Rus büyükelçisinin öldürülmesi son günlerin gündemden düşmeyen konusu. Müslümanlar olarak gündemi tayin edecek konumda değiliz ve gündemlerin peşinde sürükleniyoruz. Ya da Müslümanlar olarak yanlış şekilde gündem olmanın dayanılmaz hafifliğini ve zilletini yaşıyoruz.
Rus denilince, Suriye’deki zulümler akla geliyor ve oradaki vahşi cinayetlerin fâili, en önemli aktörü olarak hepimizin nefretle hatırladığı olaylar çağrışım yapıyor. Rusya ve İran olmasaydı, Suriye’deki zâlim diktatörlük çoktan çökerdi. Rus elçisinin öldürülmesi, çevremizdeki herkesin Suriye’deki katliamların bir intikamı olarak ele alınıp sevincine sebep oldu. Zâlimler cezasız kalmaz; ama büyük zulümlerin cezası, hak ettikleri şekilde ceza görmeleri için ceza gününe ertelenir. Dünya ödül ve ceza yeri değil, imtihan alanıdır. Bir kimsenin tabanca ile öldürülmesi, bir-iki dakikalık acı duyması, ceza olarak yeterli görülmemelidir.
Herkesin sevindiği ve “oh olsun!” dediği bir konuda, “yapılan yanlış!” demenin zorluğunu ve belirli bir bedel istediğini biliyorum. Buna rağmen çoğu okuyana aykırı gelse de bildiklerimi paylaşmak istiyorum.
İslam hukukuna göre, elçiler asla öldürülmez ve eziyet edilmez (Bu, tarihin eski zamanlarından beri dünya ülkeleri tarafından da kabul edilmiş bir prensiptir. Elçiler, kaldıkları ülkenin kendilerine verdiği eman -garanti- ile misafir olarak kaldıkları ülkede kendi ülkelerini temsil ederler ve elçilik binaları kendi ülkeleri sayılır. Kendileri ve kaldıkları binalar dokunulmaz kabul edilir). Peygamberimiz bırakın elçilerin öldürülmesini, onlara hakaret edilmesine bile izin vermezdi. Vefat etmezden az önce, ölüm döşeğinde yaptığı vasiyet arasında, elçilere hizmette kusur edilmemesi ve onlara iyi davranılması da yer alıyordu (Buhârî, Meğâzî 85). Peygamberimiz elçilik heyetlerinin sınırda karşılanmalarını ve Medine’ye gelinceye kadar kendilerine refakat edilmesini ister, kendisi de onları kaldıkları yerde her gece ziyaret ederdi (İbnu’l-Esir, cilt 1, s. 168). Rasûl-i Ekrem, rahip Yuhanna bin Ru’be ve Eyle (Akabe) hâkimine mektup yazıp elçilerinin reddedilmesini savaş sebebi sayacağını bildirmiştir (İbn Sa’d, cilt 1, s. 277-278). Rasûlullah’ın yalancı peygamber Müseylime’nin elçilerine söylediği; “Eğer elçi olmasaydınız başlarınızın kesilmesini emrederdim” sözü (Ebû Dâvud, Cihad 154) elçilerin dokunulmazlığı konusunda İslâm hukukunun verdiği güvencenin açık ispatıdır. Peygamberimizin elçiyi öldürmeyeceğini ve ona zarar vermeyeceğini bildiği için bundan yararlanan şahıs da vardır. Uhud Gazvesinde Peygamberimizin amcası Hz. Hamza’yı vahşi şekilde şehid eden Vahşî bin Harb, Hz. Peygamber’in kendisinden intikam alabileceğini düşünerek ve onun yanına ilk defa Taif şehrinin elçisi sıfatıyla gelmişti (Buhârî, Meğâzî 23).
Kendi nazik davranışını ve uluslararası uygulana gelen teâmülü karşısındakilerden de bekleyen Rasûlullah, İran’a gönderdiği elçi Abdullah bin Huzâfe es-Sehmî’nin Kisrâ tarafından iyi karşılanmaması ve özellikle İslâm’a davet mektubunun devletler arası teâmüle aykırı olarak parçalanması karşısında; “Allah da onun mülkünü parçalasın!” şeklinde ağır bedduada bulunmuştur. Elçilere ibadet etmeleri ve dinî âyin yapmaları konusunda serbestlik tanınmıştır. Hz. Peygamber, Necranlı hıristiyanların elçilerine Mescid-i Nebevi’de ibadetlerini îfâ etmeleri için izin vermişti. Bugün bir camide hıristiyan elçilerin kendi bâtıl dinlerine göre ibadet etmeleri ne kadar hazmedilir, orası da düşünülsün. Elçiler geliş gidişlerinde tam bir emniyet içinde olurdu. Peygamberimizin Bir elçinin başına gelen bir olayın benzeriyle karşılık görmesini (mütekabiliyet ilkesini) benimsediğini gösteren şu olayı biliyoruz: Rasûlullah, Hudeybiye Antlaşmasından önce Mekke’ye gönderilen elçinin öldürüldüğü yolunda çıkan söylenti üzerine, İslâm ordugâhındaki Mekkeli delegeleri, elçisi geri dönünceye kadar alıkoymuştur.
Hz. Peygamber, elçiler konusunda son derece hassastı. Kureyş’in gönderdiği elçi Ebû Râfi’ Rasûl-i Ekrem’le karşılaşınca kalbi İslâm’a ısınmış ve ülkesi Mekke’ye geri dönmek istememişti. Fakat Hz. Peygamber, “Ben elçiyi alıkoyamam. Sen şimdi git ve eğer Müslüman olmak istiyorsan sonra geri dön.” demiştir (Ebû Dâvud, Cihad 151).
Hoşumuza gitmese de dinin kurallarına karşı boynumuzun kıldan ince olması gerektiğini, “işittik ve itaat ettik” dememiz icap ettiğini hatırlatmama gerek var mı, bilmiyorum. Bunun Müslümanların güvenilirliğine nasıl darbe vuracağını, güvenilmez bir ülke olunacağını düşünmek gerekir. Bir ülkenin elçisinin can güvenliğini sağlayamama, misafire ve emanla, teminat verilerek ülkenizde resmî misafir olarak kalan kimseye yapılan tavrın; onların ülkesinde sizin elçinizin de benzer karşılık görme ihtimalini de hesap etmeniz gerekir. Bu konuyu, hamasi duygularla değil; güvenilir bir ahlâkla, insanî ve İslâmî kabullerle izah etmek, duygusal ve kahvedekilerin ağzıyla değil, ilmî yorumlarla değerlendirmeliyiz. Bir deli bir kuyuya taş attı diye; deliyi desteklemek zorunda değiliz. Bütün bu anlatılanlar Rusların savunulmasını değil; İslam ahlakının ve bütün dünyanın kabul ettiği uluslar arası teâmüllerin ve “yanlış kime karşı yapılırsa yapılsın, yanlıştır” anlayışının yansıması olarak değerlendirilmelidir. Unutmamak gerekir; köpek seni ısırsa sen köpeği ısıramazsın. Haklı iken haksız çıkmak mümkün olduğu gibi, karşı taraf zâlim iken, onu mazlum yerine koyduracak tavırlar da mümkündür. İyi niyetle bile yapılsa, bazı işler büyük zararlara yol açar. Din cevaz vermiyorsa, orada durmak gerekir.
Meşhur atasözümüzü hatırlayalım: Elçiye zeval olmaz.