Rahmeti zahmete çevirmekte insanoğlunun eline su dökecek yok. Zâten Nuh tûfânı da, İlâhî ve nebevî rahmeti takdir edemeyen insanın kendi çağırdığı ceza değil miydi? Suya hükmünü geçiremeyen, onunla yarışamayan, yağmura "yağ!" veya "dur!" diyemeyen, sellerin ve doğal âfetlerin ders veren zararlarını teknolojisiyle sıfırlayamayan insanın kendi âcizliğini ve tüm tabiatın/âlemlerin rabbine teslim olması gerektiğini kabul için, aslında çok zeki ve kültürlü olmaya gerek yok. Yaz kurak geçti diye şikâyet ederken, kışın ay boyunca yağan rahmetten de şikâyet eder zavallı insan. Tedbir almadığı, teknolojinin imkânlarını hayırlarda kullanamadığı için yazın kuruyan barajlarını, kışın köyler üzerine boşaltmakla çözümler(!) bulur. "Suyla yarıştığını" iddia ederek çizmeyi aşan şekilde reklamlarını yapanlar, -başka ülkelerde örnekleri olduğu halde- yağmuru üzerinde tutmayıp altındaki toprağa sızdıran asfaltlar düşünmezler. Ve insanoğlu, kendi fıtratının aksine hareketle dünyayı kendine zindan edip topluma da zulmettiği yetmiyormuş gibi, tabiattaki İlâhî kanunun/sünnetullahın sınırlarını ihlâl edip çevreyi kirletmenin cezasını da tüm dünya insanlarına, hatta diğer mahlûkata da çektiriyor. Yeryüzünü ifsâd eden insan, ozon tabakasını da deliyor; karşılığını da global çölleşme ve iklimlerin intikamıyla çekiyor. Yeryüzünün halîfesi olan/olması gereken, tabiatla aynı Zâta kulluk yapan doğanın/çevrenin kardeşleri "muslih"ler tarih sahnesine çık(a)madığı için, onlar da "cezâsı, sadece zulmü işleyenlere has kalmayıp görevini yapmayan insanlara da şâmil olan fitne"nin kurbanı oluyor.
Tarih boyunca bütün büyük medeniyetler, su kaynaklarının etrafında kurulup gelişmiş, ne zamanın değişmesi, ne de teknolojinin ilerlemesi bu durumu değiştirebilmiştir. 21. yüzyılda da su, toplumların refah seviyelerinin yükselmesinde önemli faktör olma özelliğini koruyacaktır. Kurak ve yarı kurak ülkeler, hal-i hazırda su sıkıntısına girmiş durumda olup, görünen o ki, daha başka ülkeler de yakın gelecekte bu sayıyı artıracaklar. Çoğu fütürolog/gelecekbilimci, yakın istikbaldeki nice savaşın "su savaşları" olacağını bekliyor, öngörüyor.
Su, her insanın her gün kullandığı vazgeçilmez bir ihtiyaçtır. Daha büyük su sıkıntısıyla karşılaşmamak için, suyu kullanan tüm kesimlere görevler düşmektedir. Öncelikle evde, sanayide, ziraat alanlarında ve diğer kullanılan yerlerde suyun bir damlası dahi israf edilmemelidir. "Yiyin, için, fakat israf etmeyin; çünkü O (Allah) israf edenleri sevmez." (7/A'râf, 31)"Müsrifler, şeytanların kardeşleridir." (17/İsrâ, 27) "Ve onlar ki, harcadıkları zaman ne israf ederler, ne de cimrilik ederler; (harcamaları) bu ikisi arasında dengeli olur." (25/Furkan, 67) Bir hadis rivayeti şöyledir: "Akmakta olan bir nehir kenarında bile olsa, suyu israf etmeyin." Kur'an ve hadisin getirdiği bu esaslara âhiret için olduğu kadar; dünya için de uymak zorundayız.
