattâ, ’Türkiye’nin NATO’dan da atılması’ yönündeki görüşlerin bile etkili siyasetçilerin ağzından tv. ekranlarında dillendirildiği ve medya propagandalarında hemen hergün daha bir palazlandırıldığı bir dönemde, Putin-Erdoğan görüşmeleri Batı dünyasında ilgiyle ve tedirginlikle izlenecektir.
’Erdoğan Türkiyesi’ne Batı dünyasında duyulan husûmetin sebeblerini burada bir-bir saymaya gerek yok.. Kısaca, güçlenen bir Türkiye istemiyorlar; kendileri karşısında geçmişteki gibidilenircesine para isteyen, emir alan, bir Türkiye istiyorlar. Ve o zaman bütün Batı medyasında günlerdir yapılan yıkıcı yayınların, ateşe benzin dökme çabalarının bir haberleşme özgürlüğü ve hizmeti diye geçiştirilmeye çalışılması ise, daha bir tahammül edilmez durum..
Geçen yıl, Taksim- Gezi Hadiseleri sırasında, Erdoğan Hükûmeti’nin yıkılma eşiğine geldiğini zannedip, haftalarca canlı yayınlarıyla ve bütün haber bültenlerinde bu dileklerini dile getirenler, hem Mart- 2014 sonundaki mahallî seçimlerde Erdoğan’ın partisinin yine bütün rakiblerini ezip geçmesi ve Ağustos başında da ilk kez direkt halk tarafından gerçekleştirilen cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Erdoğan’ın ilk turda yüzde 52 oyla seçilmesi karşısında derin bir hayal kırıklığı yaşadılar. Ama, bu gelişmeler onları yatıştırmak yerine, ’Erdoğan Türkiyesi’aleyhine daha bir düşman yaptı.
Ve Türkiye’de olan küçücük veya sıradan bir hadiseyi bile büyük göstermeye çalışırken, kendi dünyalarında ise, olan bitenleri yansıtmamak ustalığını sergilediler.
*
Nitekim, B. Amerika’da geçtiğimiz aylarda silahsız bir siyahî gencin bir beyaz polis tarafından öldürülmesi ve geçtiğimiz hafta da 12-13 yaşında yine bir siyahî çocuğun da oyuncak tabancayla oynarken, polis tarafından ’gerçek tabanca olduğunu zannettim’ diyerek vurularak katledilmesi ve buna rağmen, bu cinayetlerin Amerikan yargı sistemince takibsizlikle sonuçlandırılması üzerine Ferguson ve diğer Amerikan şehirlerde günlerdir süren büyük karışıklıklar üzerine, emperyalist odakların emrindeki medya çevrelerinin susması ve Gezi Hadiseleri’nde pek âşıkı oldukları haberleşme özgürlüğü ve hizmetini hatırlamamaları ilginçtir. Bu duyarsızlık, geçtiğimiz bahar ayında Hamburg’da meydana gelen ve 2-3 hafta kadar süren büyük karışıklıklar sırasında da görülmüştü.
*
Böyleyken, hattâ bir T.C. vatandaşı olan ve ’Almanya’nın Sesi (Deutsche Welle)'nin türkçe yayınlarının sorumlusu olan kişinin, kendi ülkesini alman medyasında yerden yere vurması, Alman medyasındaki ve resmî çevrelerce de desteklenen ’ErdoğanTürkiyesi’ düşmanlığının boyutlarını göstermesi açısından son derece önemlidir.
Sözkonusu kişi, 28 Kasım günü, Erdoğan'ın İslam İşbirliği Teşkilatı'nın organizasyonunda müslüman ülke liderlerine "Batılılar bizim ölümüzü, petrolümüzü seviyorlar" açıklamasını yorumluyordu. Bu röportajdaki şu cümleler özellikle ilginçti:
Sunucu: Şimdi stüdyomuzda Deutsche Welle / Türkçe Yayınlar Yöneticisi Baha Güngör bulunuyor. Az önce haberde de izlediğimiz gibi Erdoğan’ın iddiaları çok çirkin. Erdoğan, “Dost gibi görünenler, bizim ölümüzü, bizim çocuklarımızın ölüsünü seviyorlar.” dedi. Bu sözleriyle Batı’ya atıfta bulunuyor. Erdoğan’ın kendisine böyle davranamayacağını söyleyen danışmanları yok mu?