Yine, çevre kirliliği konusunda araştırmalar yapılarak su kirlenmesine karşı gerekli tedbirler alınmalıdır. Hz. Peygamber, 14 asır önce, durgun suya bevletmeyi ve su kenarına abdest bozmayı yasaklamıştı. "Sizden biriniz, durgun suya abdest bozmasın ve böyle bir suda cünüplükten dolayı yıkanmasın." (Buhârî, Vüdû', 68; Müslim, Tahâre 51) Ne yazık ki, O'nun prensiplerine uyulmayıp, yasakladıklarının en kötüsü yapıldığından suyumuz da kirlendi, huyumuz da; tabii çevremiz de.
Su, içme ve bitkilerin sulanması yanında, önemli bir temizlenme aracıdır. Bazı ibâdetleri yapabilmek için farz olan abdest veya gusül abdesti ancak su ile alınır (Bkz. 5/Mâide, 6 ve 4/Nisâ, 43). Abdest bir ibadettir de. Abdest, dışı temizlediği gibi insanı iç temizliğe de ulaştırır. Abdest nur; abdest üzerine abdest ise nur üzerine nurdur. Diğer yandan, namaz için giysilerin, bedenin ve namaz kılınacak yerin temiz olması da şarttır. Temizliğin de su olmadan mümkün olmadığı bir gerçektir. "Sizi temizlemek için Allah, gökten su indiriyor." (8/Enfâl, 11). Suyun fazla olmadığı bölgede yayılmaya başlayan dinin su ve su ile temizlik konusunu öne çıkarması, suyu aramayan, sudan ve rahmetten kaçan Batı insanına bir ufuk açması gerekmez mi?
Su ve Düşündürdükleri: Çeliğe su verince kuvvetlenir. Tohuma, çiçeğe su verince filizlenir, dallanıp budaklanır. Çölde kalmış bir yolcuya su verirseniz, hayat vermiş olursunuz. Kıraç topraklar, çölleşen yer, suya hasrettir. Yanan gönüller, çorak sineler, kuru gözler, kuruyan ruhlar, gökyüzünden bir meltem gibi yumuşak ve sessiz sessiz akacak rahmeti beklerler.
Dünya denizinin üzerinde yüzmesi gerekirken gemimiz suyu içine/gönlüne aldı. Bu hırs sonucu, üstünde yüzecek temiz sudan da mahrum kaldı. Artık karaya oturan gemimiz, S.O.S. sinyalleri saldı.
"Ağlayın, su yükselsin! Belki kurtulur gemi; / Anne, seccâden gelsin, bize duâ et, e mi?"
Su, insanoğlu ve diğer canlılar için ne büyük lütuf. Şırıl şırıl sesi, çevresini yeşillendirip serinletmesi, tozu toprağı yatıştırıp her türlü kiri, pisliği temizlemesi, kuruyan dudakları ıslatıp içene can katması, çatlayan toprağı doyurup pörsüyen bitkilere hayat vermesi, bu lütuf zincirinin halkaları. Su, adına kasideler yazılan nimettir: Âlemlere rahmet olarak gönderilen zatla (21/Enbiyâ, 107), rahmet olarak inzal olan yağmurun (7/A'râf, 57) arasında güzel bir bağ kuran, Peygamber sevgisini su sevgisiyle simgeleştiren na'tların en güzellerinden biri Fuzuli'nin "Su Kasidesi"dir. Su, Yüce Beyan'da cennetin güzellikleri arasında sık sık yer alan hediyedir: "İman edip sâlih amel işleyenlere, altından (içinden) ırmaklar akan cennetler olduğunu müjdele!" (2/Bakara, 25). Su, Nebî'nin (s.a.s.) parmağında bereketlenip çeşme gibi akan mûcize...
Kur'an, semâdan inzâl edildiği gibi; yağmur da yine semâdan (yukarıdan, üstten) inzâl edilmiş/indirilmiştir. Her ikisi de rahmettir. Bir çiçeğin, bir gülün semâdan inen rahmete/yağmura ihtiyacı vardır; yoksa bir ot yığını, bir diken parçası olur, ölür gider. Bir insanın da semâdan inen rahmete/Kur'an'a ihtiyacı vardır; yoksa canlı cenazeye, elbiseli oduna benzer, rûhen ölür gider. Su, hayat kaynağı olabilir; Kur'an ise âb-ı hayattır/ölümsüzlük suyu. Kur'an nağmelerinin ruhu coşturması gibi, su sesi de insana huzur verir; İkisi de Allah'ın kitabıdır çünkü. Birini içmeye başlarken "Elhamdü lillâh..." deriz; diğerini içtikten sonra. Kur'an çeşmesi cehennemimizin ateşini söndürecektir; suyun ateşi söndürdüğü gibi.
Aslında biri yanıcı, biri yakıcı olan iki elementin birleşmesinden, ateşi söndüren bir sıvı yaratması; zıtları birleştiren, acıya tat, çileye zevk katan bir Zât'ın muhteşem sanatının ayrı bir görüntüsüdür. Bilindiği gibi hidrojen yanıcı bir gaz; oksijen ise yakıcı. Ama su; gaz da değildir; Hidrojenin zehirli bir gaz ve öldürücü bomba olduğu, ağırlıklı oranda ondan meydana gelmiş suyun ise tatlı ve ihya eden olması gibi.
Hangi insan, evinin bahçesinde bir çağlayan olmasını istemez; ya da güzel bir nehir kenarında köşk? Öyleyse iman ve sâlih amellere sarılsın suyun o güzel görüntüsü ve şırıltısı Cennette onu bekliyor. Tabii, bir de kevser; Rasûl'ün sunduğu rahmet çeşmelerinden dünyada içenler için. Tabii insan özgür: Zakkum, irin ve kaynar suyu da tercih edebilir; dünyada onca temiz içecekleri bırakıp alkolü tercih ettiği gibi. Zemzem: İsmail'in hâtırası. Can suyunu, kanını sevdiğine seve seve vermeye hazır olana En Sevilen' in cevabıdır/ikramıdır o mübarek su. Ama insan, mecbur değil, şeytanın sunduğu süslü kadeh içindeki zehir, bazılarının tercihidir; özgürlük var, zevklere karışılmaz.
İnsanımızın Selsebil özlemidir sebil. Müslümanlar, Kerbelâ'nın ne demek olduğunu bildiklerinden düşmanlarının bile rahmetten mahrum olmasını istemezler. Eskiden beri müslümanlar, adım başına çeşme yaptırmışlar, soğuk su temin edip adına sebil demişler. Sebil, sebîlullah'ın kısaltılmışıdır; rahmeti kısa yoldan elde etmek için, kestirmeden rahmet sunmaktır bu. Frengistan'da ve oralara özenen yerlerde göremezsiniz sebilleri. Oralarda her şey paraya endekslenmiştir. Ve artık, su bile "sudan ucuz" ,"su gibi ucuz" değildir. Onlar, sudan para kazanıp sudan konularla uğraşsın, havadan sudan dem vursun, kasalarını doldurup su gibi para harcama sevdasında olsunlar, musluklarından şarap akan otellerde konaklasınlar. Ve müslümanları bir kaşık suda boğmak istesinler. Unutmayalım, imtihan çeşmesi olmaz bir; "Oluklar çift; birinden nur akar, birinden kir." unları ve destekçilerini de boğandır. Gökten sadece rahmet yağmaz; gazap yağdığı da olur. Rahmet, özdeki zehri artıran işlev de görür. Yağmur, kirazın tadını arttırır, ama Ebû Cehil karpuzu, bundan yararlanmasını bilmediğinden, ancak acılığı çoğalacaktır. Kur'an'ın mü'minlere şifâ ve rahmet yağdırırken; zâlimlerin hüsran/ziyanlarını arttırdığı (17/İsrâ, 82) gibi. Sen de rahmet ol; ince ince ve latifçe yağ gül tomurcuklarına, güldür yüzünü güllerin. Ama gülle olup yağmasını da bil, suya düşman olanların tepelerine. Sun rahmeti, rahmet ol, yağ insanların başlarına; tûfan ol, sertleşip dolu olarak in, rahmete sövenlere, bakma timsah gözyaşlarına. Binecek başka gemileri olmadığı halde, göz önündeki Nuh'un gemisini reddeden için kaçınılmaz sondur tûfanla helâk. Mûsâ'nın Rabbine ve mesajına kör ve sağır olanlar için su, ne hayat kaynağı ne de dosttur. Onlar, suya akseden kendi canavar görüntülerinin pençelerinde kıvranacaktır. Saydamdır su, aynadır; bakan göze göre değişir rengi. Yeşil gözle bakan yeşili, kızıl gözle bakan kızılı görecektir. Firavunlar Kızıl Denizde boğulurken, Mûsâlar yemyeşil ova gibi sıratta, sırât-ı müstakimde yol almıştır, yol alacaktır.