Güngör: Şu anda bu konuda direnç gösteriyor muhtemelen. Diktatörler gibi davranıyor ve büyüklük hastalığına kapıldı. Erdoğan’ın dün söyledikleri aslında Batı’ya, AB’ye psikolojik savaş ilanı. Artık Avrupalıların, Erdoğan’ın 2002’de seçimleri ilk kazandığından beri yanlış ata oynadıklarını biliyoruz.
Sunucu: Erdoğan bu tarz açıklamalarıyla Türk halkından destek görüyor mu?
Güngör: Bu açıklamalarına destek görüyor. Bu tarz açıklamalarla elbette bir halkı arkanıza alabilirsiniz. Türkiye kendisini Avrupa tarafından ihmal edilmiş hissediyor.
Sunucu: Türk parlamentosu şu sıralar polis ve güvenlik güçlerinin yetkilerini artıran bir yasa tasarısı üzerinde tartışıyor. Ayrıca yasadışı gösteri yapanların da derhal tutuklanabileceği söyleniyor. Bu nasıl bir gelişme?
Güngör: Bu açıkça bir polis devletine doğru gelişimi göstermekte. Bu devlet, açıkça temel demokratik değerlerden uzaklaşıyor. İnsanlar tehlike altında, mesleki olarak da tehlike altında. Türkiye artık, Avrupa’nın bir gün AB’ye alabileceği bir ülke değil.
Sunucu: Papa bugün yeni Cumhurbaşkanlığı Sarayı’nda bekleniyor. Erdoğan bu ziyareti muhtemelen kendi amaçları için de kullanacaktır ancak Papa’yı, Türkiye’deki Hristiyanların durumu ilgilendiriyor. Hristiyanların durumu nasıl?
Güngör: Pek iyi değil, bu konuda iyi şeyler duymuyoruz. 1971’den beri Ortodoks Hristiyanlar, Heybeliada Ruhban Okulu’nda eğitim veremiyor. Türkiye’de yaklaşık 100 bin Katolik ve diğer Hristiyan mezheblerine mensub insanlar yaşıyor. Hristiyanların sayısı oldukça azaldı. AslındaTürkiye, Anadolu Hristiyanlığın anavatanı, ama, buralardan maalesef artık sadece kötü haberler alabiliyoruz’
Evet, bu sözler bile, uluslararası çevrelerde hangi emperyalist dalaverelerin nasıl tezgahlandığına dair gerekli bilgiyi vermeye yetiyor. Ve çoğu yersiz olan bu sözlerin sahibi, bir T.C vatandaşı..
*
Gerçi burada, herkesi aynı kefeye koymamak da gerekiyor.. Nitekim, Almanya’nın bir önceki cumhurbaşkanı olan ve ’İslam Almanya’ya da aid bir dindir..’ dediği için sevimsiz hale gelen ve üzerine bir takım yolsuzluk iddiaları atılıp, -sonunda beraet etse bile-,cumhurbaşkanlığından istifa ettirilen Christian Wulff, 20 Kasım günü yaptığı açıklamada, müslümanlarla ilgili bir algı operasyonunun devrede olduğundan söz ediyor ve ’Bazı teröristlerin bir dini ve Kuran’ı böyle barbarca kullanmaya çalışması, beni çok endişelendiriyor. Bu teröristler İslam’ın ilkelerini dahi ihlal ediyor. Bizim asıl şimdi, bizimle birlikte, ister dindar olsun, ister olmasın, ister hristiyan olsun, ister yahudi, bu ülkelerdeki terör ve şiddete karşı çıkan Müslümanların yanında olmamız lâzım..’ diyordu.