Bazıları hayat boyu suyu arar; bilmez ki, "vermez suyu, ipsize kuyu". Bazıları da serabı su zanneder; Zehri şerbet sananlar gibi. "Su gibi aziz olmak" için izzeti doğru yerde aramak gerekir. "Suya sabuna dokunmadan" temizlenmek, tertemiz insan olmak mümkün değil; bazı bedelleri, zorlukları olsa da rahmet deryasından yararlanmak için "derine dalmak" , fincancı katırlarını ürkütmek, su kenarındaki kurbağaları bağırtmak pahasına da olsa suya sabuna dokunmak, başkalarına da suyu sabunu ulaştırmak gerekir. Öyle demiş şair: "Âb-ı pâke ne zarar, vakvaka-i kurbağadan?" Ne? "su uyur, düşman uyumaz" mı? Uyanık suları, uyandıran, akıp coşan ve çağlayan suları çok gördük; düşman da uyumaktan çok uyutma sevdasında. Dinle bak, yağmur/rahmet sesi, seni uyandırmak için gökten sana ulaşıyor. Unutma, su götürmez bir hakikat şu ki, zaman su gibi akıp gitmekte.
Bu fırtınalı kış günlerini cennet gibi bir bahara çevirecek, susuzluktan kuruyan dilimize, kavrulan gönlümüze yeniden hayat verecek suya kavuşmak için hayat kaynağını, rahmeti uzaklarda aramaya gerek yok; işte yakınımızda, evin duvarında. Gerçekten Şirin'imize, şirin bir şeye/birr'e kavuşmak için dağları delip, ardındaki suyu insanlara sunmamız gerek: "Vur kazmayı Ferhat! Çoğu gitti, azı kaldı."
Hayat ve Enerji Kaynağı: "Allah, bütün canlıları sudan yarattı." (24/Nûr, 45). Su, bilindiği gibi, iki hidrojen ve bir oksijenin bileşiminden meydana gelen sıvıdır. Yeryüzünde insan, hayvan, bitki ve tüm canlıların ana yapı oluşum unsuru ve varlıklarının devamı için kullanmak zorunda oldukları İlâhî rahmet ve kaçınılmaz maddedir. İnsan vücudu, zarif siluetinin altında onu teşkil eden hücrelerin doldurduğu ve içinde yüzdükleri, yürüyen bir göl veya denizdir. İnsan, içinde yaşadığı göldeki suyu her gün birkaç bardak harcar, parçalar, atomlarına ayrıştırır, kullanır ve vücudundaki artıkları temizler, dışarı atar. Bu harcanmış su, her gün, birkaç defa temiz olarak yerine konmuş olmalıdır. Hayat, sağlıklı yaşama, öncelikle bu esasa dayanır. Bu gerekli günlük ihtiyacı yerine koyamayan insan, vücudunu oluşturan hücrelerin ateşten kavrulduklarını hisseder. Vücut yanmaktadır; içilen bir bardak su, bu yangını söndürürken, en büyük ferahlığı verir, inançsıza ve müşriğe bile "ooh, çok şükür Allah'ım" dedirtir.
Dünyanın üçte ikisinin su olduğu bilinmektedir. Benzer bir durum, insanlar için de söz konusudur ve insanların % 50-70'i sudur. Kanın, % 83'ü, gelişen embriyonun % 90'ı sudur. Kasların % 75'i, böbreklerin %82'si, beynin %74,5'u, kemiğin % 22'si sudur. Su, sürekli olarak vücut yüzeyinden buharlaşıp atmosfere karışır.
Suyun meydana gelmesi dünyaya gerektiği kadar depolanması bir tesadüf değil; ince hesapların sonucudur. Suların en derin yeri, on bin metreyi biraz aşarken, en yüksek dağ, 9 bin metreye varmaktadır. Yüksekliklerle çukurların dengeli kurulması ve yeryüzünün şekillenmesi bile bir sanat eseri olduğu gibi, suların bütün kara parçalarını işgal etmemesi de İlâhî bir plan neticesidir.
Yeryüzüne her saniye ortalama 16 milyon ton su inmekte, aynı miktarda da yeryüzünden buharlaşmaktadır. Modern bilimin ortaya koyduğu bu gerçek, 1400 yıl önce Yüce Rehber tarafından: "Her sene, yeryüzüne inen su miktarı eşittir. Sadece, suyun indiği yerler muhteliftir." şeklinde ifade edilmiştir. Tabii ki, yağış miktarı her yerde aynı değildir.
"Biz, rüzgârları aşılayıcı olarak gönderdik ve gökten bir su indirdik de onunla su ihtiyacınızı karşıladık. (Biz bunları yapmasaydık) siz onu (yeterli suyu) depolayamazdınız." (15/Hıcr, 22). Bu ayetle, ayrıca yeraltı sularına dikkatlerimiz çekiliyor. "Gökten belli ölçü ve miktarda su indirdik de onu yerde durdurduk." (23/Mü'minun, 18) "Rüzgârları ve yer ile gök arasında emre hazır bekleyen bulutları evirip çevirmesinde elbette düşünen bir topluluk için (Allah'ın varlığına ve birliğine) deliller vardır." (2/Bakara, 164)
Rüzgârın dindiği ve yağmur damlalarının toplu halde, o nâzik ve nâzenin çiçekleri, binlerce küçük hayvancıkları incitmeden yavaşça yere indiği bahar yağmurları ne kadar huzur vericidir. Fakat herhalde, karşımızdaki bu nefes kesici manzarayı seyrederken yağmurun tatlı nağmelerini dinlerken, damlaların hangi halde bize bu tabloyu sunduklarını düşünmüş olsak bile, bizim bu konuda fazla bilgimiz yoktur.
Yaratıcı'nın koyduğu kanunların zincirleme işlemesiyle atmosfere gelen güneş ışınlarının, ancak canlıların ihtiyacı kadar olan üçte biri yeryüzüne ulaşır. Bu da rahmetin/yağmurun devamlılığını temin eden buharlaşmayı sağlar. Denizlerden ve toprak üzerinden kaldırılan su aynı oranda buharlaşır, tekrar yere iner ve hayatın devamında görev alır. Sonsuz kudret sahibi Allah, bir yılda 450 katrilyon litre suyu buharlaştırmaktadır. Kezâ, dakikada yeryüzüne yaklaşık bir milyar ton, saniyede 16 milyon ton su, yağmur olarak indirilmektedir. Yağışlar, yeryüzünün değişik bölgelerinde farklı miktarlarda olmasına rağmen, evrende israfa yer verilmeyerek bu rakam korunur ve bir yıl içerisinde dünyaya düşen toplam yağmur miktarı, diğer yıllarda da hep aynı kalır ve bütün zaman boyu böylece devam eder.