Wulff, yanlış, kötüleyici sözler ve genellemeler yerine birlikteliği ön çıkarmak zamanı olduğunu söylüyor, Almanya’yı, bu ülkede yaşayan barıştan yana insanlarla dayanışmaya çağırıyordu.
*
3- Refsencanî’den gecikmeli olsa da, yerinde ve gerekli bir ikaz..
İran'da Şahlık rejiminin, yüzbinden fazla insanın hayatına mal olan büyük bir halk hareketi ile 1979 başında devrilmesi ve İslam Cumhuriyeti nizamının kurulmasından itibaren ilk 25 yıl boyunca en önde gelen simalardan birisi olan eski cumhurbaşkanı Hâşimî Refsencanî, çok gecikmeli olsa bile, çok yerinde ve gerekli bir ikazı, iki hafta kadar önce yaptı, ama, bu sözlerin üzerinde pek durulmadı. Refsencanî’yi başka zamanlarda ağır şekilde eleştiren çevreler bile, onun bu sözlerine değinmedi, böylece de İran halkı, bu sözlerden etkin şekilde haberdar olamadı ve gerekli değerlendirmeyi yapmak imkanı bulamadı.
Refsencanî, sözkonusu konuşmasında ’Etnik, dinî ve iç meseleler İslam ülkelerini meşgul etmekte. İslam ülkeleri ortak bir politikayı takib edemedikleri için, İsrail rejimi Filistin halkına yönelik zulüm ve baskı yapmaya cesaretleniyor..’ diyor ve ’İslam ülkeleri bir milyar 700 milyon nüfusa sahib.. Yaklaşık 60 ülkeden oluşan bu ülkeler, çeşitli enerji kaynaklarıyla bölgede ve uluslararası alanlarda birinci güç olabilirdi’ dedikten sonra pek alışılmamış bir itirafta bulunuyordu.
İslamî vahdetin, / birlikteliğin önündeki en büyük engellerden birinin de mezheb faktörü olduğuna işaret eden Refsencanî, -özetle- "İslam dünyasının kendi içindeki bölünmüşlüğüne son vermek için kutsal Kur'an'a uymalıyız çünkü mezheb farklılıkları, Sünnî ve Şiî Müslümanları birbirine düşürmüş, Müslümanlar arasında mezheb farklılığı bir çatışmaya sebeb olmuştur" diyor ve şöyle devam ediyordu: ’Kur'an-ı Kerîm, (Enfâl Sûresi, 46. âyetinde) bize, ’Birbirinizle çekişmeyin, yoksa gücünüz gider..’ diyor. Ama, Biz Şiîler, bu uyarıyı görmezden gelerek, ikinci Halife Ömer başta olmak üzere Peygamber sahabesine lanetler ederek, Şiî-Sünnî ihtilaflarını arttırdık. Hattâ, bazıları bu törenleri ibadet maksadıyla yerine getirir oldu. Hz. Fatıma’nın vefat günlerinde okunan mersiyelere, ağıt metinlerine bakınız, bunun örnekleriyle doludur..’
*
Evet, bu sözlerin Refsencanî gibi bir isim tarafından -gecikmeli olsa da- dile getirilmesi son derece önemlidir ve ümmetin uyanmasına, kendisine gelmesine bir etki yapabilir. Her ne kadar bu sözlerin, İran halkı tarafından duyurulmaması için, üzerinde fazla durulmasa ve üzerine tonlarca sukût külü dökülmüş olsa bile..
Hele de bazı arab diyarlarında, ’şiî müslümanları, hattâ İsrail’den bile daha tehlikeli ve İslam’ın en büyük düşmanı’ olarak gören ve gösteren yaygın propagandaları sünnîlik adına yapanların da bu sözlerden ibret almaları ve akıllarını başlarına devşirmeleri dileğiyle..
haksöz