Yağmur damlaları, dengelenmemiş bir yerçekimi kuvvetinin etkisinde kalsalardı; yere düşene kadar hızları devamlı artarak çok büyük değerlere ulaşırdı. Bu da, dolayısıyla muazzam hareket enerjisi kazanmış damlaların yeryüzüne taş gibi düşen felâketi olurdu. Bunun hiç de böyle olmadığını, ilmi sonsuz bir Yaratıcı'nın tecellisiyle başlangıçta hareketsiz olan her bir damlanın, yerçekiminin ters yönünde artan bir hava direncinin etkisinde hareket ettiğini görüyoruz. Bu şekilde damlaların hızları, yukarı yönlü hızla artan hava direnci ile, aşağı yönlü yerçekimi kuvvetinin birbirine eşit olmasına kadar artarak sonunda sabit kalmaktadır. O aktif, berrak ve tatlı su, hiçten ve gaybî bir hazine-i rahmet'ten gönderildiği hem câhillerce hem bilginlerce kabul edilir ki, sanki rahmet, tüm canlıların ihtiyaçlarına cevap vermek için tebessüm ederek damlalar suretinde ilahî hazine çeşmesinden akmaktadır. Yağmurda görülen bu İlâhî yardım tecellisinden dolayı ona rahmet adı verilmiştir. (1)
Denizler dolusu su, gökler dolusu su... Bir senede yağan yağmurları bir araya toplamak mümkün olsaydı, belki Akdeniz'i doldururdu. Demek ki, bir senede Akdeniz'i gökyüzüne çıkarıp yere indiren, onları toprağın altına geçirip, yer altı kanallarında dolaştırıp, tekrar yeryüzüne ulaştırıp, insanların hizmetine sokan var. Nil, Fırat ve Amazon nehirlerinin çıkışı, insanı hayretler içinde bırakmaktadır.
Bulutlar için, tencereden çıkan buharı örnek verirler. Burada unutulan hususlar şunlardır: Nasıl ki bir tencere, tencerenin içinde su var ve bu su, sobanın üzerine konmuş, soba da yakılmışsa... Yeryüzü sularını, su yatakları denen kaba koyan, güneş ısısı ile bunu buharlaştıran bulunmalı ve bilinmelidir. Yani suyun teşekkülünden tutunuz, buharlaşmasına kadar bütün süreç, bir tertip ve nizam içinde yürümektedir. Bu nizamı koyan kimdir? Sular, en fazla yazın buharlaşır. Fakat en kurak mevsim de yaz aylarıdır. Buharlaşma, deniz ve okyanuslarda daha fazla olmasına rağmen, buralara daha fazla yağmur yağmıyor; suya ihtiyacı olan ormanlık alanlarda yağış fazla oluyor. Bu örneklerden anlıyoruz ki, bir yerde buharlaşan sular, gökyüzüne yükselip, rüzgâr arabasına bindirilip, bir plân dahilinde sevk ediliyor, yaprakları buruşan, hal dili ile su isteyen bitkilerin imdadına yetiştiriliyor. Bitkilerin bulunmadığı yerlere yağmurun az yağması gösteriyor ki, ormanlar yağmur çekme bakımından da bir hazinedir.
Yükselen buharlar başıboş bırakılmıyor. Onlar belirli yerlerde toplanıp, belirli yerlere sevk edilince, o bölgenin rasathanesi "bugün falan yere yağmur yağacak" diye bildiriyor. Artık yağmur o beldenin sınırına gelmiştir. Nasıl ki radarlar, yaklaşan uçağı yakalayıp haber veriyorsa, meteoroloji istasyonlarındaki âletler de, yaklaşan, hatta içeri giren buharı, yani rutubeti haber veriyor. Böylece yağmurun yağacağı anlaşılmış oluyor. "Hiç yağmur yağmasaydı ne olurdu?" "Yağan yağmurlar, hiç durmasaydı ne olurdu?" "Yağmurlar tane tane değil de oluktan boşanırcasına yağsaydı, kaya gibi başımıza düşseydi ne olurdu?" Bu üç sorunun cevapları aynı olacaktı: Tek kelimeyle "felâket!" Öyleyse yağmurun yağışında üç felâket gizlenmiş. Bizi bu üç felâketten koruyan var. Şükretmeyelim mi?
"Yağmur, doğanın sevinçten ağlamasıdır." Bir yağmur damlasının buharlaşıp gök yüzüne çıkması ve yoğunlaşıp yağmur halinde yeryüzüne inmesi esnasında; şiddetle inmeden, rahmet olarak başımızı okşaması, canlıların imdadına yetişmesi, şefkatle üzerine düştüğü en nâzenin yaprak ve çiçeklere dahi zarar vermemesi, bütün bu olayların, üstün bir ilim ve kudret çerçevesinde gerçekleştiğini göstermez mi? (2)
Suyun terkibi belli; iki hidrojen bir oksijenden oluşmuş. İyi de, teknolojiyi putlaştıran insanoğlu, laboratuvarda üretsin suyu, yağmur beklemesine ne gerek var? "De ki: (Sabahın birinde) Suyunuz çekiliverse, söyleyin bakalım, size kim bir akar su getirebilir?" (67/Mülk, 30) "İçtiğiniz suyu düşündünüz mü? Buluttan onu siz mi indirdiniz, yoksa indiren Biz miyiz? Dileseydik onu tuzlu yapardık. Şükretmeniz gerekmez mi?" (56/Vâkıa, 68-70)
Bütün yaratıklara rızkını veren Rabbımız, mahlûkatını rızıklandırmak için öyle mükemmel, öyle hoş ve güzel, aynı zamanda akla durgunluk veren öyle muhteşem bir sistem kurmuş ki, hayran kalmamaya imkân yoktur. İncelediğimizde, bu sistemin ne kadar ince bir hesabın eseri olduğunu ve ne kadar ustalıkla uygulanmakta bulunduğunu görür ve hayranlıkla yaratıcının büyüklüğünü kavrarız. "De ki; gökten yağmur gönderip bitkileri çıkarıp size rızık (olarak) veren kimdir?" (10/Yûnus, 31). Bilindiği gibi, yiyeceklerimizden çoğunu Allah'ın büyük lütuflarından olan yağmur sayesinde sağlarız. Eğer yağmur olmasa, akar sularımız da olmaz. Akar su ile sulamamız da imkânsız olur.
Kurak geçen senelerde çekilen su sıkıntısını hepimiz biliriz. Kuraklığın devamlı olduğunu düşünün, halimiz ne olurdu? Arz üzerinde bitki namına bir şey kalmaz ve bulunmazdı. Yağmuru yağdıran, topraktan bitkilerin ve gıdamızı teşkil eden hubûbat, sebze ve meyvelerin yetişmesini sağlayan Cenab-ı Hak'tır. Çeşitli gıdalarımızın her biri yaratılma ürünü olduğu gibi, toprak tarafından tekrar tekrar verilmesinin nasıl meydana geldiğini düşünelim. Eğer bu çeşitli gıdalar yaratılmamış olsaydı, ya da toprak bunları yetiştirecek imkâna sahip kılınmamış olsaydı, bunları nereden, nasıl elde edebilirdik? Eğer gökleri yaratıp oradan yağmuru indirmese, toprağı yaratıp bunları yetiştirecek özelliklere sahip kılmasaydı hiç birini elde edemezdik. Onun için ne kadar şükretsek y
Yağmurların dizginini elinde tutan, kar'ın dizginini de elinde tutuyor. Bir arabacı, atın dizginlerine sahip olup, arabasını nasıl istediği yere sevk ederse, bulutları rüzgâr atına bindiren, onun dizginini tutan, yükseliş ve alçalış mesafelerini ayarlayan, bir de kar tanelerini hem tane tane yağdırıp hem de bunların birbirine yapışarak çığ gibi başımıza düşmesini önlüyor, hem de düşen kar tanelerinin her birini süslüyor ki, görüp de ibret alalım.
Kar yağdığı sıralarda, önceden hazırladığımız siyah mukavva cinsinden bir cismi, karın altına tutsak, yağan kar tanelerine büyüteçle baksak, altı köşeli, sekiz köşeli kar taneleri göreceğiz. Bir genç kızın çehizine işleyeceği nakışların en güzellerinin bu kar tanelerinde bulunduğuna şâhit olacağız. Kar taneleri, mükemmel geometrik şekilleriyle âdeta gökyüzü çiçeklerine benziyor. En usta desinatörlerin elinden çıkmış hârika motifler gibi, her birisinin girift yapıları var. Bir tanesini bile en dâhî mimar, dakikalarca uğraşmadan çizemeyeceği halde, Cenab-ı Hak, milyarlarcasını her saniyede şekillendirip, eşit ağırlıklarda kesip yeryüzüne gönderiyor.
Hem de hiç biri, diğerine benzemeyen orijinal nakışlar. Evet, bu konuda araştırmacıları ve özel tekniklerle kar kristallerinin fotoğrafını çeken şahısları hayretlere düşüren bir gerçek o ki, hiçbir kar kristali, birbirine benzememektedir. Amerika'lı Vilson Bentley, 1885 yılında kar tanelerindeki akıllara durgunluk verecek muhteşem sanat karşısında âdeta büyülenmiş ve 50 yıl boyunca sürekli kar resimleri çekmeye kendini mecbur hissetmiş, çektiği 6000 fotoğraftan seçmeler yaparak yayınlamıştır. Orijinal kar kristallerinin bu gizemli ve ihtişamlı özellik ve güzelliklerinin anlaşılmasından sonra, bunların fotoğraflarını çekmek, âdeta bir sanat haline gelmiştir. Bu durum; sesleri, simâları veya parmak uçlarını ayrı ayrı mühürleyen İlâhî kudretin, kar tanelerindeki tecellisidir ve hiçbir hâdisede en ufak bir tesadüf olmadığının, kar taneleri sayısında isbatıdır. Evet, her bir kar kristali, gökyüzünden inen muhteşem bir tablo kadar sanatlıdır ve su zerrelerinden meydana gelen bu tablolar, yine bir su zerresinden yaratılan insanoğluna yaratıcısını göstermeye yeterlidir. İngiliz bilim adamı, 24.000 kar tanesi üzerinde yaptığı araştırmada hiç birisinin birbirine benzemediğini ve hepsinin hârikulâde motiflerle süslendiğini görüyor ve sonunda şu kanıya varıyor: Dünyanın yaratılışından bu yana yağan kar tanelerinin hiçbirisi birbirine benzemiyor. (3)
Yağmakta olan kar tanelerini alıp incelediğimizde yeni yeni şekiller görmek kaçınılmaz. Sanatkârı takdir etmemek ise mümkün değil! Her yarattığını, özellikle insanı, benzeyen özellikler içinde benzemeyen nice farklarla yaratan evrenin muhteşem sanatkârı için, milyarlarca kar kristalini ayrı ayrı güzellikte ve desende Bedî ismiyle, orijinal biçimde yaratmanın hiç de zor olmadığını, günümüz bilimi, görmek isteyen her göze fotoğraflayıp göstermektedir.
Yağmur ve kar, fırtınalı havalarda dahi yağarken, birbirleriyle çarpışmaz. Eğer çarpışsa yeryüzüne gelinceye kadar dev kütleler oluşturup bizlere zarar vereceklerdi. Bu da kütlelerinin en hassas terazilerin ölçemeyeceği hassasiyette birbirine eşit olduğunu gösteriyor. Zira birbirinden ağır maddeler düşerken ağır olanı daha hızlı yol alarak önünde bulunana çarpabilir. Ve kar tanelerinde de birleşme özelliği olduğundan zararlı kütleler oluşturabilirlerdi. "O'dur ki, her şeyi güzel yarattı." (32/Secde, 7) "Sizi temizlemek için Allah, gökten su indiriyor." (8/Enfâl, 11) "O Rab ki, yeri sizin için bir döşek, göğü de (kubbemsi) bir tavan yaptı. Gökten su indirerek onunla, size besin olsun diye (yerden) çeşitli ürünler çıkardı. Artık bunu bile bile Allah'a şirk koşmayın." (2/Bakara, 22
1- Mehmet Buharalı, Sızıntı, c. 12, s. 323
2- Hekimoğlu İsmail, H. H. Korkmaz, İlimler ve Yorumlar, Türdav Y. s. 279-280
3- Servet Engin, Muhteşem Sanatkâr, Adım Y. s. 41